27 Şubat 2011 Pazar

Kayıp Aranmıyor

“Başkalarını da arasanız sizin yeriniz burası!” (GSM operatörü)


O sırada bulvarı ya aşağı ya yukarı arşınlamakta olan hiç kimse havada patlayan sese aldırış etmedi ilkin. Şehrin alışılageldik uğultusunu delip geçen her sese kafamızı çevirip bakarak yaşayamayız çünkü. Her şey ve herkes gibi havada patlayan seslerin de şehrin uğultusuna karışmalarına izin vermekten başka çaremiz yok. En ufak dikkat dağınıklığımızın bile akıntının armonisini bozma tehlikesi var. Bunu göze alamayız. Almıyoruz.

Bulvarı çıkıyordum. On adım sonra sağdaki trafik ışıklarından karşıya geçecektim. Ses, o on adım ötemden geldi. İlkin ben dahil kimse aldırış etmedi. Yüksekten ağır bir şey düşmüş ya da biri vurulmuş olabilirdi. Hiçbir şey durmamızı gerektirmez. Hele ki durmamız hiçbir şeyi değiştirmeyecekse tamamen gereksiz. Birkaç saniye içinde sesin nereden geldiği anlaşıldı. Düzgün giyimli, on altı-on yedi yaşlarındaki simitçinin yere düşerken onunla birlikte düşen simit tablasının yere çarptığında çıkardığı metalik, mütevazı ve boğuk sesti havada patlayan. Önünde düşüp bayıldığı dükkanın kuryeleri koşup geldi yanına. Yoldan geçmekte olan bir iki kişi de onlara katıldı.

Doğa dostu bez alışveriş torbama doluşturduğum nevalenin ağırlığı altında ezilerek bıkkınca trafik lambasına meylettim. Karşımızdaki trafik lambası, oraya geçmek için bekleyenlerin yaklaşık bir dakikası olduğunu bildiriyordu. Arkamıza dönüp endişeli bakışlar atabilmemize; ilgilendiğimizi, umursadığımızı kendimize kanıtlamamıza yetecek kadar çok saniyemiz vardı. Ne olup bittiğine dair merakımızın canlı kalabileceği fakat giderilmesinin mümkün olmayacağı güvenli bir mesafede durmuş, yağmurda ıslanmış bir kedi yavrusunu izler gibi izliyorduk yerde yatan çocuğu. Çok üzülüyorduk. Kim bilir, açlıktan bayılmıştı belki. Belki bir hastalığı vardı.

Tabla düşmemiş de bırakılmış kadar usturuplu boylamıştı yeri. Bilinci kapanıp da gözleri kararmadan önceki son düşüncesi, tablasındakileri düşürmemesi gerekliliğiydi belki. Onun sorumluluğunu alacak kimse olmadığı için tablasının sorumluluğu bu denli işlemişti içine. Gene de bir simit ve iki poğaçanın dışarı fırlamasına engel olamamıştı. O simit ve poğaçalara ne olacak? Bu şehrin kedisi, kuşu, köpeği eksik olmaz. Elbet memnuniyetle sebeplenir, sahiplenirler kimsesiz kalan simit ve poğaçaları. Peki ya o çocuk ne olacak? Yeşil yandı. Bize ayrılan süre doldu. Onu, etrafındaki kalabalıkla bu tarafta bırakıp karşıya geçmeliyiz artık. Birinin elinde cep telefonu var, ambulansı aramış olmalı. Karşıya geçerken içimiz rahat. Bizim yapabileceğimiz bir şey yoktu zaten. Endişeli bakışlarımızı esirgemedik ya. Kimse vicdanımıza hesap soramaz.  

Şehrin uğultusuna karışmak zorunda her şey. Her aykırı sesin kafasını kaldırıp, yüzünü gökyüzüne çevirebilmek için tek bir anı var yalnızca. Bir an ve sonra şehrin. Kedileri, köpekleri, kuşlarından farkımız yok İstanbul’un. En az onlar kadar aidiz buraya. Hayatta kalmak ve birlikte yaşamak zorundayız. Kuşlar gibi başka iklimlere uçabilir, kediler gibi başka evler arayabiliriz fakat köpekler gibi buraya döneriz en sonunda. Uğultusundan kaçar, aynı uğultunun rahatlığı içinde kaybolmak için geri geliriz. Kendini bulmak isteyen Ankara’ya gider. Biz burada kaybolmayı ve kaybetmeyi severiz.

25 Şubat 2011 Cuma

Kanyak, Ölüm ve Zaman

 * Kendisine Tekel kanyak var mı diye sorduğumda ne yapacaksınız diye soran Tekel bayi amcasının üç varsayımı olabilir: 1) Şu surata bak, bu kızda içki içecek tip yok; 2) Bu saatte (öğleden sonra) Beşiktaş Çarşısında fink attığına göre –elinde de alışveriş poşetleri- çılgın bir ev kızı bu ve tatlıya, pastaya filan koymak için soruyor; 3) Tekel kanyak o kadar boktan ki doğrudan tüketilemez, dolayısıyla müşterinin ancak dolaylı tüketime yönelik bir amacı olabilir (2 ve 3 birbiriyle ilişkili tabi). Netice itibariyle, kısa paslaşmalara sahne olan dar alanlı terbiyeme sığması düşünülemez sokmalı çıkarmalı bir cevap veremeyeceğimden gözlerimi müstehzi bir soru işaretiyle kısarak “içeceğim” dedim. 

* Ocak’ın melun 19’unda kaybettiğimiz hocamızın anma yemeği var akşam dernekte. Ne kadar sevdiğim biri adına olursa olsun bu tür toplantılara daha önce hiç gitmedim. Hatta ne kadar seviyorsam o kadar gitmedim demek daha doğru. Şimdi de ayaklarım geri geri gidiyor. Tek umudum B.’nin beni sürüklemesi. “Gidelim mi” deyip olayı haber verirken aklımın gerisinde bu da vardı belki. Son dakikada cayacağımı, “boş ver gitmeyelim” diyeceğimi biliyordum. Neden peki, neden kaçıyorum? Bu konu hakkında çok çelişkili fikirlerim var. Dün yazmıştım, beni çok etkileyen filmlerin ardından ağzımı açıp da iki laf etmek adetim değildir. Onun gibi sanırım. Üstüne söz söylemek, uluorta anmak, dallanıp budaklandırmak rahatsız ediyor. Sanki ölüm, bütün anlamını kendi içinde taşıyor zaten. Dini andıran bir yaklaşım: Nasıl ki sevdiğim kişiyle ilişkimin  yalnız iki tarafı vardı, ölümüyle kurduğum ilişkinin de yalnız iki tarafı olabilir; ölümü ve benim o ölümü nasıl deneyimlediğim. Bunun ölümle benim aramda olduğunu düşünmek elbette çok bencilce fakat değil bencilce, isterse saçma olsun böyle hissediyorum.

Yalnızca ölüm hususunda gösterdiğim mahremiyete dair hassasiyetimle çelişen ise ölümün kutlanması gerektiğine tüm kalbimle inanmam. Tıpkı doğum ya da düğün gibi ölüm de bir şölen olmalı. Törensel anlamda elbette, yoksa ölümün kendisi muamma. Ateşler yakılmalı, sofralar donanmalı, yemekler yenmeli, şaraplar içilmeli, müzik hiç susmamalı. Ölünün ardından konuşmama konusunda da çok katı değilim. Sırf artık yok ve kendini müdafaa edemez diye yalnızca iyi şeyler söylemek hiç gerçekçi değil. Gidenin ardından saydırılmalı demiyorum ama ne bileyim, çapkınlık anıları ballandıra ballandıra anlatılabilir mesela. Gülerek anlatılıp gülerek dinlenecek muzır anılar kimsenin hatırasına saygısızlık sayılmamalı. Peki kaybettiğimizin ne kadar harika bir adam olduğu bir kez daha onaylandıktan sonra ne hissetmem lazım? Kaybım beni daha fazla mı kahretmeli yoksa onu tanımakla ne çok şey kazandığıma mı sevinmeliyim? Kayıp demek bile haksızlık belki.



Anma yemeğine gitmek, hocamın artık cismen var olmadığını bir kez daha kabullenmek anlamına geliyor ve bu düşünce beni çok rahatsız ediyor. Anmak? Ne anması, hocam o benim be! Daha birkaç ay önce bir akşam üstü, onun öğrencisi ve en yakın dostu olan tez hocamın odasında karşılıklı oturmuş, utana sıkıla ona ithaf ettiğim tezimi tartışıyorduk. Dizlerimiz birbirine değdi değecek mesafede, beni hocama karşı savunurken bana dönüp gülümsüyordu. “Ee seni kim yetiştirdi” derken nasıl da gururluydu. Belki de benim kendime asla inanmayı beceremeyeceğim kadar inanıyordu bana. Tezimin kopyasını alıp teşekkür ettikten yalnız birkaç gün sonra… varken yok nasıl oluyor, almıyor kafam. Bu yoklukla yüzleşmek istemiyorum daha fazla. ODTÜ amblemine sarılı tabut, cenaze, yaka resimleri yetti bana. Hiç istemiyorum gitmek. Umarım B.’nin işi çıkmaz da sürükler beni. Sanki kendisi de gelecek ve yeni çıkan kitabından, son yayımlanan makalesinden bahsederken yine büyüleyecek bizi. Bana dönüp “Lukacs makalem hakkında doğru dürüst bir yorum yapmadın bu yaz, dök bakalım şimdi eteğindekileri” der belki. “Hocam daha o kadar içmedim” hakkımı evvelden kullanmış olduğumdan elim ayağım boşanır, ne cevap vereceğimi bilemem bir müddet. O benim paniğimle eğlenirken kadehimdeki rakıyı fondip yapıp “yani hocam şimdi aslında…” diye başlarım belki. Başlardım. Belki. Gelmeyecek ki.



                                        
* Einstein and Eddington filmini görmeyi bir haftadır bekliyordum. Unutkanlıkta sınır tanımadığım için Ece’ye yazmakla yetinmeyip saatimi de kurdum ve iki saat boyunca kitlendim. Dürüst olmak gerekirse -ki aslında neden gereksin, işkembeden atmak için hiçbir manim yok- David Tennant aşkına oturmuştum televizyonun karşısına ama film ilerleyip de, vakti zamanında içimdeki küçük sanatçıya “kay lan öteye” diyerek kendine yer açmış küçük bilim kadını “evet lan!”, “tabi lan!” dedikçe anladım ki sırf David için izlemiyorum filmi. Film, Einstein’ın izafiyet teorisinin İngiliz bilim adamı Eddington tarafından kanıtlanmasını anlatıyor. Yani bu sadece olay örgüsünün özeti. Elbette verilen fikir beni daha çok sardı. Aklımın gerisinde Pınar Selek ve Sınır Tanımayan Sosyal Bilimciler’in düşüncesiyle izleyince çok daha fazla şey ifade etti. David’in izafiyet teorisini en basite indirgeyerek, bir iki cümlede özetlediği o son replikten kendime pay çıkarmayı da başardım ya… hatta aklıma Pinhani’nin Zaman Beklemez adlı şarkısı da geldi ya, pes. “Zaman herkes için aynı geçmez, her birimiz için farklıdır” gibi bir şey söylüyordu ki bilim, aşk hepsi birbirine girdi. Zaten kafamdaki bütün düşünceler oldum olası kördüğüm bir yumağı andırmıştır. Bu kördüğüm yumağı oluşturan binlerce fikri en basit şekilde tasnif edebilmekten bile aciz oluşum, aralarında akla gelmez ilişkiler kurabilmeme olanak sağlıyor. Önümüzdeki birkaç ay içinde o yumaktan bir doktora tezi konusu çekip çıkarabilmeyi umuyorum…

* Zaman demişken…zamanla törpülenir insan, köşeleri sivriliklerini yitirir, yumuşar, uysallaşır. Zaman aynı etkiyi bende de gösterdi, gösteriyor. Fakat tek yönlü bir gelişme olmadı bu. Bilakis sivrilttiğim köşeler oldu. Ben kimseyi bilerek üzmek, kırmak, incitmek istemedim. İstediğimi zannettiğim, istediğime kendimi inandırmaya çalıştığım zamanlar oldu ama gerçekte istemediğimi ben de biliyordum. Buna rağmen, kendimi korumayı ve boyun eğmemeyi de öğrendim. Şartlar elverdiği müddetçe, istemediğim fakat dayatılan hiçbir şeyi yapmamam, duruma göre kabalık ya da dik başlılık olarak algılanabilir. Kendi nezaketime değer biçecek değilim, ikisi de pekala doğru olabilir. Öte yandan, her ne kadar sosyolojik anlayışımda sınırlara yer olmasa da, onunla iç içe geçmiş olan kişisel hayatım için yalnız bu hususta aynını söylemem mümkün değil. Aksine, kişisel hayatımda yer alan kimi sınırların ihlali beni yalnızca daha dik başlı değil, aynı zamanda daha kaba ve kırıcı bir insana dönüştürüyor. Olmak istediğim insan bu değil. Ne tuhaf ki bundan yalnızca birkaç yıl önce de ne istediğimi bu kadar iyi bilebilseydim, başkalarının üzüntüsünü bu katılıkla göze alabilseydim ve sınırları bu netlikle çizebilseydim…dahası tarih farklı gelişse ve arada geçen sürede yaşadıklarımın hiçbirini yaşamasaydım -yaşamaya ihtiyaç duymasaydım, o gün olmaktan yakındığım insan olmaktan çıkıp bugün olmaktan yakındığım insan haline gelemezdim. Ayrıca sınırlar sadece beni dışarıdan korumuyorlar, dışarıyı da benden koruyorlar. Böylece yaralayıcı olmamı gerektiren daha az durum ve kendimden yakınmak için daha az sebebim kalıyor.


** Doğrusu "konyak" ama Tekel'inki "kanyak". 

24 Şubat 2011 Perşembe

Colin Firth'e Can Veren Allahım!

İki film birden seansım sona erdiği zaman tek istediğim bir kadeh cin, kanyak (konyak?) ya da viskiydi. Evde sadece biraz cin ve gazı çoktan kaçmış bir tonik bulabildim. Homurdanma havamda değilim. Aksine şükrettim desem yeri. 


İnsanda içme isteği uyandıran filmleri seviyorum. İzleyiciyi sigara dumanı gibi içine çekebildiğine delalet bu. Bir de sigara yakmak istedim mesela. Fena halde istedim hem de. Hem de evde açılmamış bir paket bulundurduğum halde... Kendime meydan okuyorum, evet. Başkaları kolay, marifet kendime meydan okuyabilmekte. Paket açılmamış halde duruyor.


Gözüm gönlüm açılsın diye iki Colin Firth filmi birden almıştım geçen gün. Malum, gönlümüzün Mr. Darcy'si o. Dolayısıyla filmlerin birinde kekeme, diğerinde gay olmasına hiç aldırış etmedi gözüm gönlüm. Başladım içimden "Colin Firth'e can veren allahııım...." diye sayıklamaya. Nadiren de olsa imana geldiğim oluyor. Böyle zamanlarda işte. "Bu gerçek olamaz lan, bunun ötesinde berisinde bir güç olmalı" diye sağa sola bakındığım zamanlar. Tabi bu uhrevi hava çok kalmıyor üstümde, yerini içimdeki küçük Sibel Tüzün'e bırakıyor: "Yavrum baban nereli, nereden bu kaşın gözün temeli, sana neler neler demeli, ayy seni çıtır çıtır yemeli!" şeklinde.  Eh malum, kadınlar da laf atar. En büyük zalimler mazlumlardan çıkıyorsa aksi mümkün olabilir mi zaten?


Önce, birkaç altın adamcık alması beklenen The King's Speech'i izledim. O kekeledikçe ben tıkandım. Spoiler vermeyeceğim. Hoş bir film. No Country for Old Men'den sonra, altın adamcıkla filmler arasındaki bağa inancımı yitirmiş olduğumdan, adaylığı konusunda bir şey demek istemiyorum. "Beğenmiyorsan al sen ver" diye ödülü elime tutuştursalar , ilk uçakla Avrupa'nın yolunu tutardım muhtemelen. O yüzden bu konuda sahip olduğu kanaat ciddiye alınası bir insan değilim. Dahası son derece de öznelim (neden çünkü sanat son derece nesnel, bilimsel, selselsel bir mevzu!). Sonuçta adam Colin Firth, hem de dönem filmi vesaire.


Lakin hiç tereddütsüz A Single Man'i alır ayrı bir yere koyarım. Ben biraz geriden geliyorum, farkındayım. Ne de olsa uzun zamandır (birkaç yıl?) hiçbir şeyi çok istemedim. Bir şey başarmayı, bir yere ulaşmayı samimiyetle arzulamadım. Arzuladığıma inandırmak zorunda kaldım kendimi. "Gündelik hayatını etkiliyor mu?" sorusuna hazırlıklıydım yani. Soruları çalmış lise öğrencisi gibiyim. Fakat görüntüyü iyi kötü kurtarıyor olmanın ötesinde ne yeni bir film izlemek, ne yeni bir kitap okumak, ne de yeni bir albüm dinlemek geliyordu içimden. Bu aldığım filmleri bugün bile hala homurdanarak koyuyorum zımbırtıya. Başka hikayeler ilgilendirmiyor çünkü artık beni. Umursamıyorum. Umursamamı yitirdim. Hiçbir şeye tam anlamıyla ilgim, merakım, arzum yok. Neyse ne, bana ne. Kilo veremememin sebebi de yeniden güzel olma arzumu yitirmiş olmam değil mi, ben bilmiyor muyum sanki.


A Single Man, beşer beşer alıp kendime "bak film filan izliyorum işte" demek için kullandığım filmler arasında en derine işleyen oldu. Bıraktığı etkide, The Fountain'ın müziğine benzeyen müziğinin (lan yoksa ta kendisi miydi?!) payı büyük. Onu da tavsiye ederim. "Bu ne lan romans romans" diye içimden saydırıp, sonlara doğru hönküre hönküre ama çaktırmadan (yes ay ken) ağladığım filmlerdendir kendisi. Hep o müzik yüzünden. Yoksa aslanım kaplanım, ne diye ağlayacakmışım! 


Benim gibi geriden gelip henüz izlememiş olan varsa ne desem spoiler şimdi. Zaten çok etkilendiğim, içime işleyen filmler hakkında konuş(a)mama huyum vardır. Analizini yapmak gereksiz ve rahatsız edici gelir. Hani şu ne anlatmak istediği sorulduğunda parçasını yeniden çalıp "bunu" diye cevaplayan müzisyen gibi. Halbuki yıllar yılı nasıl da hunharca beynimiz yıkandı "şair burada ne demek istemektedir"lerle. Dekoderi olan Cine5 değildi yalnızca. Her şeyi deşifre etmeden rahatlamayacaktık. 


Sadece...nasıl olduysa (!) Julianne Moore'la kendimi özdeşleştirmeyi başardım. Prof. George Falconer'a ettiği isyanın bir benzerine katıldığımı geçenlerde yazmıştım zaten. Neyse, uzatmayayım... Neticede Colin Firth boşuna kalbimizin Mr. Darcy'si değil. Bana öyle geliyor ki Jane Austen olmasa da -ki iyi ki olmuş- biz onu benzer bir yere koyardık. O aksi, nemrut, nalet ifadenin içine sinmiş ketum, nazik...yani gerçek bir centilmen. Sessiz, sakin, olgun fakat kaybedeceğini anladığı anda beklenmedik bir fevrilikle depar atıp aşık olduğu kadını yakalayan ve sıkıca tutan adam. Gülünce gözlerinin içi ve gamzeleri de beraber gülen iyi ve güzel adam. Malum, her erkek yakışıklı olabilir ama hepsi güzel adam olamaz. Hele ki Colin Firth'ün gözlerinde şiir gibi duran "hassas ve kırılganım, narinim, duyarlıyım, beni al pambuklara sar, sana ihtiyacım var" bakışı, gerçek hayattaki karşılığını "sen ne demek istedin, beni artık sevmiyor musun, son günlerde benden uzaklaşıyorsun, sensiz yaşayamam" akrostişinde buluyor. Ne de olsa ince ayar bu işler ve ayarını tutturdular mı sonunda iyi adamlar bile kazanabiliyor. "İyi adamlar", "kötü kadınlar"...peki Çıtır Kızlar nereye, nereye de giderler?!



22 Şubat 2011 Salı

Cemre de Bana mı Cemre!

Pazar günü ilk cemre havaya düştü. İkincisi 27’sinde suya, üçüncüsü de Mart’ın 6’sında toprağa düşecek. Bu sene de sırf cemreler düşüyor diye mutlu olmayı bekledim ama nafile. Ece ajandasıyla aşkımız cemrelerin düşmesini söylediği için başlamıştı halbuki. Tabi sonra buna benzer bir çok şeyi. Son-cemre-yüreğime dönemi artık kapandı sanırım. Mitolojiden medet ummak en az meteorolojiden medet ummak kadar acınası. Taşı sıkıp umut çıkarmaya çalışmanın alemi yok.

Bugünlerde çok dalgınım, odaklanamıyorum. Neyse ki odaklanmam gereken çok önemli bir şey yok. ALES’e kafamı verememeye başladım (kafam girse?). Doktora konumun da master konum gibi gelip beni bulacağını umuyorum. İki gün haber izlemiyorum, gene bir ülkede isyan çıkıyor. Ben de dünya ahvaline karşı her gün aynı duyarlılıkta olamıyorum maalesef. Hele birilerinin birilerinden bahsederken gözlerini kısıp suratlarını buruşturarak nefret kustuklarını görürsem iyice soğuyorum. “Ne haliniz varsa görün” deyip geri çekiliyorum (sanki tüm dünya güzellerinin biricik arzusu olan dünya barışını ben sağlıyorum mesai saatlerimde!). Gündemi takip etmeyen sosyolog, borsayı takip etmeyen ekonomist gibi bir şey. Ayıp fakat olabiliyor.

Libya’ya gelene kadar kendi evimde kendi içime kapandım. Dalıp dalıp gidiyorum, ne cehenneme gidiyorsam. Libya değil, onu biliyorum. Polinomlar da değil. İnsanlarla buluştuğum zaman anlatacak şey bulamıyorum. Bu da bir garip ama alışmaya başladım. Millete anlattırıyorum. Dinleyiciliğimi iyice geliştireceğim bu şekilde. İstisnasız herkese “bende bir şey yok, sen anlat” diyorum çünkü yok. Aşk? Yok. İş? Yok. E tamam bitti zaten. Memleket? AKP seçimleri kazanacak. Dünya? Orta Doğu kaynıyor. Bu da bitti. Ne yapıyorsun? Hiç, duruyorum. Camdan dışarı bakıyorum. Müzik? Dinliyorum tabi, ama ne dinlersem dinleyeyim tek duyabildiğim derin bir sessizlik. “Keder, olan biteni olduğu gibi hissetmenin adıdır” yazıyordu bugün bir blogda. Bu, dedim.  

Durduk yere bir taedium vitae hasıl oldu ama dur bakalım.

Altıncı hissi birazcık kuvvetli bir insan olsam “içimde bir sıkıntı var” diyeceğim. “Bir şeyler olacak” diye de kehaneti iliştireceğim ama… kütük gibi kadınım, en ufak bir fikrim yok. Hava azıcık daha ılık olsa “tam Ortaçgil havası” diye havaya sokacağım kendimi ama oradan da havamı alıyorum. Yapmam gerekenlere odaklanmadığım zaman kendime odaklanıp, kendimi irdelerim ekseriyetle. Onu da yapmıyorum çünkü kabak tadı verdi. Tadını aldığım kabak da hep benim başıma patlıyor. 8tracks’ten acoustic+indie+mellow diye aratınca çıkan mix’leri dinlerken dışarıyı izliyorum ben de. 5’er 5’er aldığım filmleri izliyorum arada. Yaşamıyor, zaman geçiriyorum. Bir ara gene bir şeyler başarıp beklentileri gerçekler (ALES’in iyi geçmesi? para kazanmak? doktoraya kabul almak?), sonra kaldığım yerden devam ederim zaman geçirmeye. Depresyon şımarıklıktan başka bir şey değildir der arkadaşım. Dingonun ahırına dönenden bahsediyor. Hak veriyorum ama bu o da değil. Şımarık bile olamayacak kadar pasif bir halet-i ruhiye. Bir durma hali. 

Peki madem söyleyecek bir şeyim yok, ne demeye yazıyorum? Sanki hep söyleyecek bir şeyim olunca yazıyormuşum gibi…neyse. Her gün düzenli yazmayı sevdiğim için olabilir. Ne de olsa insan hayatına tanık olunmasını arzular. Tercihen sevilen biri ya da birileri tarafından. Ulu orta yazdığım için bu anlamda biraz teşhirci sayılabilirim. Ya da son yazdığım fazla duygusal kusmuk olduğu halde silmeye elim varmadığı için üstüne herhangi yeni bir şey yazarak onun üstünü örtmeyi amaçlıyor olabilirim. Bu da olabilir. Bazen yapıyorum bunu. Aksi halde, uzun bir sessizliğin izlediği son söylenen gibi havada asılı kalıp rahatsız edebiliyor beni. Rahatsızlığım ise “git başka yerde hislen lan, ele güne karşı...” çemkiriğine evriliyor ve eski fevriliğimin onda birini toparlayabildiğim takdirde blogu silivermek geliyor içimden. Gündüzü mü kaldı, düşü mü kaldı allasen.

“Semra, koy bir kaset de neşemizi bulalım!” Hakikaten ya, kaç kişi okuyor şunu, biri şöyle aydınlık güzel bir şarkı linki versin de neşemizi bulalım. Okur-yazar ilişkimize interaktif tat gelsin, bir heyecan gelsin. Hem bu ne canım, taedium vitae dediğin nedir ki? İki duble rakıya, bir neşeli şarkıya bakar! Yedik mi bunu? Yedikse e haydi şimdi bütün eller havaya!

20 Şubat 2011 Pazar

Ömrümün Senbaharı


“Anların, bitmek tükenmek bilmeyen bir tek an olarak uzaması; zamanın, yaşananın tarihini belirleyen bir öğe olmaktan çıkıp, üstüne bir taş yığını gibi yıkılmasıdır insanı korkutan.” 
    Pınar Kür       
Bir kitap okursun, hayatın değişir. Bir adamı seversin, sen değişirsin. Bir romanın aklıma getirdiği yerlere ve zamanlara şöyle bir uğradım. Değirmendere’deki sahafın kapısında sigara içerek beni bekleyen halamın sabırsız bekleyişine son vermek için son anda elimi atıp almaya karar verdiğim romanın kadın kahramanında kendimi bulmuş olmam muhteşem bir tesadüf. Zaten bana ait olan bir şeyi geç de olsa ele geçirmiş gibi hissediyorum kendimi. Oysa son derece yersiz bir kibir bu, çünkü esasen kitap beni ele geçirdi. Bir Cumartesi gecesi insanların yalpalayarak yürümeye başladığı saatlerde bindiğim Kadıköy-Taksim dolmuşunda açıp okumaya başlamam da bunu gösteriyor. Camdaki yağmur taneleri kitabın sayfalarına gölge olup düşüyor. İçinden deniz geçen şehre de içinde yağmur yağan roman yakışır.

Ben Nilgün müyüm? Peki ya Sinan’la hiç tanıştık mı? Tanımama gerek var mı…hikaye çoğu zaman aşağı yukarı aynı değil midir sanki? Bir adam ve bir kadın vardır. Kavuşamazlar, aşk olur. Zaten kavuşup mutlu olsalar ortada bir hikaye olmaz. Mutluluğun hikayesi olmaz. O yüzden mutlu sonlar vardır, mutlu hikayeler değil. Acının, yoksunluğun, kederin hikayesi olur. Ve aslında her roman bir genç kızın romanıdır. Bir kadın bir gün bir adamı sever ve bir daha asla aynı kadın olmaz. Aşkına düştüğü adamın yanlış bir insan olduğunu söyler durur herkes -belki adamın kendisi de- ama kadın aldırmaz. Herkese ve hatta sevdiği adama rağmen aşkla sevmeye devam eder adamı. Kaç yıl, kaç ay kim bilir. Savaşır gibi sevmek ana dili olur kadının. Duyduğu bildiği ilk dil bu kanlı savaşın dilidir çünkü. Kansız devrim olmaz. Yıllar içinde başkalarını da sever, belki daha bile çok. Fakat istemese bile o adamın imzasını taşır.Yapacağı her kötülük, sığınacağı her ihanet adama duyduğu kine boyalıdır. İntikam yıllar sürer. İntikam yaşatır. Aşk, kinin gölgesinde kalır. Hiçbir kötülük doyurmaz. Her adam suçlu, her ilişki bitik ve her aşk baştan yeniktir.

Adamın rolünü üstlenerek devam eder kadınlığına. Güven vermez, söz vermez, huzur vermez. Can acısını can alarak dindirmeye çabalar. Canı yanmış kadın yaralı bir aslan kadar tehlikelidir. Aşılıdır, küçük cinayet faili adamları delip geçer bakışları. Kötülüğü dışında olan adamlardan korkmaz. İyilik tekinsizdir, ürkütür. İyiliğin sakladığı şeyler vardır. Hem…kötülük bulaşıcıdır. Ancak daha fazla acı vererek dinebilen can acısı insandan insana geçer. Bir kere kan döküldü mü herkese bulaşır. Burada kimse temiz kalamaz. Kimse masum değildir, kimseye güvenilmez.

Nilgün gibi kadınları Sinan gibi adamlar öldürür ve Nilgün gibi kadınlar bütün bir ömrü seri cinayetler işleyerek geçirseler dahi kafi gelmez. Sinan gibi adamları –hatta Sinan’ı- gözlerinin ta içine bakıp aşkla sevgiyle gülümseyerek öldürmek bile teselli olmaz. Olsa olsa tehlikeli bir spor, bir zeka oyunu. Aşk biter, kin bitmez.

Kitabın daha yarısındayım. Nilgün henüz 21 yaşında, yaşam belirtileri göstermek için çırpınan taze bir ölü. Sinan’ın avucuna bıraktığı kalbine felç inmesinden sonraki en büyük dramını henüz yaşamadı. Karşısına onu gerçekten seven, gözlerine bakıp içini gören, iyiliği ve güzelliği içini ısıtan bir adam çıkmadı henüz. Nilgün, yaşlı kurtlarla da ağız çapkını genç adamlarla da nasıl uğraşılacağının bilgisine vakıf fakat iyilik karşısında çaresiz. Onu tavlamak değil sevgisini kazanmak isteyen bir adamla karşılaşırsa ne yapacağını bilemez. Teslim olmak elinde değil, dikenlerini istese de indiremez. Sevmek isterken adamı da kanatır, kendi de kanar. O kötü şeyler yapmak istedikçe elini kolunu bağlar içini ısıtan sevgi. Ilık bir huzur sarar her yanını, anlayamaz. Anlamakta zorlandığı şey ürkütür insanı. Hem akmasını istediği kan, almak istediği can bu adamınki değildir. İçi daha fazla ılınıp huzura teslim olmadan yapabileceği en iyi şey kaçmaktır. Bu sefer yalnızca kalbini değil, kendini de bırakıp kaçmak.

Bakalım Pınar Kür, Nilgün’ün bu dramı yaşamasına göz yumacak mı? Kim bilir, katışıksız iyilik de katışıksız değildir belki. Belki son yarasını en ummadığı yerden alır Nilgün. Peki sonra ne olur, bu roman nasıl devam eder? Kimse ölmemiş olacak ki bir bu kadar daha devam ediyor kitap. Acaba nasıl devam ediyorlar hayatlarına, yıllar nasıl geçiyor. Uzun zamandır bir roman bu kadar sürüklememişti beni. Nilgün’e “sen kenara çekil” deyip ben öldürmek istiyorum Sinan’ı. Tanıyor muyum onu, ya da tek bir kişi mi Sinan? Değil. Entelektüel sakalı tütün kokan, gözlüklü bir adam. Ama daha yirmisinde bile olmayan küçük bir kızın büyük aşkından kaçacak kadar korkak, ama inanmadığı halde edebiyatı bile utandıracak kadar büyük sevgi sözcükleri sarf etmekten imtina etmeyecek kadar acımasız. En büyük aşk onunki, en korkunç acı da öyle. Yazar, Sinan’ı böyle anlatıyor. Sonra yazar, Nilgün, ben birbirimize bakıp gülümsüyoruz.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Groar!

   Hangisinden daha pişmanım bilmiyorum. Tam bana göre olduğunu düşündüğüm araştırma şirketiyle iş görüşmemin iyi geçmesi kutlamaları sırasında ketçaba daldırıp daldırıp yediğim patates kızartmaları ve hüpletip gümlettiğim biralarla caanım karbonhidrat diyetimin canına okumuş olmamdan mı, yoksa ıksırıp tıksırmak suretiyle iyice keyfe gelip sigara yakmış olmamdan mı. İçmeye yeni başlayan ergenler gibi ne varsa karıştırmak suretiyle mideme ettiğim işkenceyi saymıyorum bile. Ya da "amaan sefam olsun!" deyip, kendime yürüyüş arkadaşı bulmuş olmamın sevincine mi odaklansam. Yakın oturan arkadaş en güzel bişey. Yaşasın komşuculuk.


   Alka-Seltzer'e inanmıyorum. İçmek sonrası mallığı giderecek bir şey var olamaz bu dünyada. Akmayan göz kalemi ya da kirpiği topak topak etmeyen rimel gibi bir şey bu. Yalnız bu sefer çok tatlı bir mallık var üstümde, mayış mayışım. Zencefilli, ballı, tarçınlı süt yapıp yeni aldığım filmlerden birini koysam zımbırtıya...hem de öyle dram falan değil, güldürüklü filan. Geçsem battaniyenin altına, sütümü yudumlaya yudumlaya film izlesem. Tütsüyü de yakar koyarım bir kenara. Sütüm bitince bitki çayı, film bitince yenisi. İdeal Cumartesi akşamı. Onun yerine Karga'ya gideceğim, o ayrı. 


   Bir garip oldum, ben niye böyle oldum? İnsan içine çıkmaktan bir hoşlanmaz oldum. Cuma-Cumartesi Taksim'e çıkmanın fikri bile suratımı ekşitmeye yetiyor. Üstüme üstüme gelen bir sürü insan. Çok, çok fazla insan. Beyoğlu'nda yürürken savaş veriyorum resmen, yoruluyorum. O yüzden de çıkmıyorum zaten. Kadıköy gene bir nebze. Fakat bu ne saçma şey. İçiyorum, yoruluyorum; insan içine karışıyorum, yoruluyorum. Kapandıkça kapandım. Ne sinema, ne tiyatro, ne konser, ne sergi. Ot gibi yaşıyorum. Bakalım buna ne zaman bir son vereceğim. Sade para değil, insanda ruh da olacak. Şuna bak, tipsiz. Suratsız, sünepe kadın. 


   Bugün çok çekilmezim. İyi ki sevgilim yok, burnundan getirirdim. "Neyin var ayşec.?" derdi, ben de "öf yok bişeyim!" diye terslerdim. Onun yerine aynaya bakıp küfrediyorum. Kadıköy çok uzak diye söyleniyorum. Niye karşı taraftaki zaten. Ne olurdu şöyle Tophane taraflarında falan olsaydı. Kadıköy'den bahsediyorum, evet. Karga Ortaköy'de olsaydı mesela. Tarabya da Kabataş'ta. Her şeyin yeri yanlış. Yanlış, yanlış, yanlış. Yanlış'ı telaffuz etmek ne kadar yorucu. Bu da yanlış. Ayrıca hormon da çok saçma bişey. Hormon ne lan. Mormon gibi. Mide delmeyen bira yapılsın istiyorum. Gastrit de yasaklansın. Ucube, n'olucak. Bi gastrit git. Mesela sigara çok güzel bişey. Ama astım yasaklansın ki rahat rahat içebileyim. Olmuyor böyle. Ertesi gün pişmanlığı yaşıyorum her seferinde: "Sorun sende değil bende", "sarhoştum hatırlamıyorum", "bunu unutalım" (demek ki hatırlıyorum bak yalan söylemişim), "benimki sadece dudak tiryakiliği" vesaire. Pişman olacağını bile bile ne içiyorsun o zaman gerizekalı, bok iç. 


   İnsanlık bunu hak etmedi ama korkarım ki evden dışarı çıkacağım . Çıkar çıkmaz da yüzüme vuran soğuğa küfredeceğim. Dün gece Ortaköy'de ne güzel ateş ediyordum balonlara. Silahsızlanma en güzel bişey ama şu an tek ihtiyacım bir silah. Tüfek sevmiyorum ama. Boyu benim kadar olan zımbırtıyı nasıl düzgün tutayım. Beceriksizliğime kıs kıs gülen balon vurmacı adamı vuracaktım asıl. Neyse ki sonra renkli aptal balonlardan aldım hırsımı. Bir poligona falan mı yazılsam? Bunu daha fazla inkar edemeyeceğim: Ateş etmeyi seviyorum. Deli gibi zevk alıyorum. Militaristlikle alakam yok ama böyleyken böyle. Kimseye, hiçbir şeye zarar gelmesin; yeter ki nişan alıp vurayım. Sayko hatun derler mi ki? Desinler. Diyenleri de vururum. 


   Politik doğruluğu bir yana bırakıp şunu da şuraya yazıyorum: Eşcinsel erkeklere sinir oluyorum. Özellikle de zeki ve yakışıklı olanlara. Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz? Sanki memlekette düzgün erkek fazlası varmış gibi var olan popülasyonu da azaltıyorlar. Yetmezmiş gibi bir de rakip oluyorlar. Hayır neden yani, biz güzel değil miyiz? diyerek de bu abesle iştigal çıkışıma tüy dikmek istiyorum. Bence herkes biseksüel olduğunu açıklasın ve bitsin bu cinsiyet ayrı gayrıcılığı. Kadın-erkek ilişkileri çok kafa karıştırıcı. Şöyle derli toplu tek bir cinsiyette anlaşalım, olsun bitsin. Gerçi ilişkiler her halükarda kafa karıştırıcı olmayı başarır. Birden fazla insan var bir kere. İnsanın kendi muamma zaten, yanına bir tane daha koyunca al sana iki bilinmeyenli denklem. Tahammül sınavı. Şu an Brad Pitt bile gelse boğuverebilirim. Neden bilmiyorum, uydururum bir şey. "Neden yaşlandın lan! O sakal neden beyaz!" mesela. "O patlak dudaklı kadınla neden evlendin! Neden pıtır pıtır çocuk alıyorsunuz, aile değil BM gibi oldunuz! Hele sen hiç gülme Javier! Ayrı ayrı az güzeldiniz, bir de evlenip çocuk yapmanız şart mıydı!"


   Yazarken mayışıklığım şirretliğe evrildi resmen. Tam kıvama geldiğime göre dışarı çıkayım da insanları bundan daha fazla mahrum etmeyeyim bari...

17 Şubat 2011 Perşembe

Bik Bik #2


* Every Stinson falls for a Nora, demek istiyorum ama gelecek bölümün beni kapak etmesinden de korkmuyor değilim hani. O yüzden, sooner or later and no matter how long it lasts diye şerh düşmekte fayda var. Genellemelerden hiç hazzetmem ama yardırıp genelleyeceğim: Stinson’lar er ya da geç ve ne kadar süreliğine olursa olsun bir ara illa ki Nora’lara aşık olur. Kadını erkeği de pek yok aslında. Çoğu insan çoğu zaman kendisini fazla yormayacak insanları eş seçer (“Yorma beni”). Bir nevi enerjinin korunması kuralı. Fiziksel değil zihinsel kolaycılık. Biraz daha amiyane tabirle: Erkekler aptal kadınları tercih eder ve kadınlar da parmaklarında oynatabilecekleri erkekleri. Miş gibi yapılması da kafi gelir. Çoğu insan en yakınında sürekli kendisine meydan okuyan, açıklarını ortaya seren, egosunun hava fazlasını alan bir insan istemez. Öte yandan bazıları ya da bazen, “yaptığı espriyi havada kapıp çevirebilecek” insanları arar. Zihinsel enerjisinin çok azını kullanarak iletişim kurabilegeldiği karşı cins (çekici bulduğu cins demek daha doğru) tarafından laf sokulmak keyif verebilir. Zeka zekayı sever ama çok fazla da katlanamaz. Barney’i aşıkken izlemek isterim ama Nazanin Boniadi’nin (Nora) dizide fazla kalacağını sanmam. Nora’nın bıraktığı iz, ettiği yerle yoluna devam eden Barney’nin maceralarını izlemeye kaldığımız yerden devam ederiz. ‘Cos some men are just not meant to be committed to someone but they can well fall in love and stay there without notice.



* Gökçe Özyol için izlediğimi inkar etmeyeceğim Yahşi Cazibe adlı yerli dizide Simge adında bir karakter ve onun çeşitli zamanlarda yaptığı “mağdurum da mağdurum, mağdurum da mağdurum” şarkısı&dansı var. Kadın ne zaman “mağdurum” diye başlasa aklıma AKP geliyor. Ayrıca AK Parti değil AKP. Ne akla hizmetse pejoratif kullanılan “ideolojik” terimi esasen AK’ı tanımlamak için çok uygun. Kısaltmanın yanlış olması bir yana (bkz. deveyle soru cevap), son derece bilinçli ve hatta zekice. Aklık, saflık, temizlik imgesini aklın arkasına bir güzel yerleştiriyor. Adaletten kalkınmadan eser kalmıyor, pırıl pırıl oluyor. Dolayısıyla, AKP’ye AK Parti demek kabak gibi ideolojik konum belirten bir eylem. Salt siyasi parti adı kısaltmaları değil her türlü uygulama keyfileşebilir, hukuk ve adalet birer mit haline gelebilirler. Fakat bu durum, sarf ettiğimiz sözlerin etkisini ve önemini küçümsememizi gerektirmez.

* Yardıran bir genelleme daha: “Fark etmez” yaklaşımı. Toplumsal hayatın her alanında görebileceğimiz eşsiz bir tavır, “ne fark eder”. Atıyorum, adım Ayşe Gül ve ben Gül’ü mü kullanıyorum? Sıçtım. Ayşegül yaz gitsin, çünkü ne fark eder. Adım ulan! Fark etmeyecekse Mustafa yaz, Mehmet yaz, takıl abi kafana göre… yorma beni. Bu sadece bir örnek. Trelerden, büyük harf-küçük harflerden, dakika-saniye farklarından kıyametler, siyasi krizler kopuyor. Nasıl ne fark eder? “Yaz abi sen oraya Murat…” “Murat?!” “Haa Murat. Koyayım da tur at. Al sana fark!” İnsanı hanımefendilikten çıkarırlar.

* Hanımefendi demişken… “Bayan” değil “kadın” zira “bayan” , en az parti adı kısaltması kadar ideolojik fakat maalesef ondan çok daha yerleşik ve yaygın. Durun ya, dekolte giyenler tacize tecavüze hak kazanır mı kazanmaz mı diye tartışılıyor memlekette. Tamam, adam demiş, diyebilir ama biz neyi konuşuyoruz? Fazla okuyup yazmayan, tartışmalarda ikna olmaktan ödü patlayan insanların “saygı duyarım” kalıp cümlesi vardır, ifrit olurum. İfade özgürlüğünü sonuna kadar savunmakla birlikte “dekolte giyene dalıyoruz” diyen adamın ben nesine saygı duyayım? Aynı şekilde kimse de bana saygı duymak zorunda değil. İfade edilen fikirlere saygı duymamak onları dinlememeyi, anlamamayı, susturmayı, bastırmayı gerektirmez. Saygıdan da asgari bir müşterekten, ondan bile temel bir değerden bahsediyorum. Bir yandan da hak veriyorum erkeğin kadından bunca korkmasına…ya da hak vermek demeyelim de, aklı var ki korkuyor diyelim. Ben kadınım, ben de korkarım. Kimle karşı karşıya olduğumu içeriden bildiğim için daha da korkarım hem.

Çoğunluk


 "Yaa ne alakası var yaa..."

(Spoiler)

Çoğunluk’u nihayet izledim. İlk birkaç dakikayı bir soru işaretiyle (ne ki şimdi bu? ne olacak?), geri kalanını da ara ara görünüp kaybolan ince bir gülümsemeyle. Bu işte. Bir şey olacağı falan yok. Çoğunluk bu. Hayat bu. İsmiyle müsemma. Tezimde bunu çalıştım ben, tam da bunu. Bu gündelik hayat, bu monotonluk, bu sıradanlık. “Sıradan” hayatlar yaşayan “sıradan” insanlar. Sıra dışı bir hayat varmış, olabilirmiş gibi. Bu lan işte. Başka da bir bok değil. “Biz bir hikaye anlatmaya çalışıyoruz” demişti bir hocam jürim esnasında, “yaptığımız başka bir şey değil.” Sıradan insanların sıradan hikayelerini anlatmaya, anlamaya talip olmuştum ben de. Haksızlık etmeden, burun kıvırmadan ya da güzellemeden. Özellikle de sıradanlıktan sıra dışılık çıkarmaya çalışmadan. Tarihçilerin belgelerle kurdukları ilişkiyi toplumsal gerçeklikle kuramazsın, konuşturmak için işkence edemezsin ona. İyice içine kapanır ya da yalan söyler. Elini tuzluk yapıp söze “bak güzel kardeşim” diye başlamanı da yemez. Hafife almaya gelmez. “Çok konuşma da git bi çay demle” der adama.

Çoğunluk’u sayısal düşünmedim. Sınıfsal analizi de iki dakikalığına duvara yaslayalım. Film çok “sıkıcı” çünkü daha önce görmediğimiz, bilmediğimiz bir şey söylemiyor. Sinema klişeleriyle baştan çıkarmaya çalışmıyor seyirciyi. Artistik patinaj misali gerekli klişelere yer verip tık tık tık toplamıyor puanları. İstediği kadar ödül alsın, sıkıcı. Tam da olması gerektiği, söylemek istediği gibi. Seyircisine ayna tutuyor (aha da klişe). Hikayenin baş kahramanı, tıpkı beğenmediği babası gibi duygusuz, düz, dümdüz bir adam. Anne sürekli mutfakta ve duyguları temsil ediyor. Mütemadiyen söylenen bir kadın. Ağzından çıkıp da klişe olmayan tek söz yok. Zaten film, aile kurumuna bindiriyor ha bindiriyor. Aileye, topluma…ama uzaktaki bir takım terimler olarak değil, ucu bize dokunuyor. Dokunmakla da kalmıyor, giriyor hatta. O kamera herhangi birimizin hayatını da izleyebilirdi pekala. Rutinimizi, kalıplarımızı, sıradanlığımızı. Seri mukayeseler neticesinde matah sandığımız hayatımızı. 

Bugün bize banal, “eee?” gelen şey sadece 50 yıl ya da 100 yıl sonra şaşkınlıkla izlenebilecek. Bizi bize anlatmasında şaşılacak bir şey yok çünkü. Afrika kabileleri de kendilerini anlatan NG belgesellerini sıkıcı bulurlardı eminim. İzleseler, neden bunun bu kadar önemli olduğunu bile anlamayabilirlerdi. “Bile” mi? Biri ayna tutsa suratımıza, kendimize şöyle bir baktıktan sonra aynayı tutana dönüp “eee?” demez miydik? Eee’si bu işte, iyi bak. Koskoca suratsız Hegel boşuna dememiş “aşina olduğumuz mutlaka en iyi bildiğimiz değildir” diye.

Filmin tekniği tartışılır, ona burnumu sokamam ama tekniği de klişesiz, alengirsiz, gösterişsiz geldi bana. Bazı anlarda “Üç Maymun”u anımsatsa da onun her biri birer tablo gibi kurgulanan karelerinden, gözü okşayan o şölen gibi görsellikten eser yok. Biçimin içerikle uyumlu olmasını önemsediğimden hoşuma gitti bu. Anlattığı hayatın ritmiyle hareket ediyor kamera. Bir gündelik hayat belgeseli çekiyor. O hayatın hızı, sesi ve rengiyle görüp gösteriyor. Olmadığı bir şey gibi davranmıyor, anlattığı hikayeye ihanet etmiyor. Güzel köylü kızını ancak zevkine göre allayıp  pulladıktan sonra ona aşık olan Yeşilçam şehirli züppesinin ikiyüzlülüğünü paylaşmıyor. Bu, diyor. Bu.

16 Şubat 2011 Çarşamba

Yüzleşme

Seçtiğiniz kriterlere uygun ilan bulunamadı. Kriterlerinizi değiştirerek tekrar deneyiniz.

*******.net'te şu anda 28.514 üye firmanın toplam 101.168 pozisyon ilanı bulunuyor.


Basbayağı ayar veriyor site. Sen o işi bul, gel bi de beni bul diyor alenen. Şu kadar firma, bu kadar iş ilanını seriyorum önüne, ben daha ne yapayım diyor. Ağzını bozmuyor (onu yapan benim) ama bozmuş kadar oluyor. "Kriter" aynı zamanda izdivaç programı jargonu. Eş bulmaya gittin miydi seni oturtup kriterlerini soruyorlar önce. Sen de işte "yalan söylemesin, içinde Allah korkusu olsun, adam gibi adam olsun, bana sahip çıksın, evi, arabası, mayışı..." falan filan diye sayıp döküyorsun. Ben gitsem, iş arama sitesinden aldığım ayarın bir benzerini Esra Erol ya da Zuhal Topal'dan da alırdım: "Bacım, stüdyoda şu anda evlenmek için bir bayan arayan 20 beyefendi bulunuyor ama sen bu kafayla gidersen değil 20, 25.418 tane adam olsa gene dönüp bakmayacaksın. Ben sana diyeyim bak abla tavsiyesi, bu gençlik güzellik de geçer, 35'inde gene konuk ederiz seni haberin olsun". İki dakkada yazarım. 
Hatta hazır yazmaya başlamışken, 2011-2012 yılının başvuruları için bir proficiency sınavı hazırlayayım diyorum. Boğaziçi gibi önden bir de "okuma önerileri" adı altında 29 kitap listelerim. Hadi 19 olsun...tamam, hadi 10. Yok yok, 15'te anlaşalım. Yazılıyı geçenlerle sözlü mülakat (beklentilerin neler, sen ne katabilirsin vs). Fakat soru #1 çok net: Sevgilin var mı? Ondan sonra vay efendim sormadın ki olmasın. Kafalar kırılmasın, boş yere kan ziyan olmasın. Ha akacak kan yerinde durmayacaksa da beni uğraştırma, git Kızılay'a iki şişe kan ver de bir işe yara. Hani nasıl hediye, çelenk bok püsür yerine ağaç dikilmesi için bağış yapılıyor, o hesap. 
Sınavda sayısal bölüm yok (sayılara inanmıyoruz), kompil sözel: edebiyat, tarih, coğrafya. Ağırlıklı edebiyat tabi. Tarih de ilişkiler tarihi: dökül bakalım ne boklar yedin bugüne kadar. Coğrafya az ama öz: Nerelisin? Kütük nere? Ana tarafıyla baba tarafının üç göbek gerisi nereden? Ha tabi bir de din bilgisi var. Daha doğrusu din bilgisi varsa aday yok. Din hanesi gönülden boş olacak. 
Sonra takriben 32-33 yaşıma geldiğimde hayat bir punduna getirip: Seçtiğiniz kriterlere uygun insan bulunamadı. Kriterlerinizi değiştirerek tekrar deneyiniz. diyecek. Bir arkadaşım hala bu kadar kriter sahibi (!) olmamızı umudumuzu kaybetmemiş olmamıza yoruyor. Bense biraz mal olmamıza yoruyorum. Hayır, ya alıştık tek tabancalığa (tek tabanca kalıp da sağlamına serserilik etsek içim yanmaz), ya da 35'ten sonra "cinsiyetlere inanmıyoruz" bilgeliğine erip birbirimize alıcı gözle bakmaya başlayacağız. O kriterlerden de yorgan doldurur, battaniye örer, soğuk kış günlerinde dizlerimize örteriz artık. Durup durup şey deriz birbirimize "ya hani benim bi sevgilim vardı, acayip yakışıklıydı...neydi ayol adı, dilimin ucunda" ya da "o çocuk nereden mezundu ya, gitmiş kendi şirketini kurmuş hayvan". "Aman o -de'leri -da'ları, -mi'leri -ki'leri katleden çocuk değil miydi?". "Ayy, evet evet oydu". "Onun eşini gördüm geçen bir magazin programında, karı savaş sonrası Berlin gibi, yıkılıp yeniden yapılmış resmen!". "Berlin karısı değil ki be. O sevgilisi, karısı başka". "Haa..."
Kelalaka (quelle alaka?) bir şey söyleyecektim, geyiğe sardım. Nasıl söyleyeceğimi bilmediğim için de lafı dolandırdım biraz. İlla ki söyleyeceğim. Zira malum, pek ketum bir insan değilim. Yahu bu Facebook'u kapattım kapatalı amma yüklendim bloga ha! Zart zart bir şeyler geveliyorum. Hmm, neyse... Şimdi şöyle ki bir kadın var. Bu kadın şarkı söylüyor. Söylüyormuş yani. İki tanesini dinledim ben, bir hoşuma gitti. Türkçe popa burun kıvırmaya öyle alışmışız ki idrak edemedim önce. Sonra neden hoşlanmış olabileceğimi irdeledim tabi ki. Şarkının birinde "düştüysek kalkarız, daha ölmedik ya...hööyt" diyor. O efelenmesi, bir de Rum ezgileri hoşuma gitmiş. Diğer şarkının ise piyano solosuyla başlaması ve tangomsuluğu sanırım. Eski şarkılara benziyor diyeceğim ama Melih Kibar ve Çiğdem Talu geliyor aklıma, diyemiyorum. Diyeceğimi dedim zaten. Böyleyken böyle. Türkçe popsa ölmedi ya?!
Şu yüzleşme sevdam ne zaman sönümlenerek beni rahat bırakacak acaba? Yememiş içmemiş bin tane psikolojik savunma mekanizması icat etmiş adamlar, sırf sen topla tüfekle sanayi hamlesiyle baş edebil diye. Yonca Lodi'yle kalsa iş neyse, hep böyle. "Acını bastırma, acınla yüzleş, öfkeni dışavur" hedö de bödö de. Bir rahat dur, bir rahat bırak yerinde. Yerini sevmiş belli ki. Çift kaşarlı tost mu lan bu, yok bastırdıydın bastırmadıydın, iki elleşme. Aa olur mu hiç, hatırım kalır! Her şey ifade edilecek ki iletişim sekteye uğramasın, çözüm yolları tıkanmasın. Bir şeye de takma kafanı, bırak dağınık kalsın be. Öylesi daha iyidir belki. Yüzleşme!

14 Şubat 2011 Pazartesi

"Your girl is lovely, Hubbell"

İşkembeden atmış olmayayım, hiç öyle the-way-we-were havasında filan değilim bu aralar fakat nedense bir Streisand çöktü üstüme. Barbra Streisand dinlemeye başladın mı orada bir duracaksın. Market alışverişinde süt ve et ürünlerinin son kullanma tarihlerine dikkat eder olmak gibi yaşla alakalı geliyor bana onu dinlemek. Göz kalemini bırakıp eye-liner'a terfi etmek gibi, ilk topuklu ayakkabını giymek ya da artık, banka memurlarına cırlayan annenin utancından yerin dibine giren kızı değil de cırlayan kadının kendisi olmak gibi. Eşik olduğunu hissettiren bir eşik. Yani aslında regl, bir kadının hayatındaki bu yüksek sesli eşiklerden yalnızca bir tanesi. İlk ayrılık, ilk ihanet, ilk şiddete maruz kalma...bunların hepsi birer kilometre taşıdır fakat hepsi birer eşik değildir. 


Streisand dinlemek, koltuk altlarından tuttuğu gibi havalara uçurmaz insanı. Bilakis, kelimenin tam anlamıyla ve olanca ağırlığıyla çöker oturur üstüne. Özellikle "The Way We Were" şarkısı. 


"The Way We Were" aynı zamanda, Streisand'ın ve Robert Redford'ın başrollerini paylaştığı 1973 yapımı filmin de adı. İlgi alanıma giren filmlere nazaran epey yeni kaçtığından çok geç ve hatta dolaylı haberdar olmuştum filmden. Sex and the City'yi baştan sona izlediğim bir yaz -ki sinema filmlerine üvey evlat muamelesi etmekte ısrarlıyım, "Ex and the City" bölümünde yapılan bu gönderme ve ardından gelen drama queen'lik par excellence beni benden almıştı. Günlük hayatta konuşurken bile filmlere, şarkılara, kitaplara gönderme yap(ıl)masını oldum olası severim zaten. Bu iyice dikkatimi cezbetti ve bakalım neymiş diye baktım. Şöyle bir bakar bakmaz da filmin tamamını youtube'dan izlediğimi hatırlıyorum. Sonrasında hüngür şakır ağladığımı söylememe bilmem gerek var mı?


Dedim ya hiç o havada değilim bir süredir ama ne zamandır aklımdaydı paylaşmak. Bu filmi, bu sahneyi, bu şarkıyı neden bu kadar çok sevdiğimi ya da aklıma neden bugün geldiğini bilmiyorum ama hazır gelmişken, "aynı gün iki yazı olacak" filan demeden paylaşayım dedim. Tamam Samantha haklı, film biraz chick flick olabilir fakat hem so what diye sorarlar adama, hem de bodur tavuk her daim piliç! Zaman zaman epey maskülen tavırlar sergilesem de...gerçi bir tür femme fatale maskülenliği de diyebiliriz buna...ki Foucault ve power relations açısından yaklaşmak belki daha isabetli olur...neyse işte, bu filmler söz konusu olunca ufalıp mini minnacık olup cebe gireyazıyorum. Ne femme fatale'den ne power'dan eser kalıyor, "çok konuşma da bi selpak daha ver oradan" oluyorum. Savunma olmasa da gereksiz uzunluktaki açıklamamı da yaptığıma göre...







Bişeyler Bişeyler



Bundan önceki her 14 Şubat gibi bu da pek bir şey ifade etmiyor. Günlerden bir gün işte. Ilık sayılabilecek bir Şubat günü. Ellerimde temizlik sonrası çamaşır suyu kokusu. Ne zaman elimi yüzüme götürsem irkiliyorum. Sarımsak öyle mi halbuki. Sinen kokuyu ne zaman duysam parmaklarımı yiyesim gelir. "Ellerim kokmasın" tavrını pek almıyor kafam. Yeri gelmişken itiraf edeyim: Çok ağır olduğu zaman yağ kokusunu alabiliyorum ama "saçıma sinmesin, üstüme başıma sinmesin"den de pek çaktığım söylenemez. "Hmm, evet evet sinmesin" diyorsam bilin ki ezbere. Çok anladığımdan ya da umursadığımdan değil. Kolay iğrenen bir insan değilim zaten. Bugün salata yapmak için elime aldığım marulun içinden böcük kolonisi çıkıp da tiksintiyle geri çekilmeme sebep olunca şaşırdım o yüzden. Yazık oldu hayvancıklara ama o marul hepimize dar gelirdi. Ne benim onların kolonisinde yerim olabilirdi, ne de onların benim salatamda. Yollarımızı ayırdık. Hem roka salatası da iyidir.

Tamam 14 Şubat'ın diğer günlerden zerrece farkı yok ama aylardır masaüstümde duran ve çıktısını ancak alabildiğim şu makaleyi tam da bugün okumayı seçmiş olmam biraz sinir bozucu: "Attachment style and long-term singlehood". Bundan aylar önce psikolog bir arkadaşım paylaşmıştı Facebook'ta ve söylemeliyim, Facebook üstünden makale paylaşılmasına bayılıyorum. Neyse işte, ismi hemen dikkatimi çekti. Malum, yeni ayakkabı alır gibi psikolojik rahatsızlık sahiplenen insanlar var ve benim mini mini minör depresyonum biraz kolpa kalıyor. Dolayısıyla biraz da atladım üstüne ama ilk sayfa bir şey çıkmayacağının sinyallerini veriyor. Gerisini yarın değil sonraki gün okuyacağım. Aylardır bekledi, iki gün daha beklesin. O kadar da demedik. 

O değil de karbonhidrat diyeti diye bir şey var bu dünyada. Çok acayip. Öküz gibi yiyip içip kilo veriyorsun. Veriyorum yani, efsane değil. İşe yaradığına hala inanamıyorum. Kalori malori...biz çok yanlış anlamışız mevzuyu. Olay karbonhidrattaymış. Uzun uzun anlatacak değilim tabi de et serbest, alkol serbest. Bitmiştir hocam, budur. Tam benim gibi barbarlara göre herhal diye şu paleo-diyete mi baksam nedir ne değildir diyordum ki annemin otuz yıllık fotokopileri imdadıma yetişti. Güneşi gördüm. Şarap ve bira gibi mayalı içkiler, unlu mamuller, nişasta, tatlı filan yok. Daha doğrusu var da hesabını bileceksin. Kalori değil karbonhidrat sayıyorsun bunda. Ne sayacağım, zaten sayılarla aram iyi değil. Komple et ve içkiye verdim kendimi! Yani gönül isterdi ki öyle olsun ama bütçe mi dayanır ona, artık olduğu kadar. Adam destur mezelerin karbonhidrat değerleriyle başlamış zaten. Niyeti baştan bozuk, oturtacak seni rakı sofrasına ki rakı ıksırıncaya tıksırıncaya kadar serbest. Tadından yenmeyen diyet diye ben buna derim. Canım benim. İçinde karides, dry martini olan diyet mi olur lan! Aç kalmakla da iş bitmiyor, kilo vermek için bile paran olacak anasını satayım... Neyse ki the fish knows everything. Yanına rakı, bol taze soğanlı roka salatası, onun suyuna banmak için de bir dilimcik ekmek. Ver oradan Müzeyyen'i, ver Zeki Müren'i...ben diyorum, budur hocam.

Aylar yıllar sonra sırf keyfim için bir şey okuyorum. Tez süresince tez ne gerektiriyorsa onu okudum, içim dışıma çıktı. Şimdi de doktora konusu bulma amacıyla okumalıyım aslında ya...Cemil Koçak'ın "Tek-Parti Döneminde Muhalif Sesler" adlı kitabı beni master tezime geri çekiyor. Korkarım ki "hocam siz beni tanımazsınız ama inanın çok ortak yanımız var" diye kapısını çalacağım yakında. "Allaam, o da sarımsaklı mayonez seviyor!" gibi değil bu, adamla resmen aynı şeye kafa yormuşuz ve akademide pek yaygın olarak çalışılan bir şeyden bahsetmiyorum. O yüzden bu çok heyecan verici. Öyle veya böyle, başucumdaki "Muhalif Sesler", salt paşa gönlümün keyfi için aldığım aşk romanımı okurken duymam gereken suçluluk duygusunu bir hayli azaltıyor. İzmit Değirmendere'deki sahaftan bahsetmiştim. Gene oradan bir ganimet edindim kendime: Pınar Kür'ün "Bitmeyen Aşk" romanı. Bugüne kadar sadece "Asılacak Kadın"ını okuduğum Pınar Kür'e özel bir ilgim yok aslında ama Can Yayınları oldum olası içimi ısıtır. Alıverdim işte ve kapağını kaldırmamla birlikte kendimi 77. sayfada buldum. Kitabın daha ortasına bile gelmedim  ama Sinan git gide tanıdık gelmeye başlayıp da ben kendi Nilgün'lüğümü anımsadıkça dibe çökeli çok olan kimi burukluklar kalkıp bulandırdılar suyu. Sırf adında "aşk" olduğu için -hiç hak etmediği- müstehzi bir edayla elime aldığım kitap hiç ummadığım kadar kavradı beni. Okurken yazım tekniğine homurdandığım, hatta "bu böyle mi anlatılır" dediğim oluyor ama kitabı elimden bırakmak geçmiyor aklımdan. Bazen bazı yaklaşımları düpedüz sığ geliyor; bazense, adında bile "aşk" geçen bir aşk romanına hareket çekercesine takındığı materyalist tavır ve anlatım stili bir Bruce Willis gülücüğü konduruyor dudağımın kenarına. Ne roman vıcık vıcık aşk, ne de kadın karakter öyle. Daha ortasına bile gelmediğim bir kitap için fazla şey söyledim fakat içimde tutamayacağım kadar çok etkiledi işte ne yapayım (Bitince, her zamanki gibi üstü kapalı bir analiz bozması illa ki yazarım). Kitap okumak ne güzelmiş. Özlemişim.  

The Kids Are All Right (2010) diye bir film izledim. Ölüp bitmedim, ağlamadım ya da gülmedim de ama farklı bir hikayesi var. Neymiş diye bir göz atılmaya değer. Akla yatarsa izlenebilir de. Benden söylemesi. 

13 Şubat 2011 Pazar

4'33''


John Cage’in 4’33’’ü üzerine yazmak için gece olmasını bekledim. Günün en sessiz saat aralığını, sabaha karşı 4 ile 5 aralığını bekledim. Öyle ayan beyan ki ne yazabileceğimden pek emin değilim oysa. Neden bahsettiğimi anlamak için evvela dinlemek gerek elbette.
***
Bu türden şeyler söyleyen adamların çoğu zaman haklı çıktığını gördükçe kendim için sosyal bilimsel bir sezgi olarak atadığım yaklaşım bu: Bir şeyin (muhalefet, direniş, müzik vs.) olduğu söylenen yere gözlerini dikip bakmakla yetinme, buna aldanma. Olduğu düşünülmeyen, hiç mi hiç ilişkilendirilmeyen, dahası üstüne basa basa olmadığı söylenen yere bak. Böylece gerçeğe yaklaşırsın. Tıpkı en vurgulu nidaların (aşk, toplum, vatanın bölünmez bütünlüğü vs.) vurguladıkları şeyin yokluğu üstüne kurgulanmaları gibi. Halbuki hangi aklıevvel cüret edebilir “şu müziktir, bu ise sessizliktir” demeye. Öte yandan ben, sessizliğin de bir tür müzik olduğundan ziyade müziğin bir tür sessizlik olduğunu düşünüyorum. Hayır, düşünmüyorum. Buna inanmıyorum da. Bunu sadece sezinliyorum. Ne ironik bir “sadece”! Sezinlemekten daha güçlü bir şey olabilirmiş gibi.
Özellikle bazı klasik müzik eserlerini dinlerken iyice emin olurdum bu sezgimden. Bach’ın bir çello süitinin aslında sessizliğin bir biçimi olduğuna kalıbımı basabilirdim mesela. Bir dilin başka bir dile çevirisi misali sessizliğin notalara çevirisi. Her çeviri gibi anlamı çok az da olsa değiştirerek ama asla tümüyle kaybetmeden. Yaylardan çıkan sesin, sıvıların doldukları kabın şeklini alması gibi bütün salonu doldurduğunu ve her bir titreşimi hissedebildiğimi biliyordum. Kurşuni sessizliğin içe dolan çevirisi gümüşi.
***
John Cage’in 4’33’’ünde insanlar öksürmeye başlamadan evvel meselenin, insanların aklından geçirdikleri olduğunu düşünmüştüm. Tiyatro sahnesi yüksekliğinde ve genişliğinde bir aynanın seyirciye çevrilmesi gibi. Aklınızdan geçenler…işte müziğin tek yaptığı da bu. Seni alıp götürdüğü andasın. Belki çoktan yaşanmış, belki de henüz yaşanmamış bir an ya da anlar. Aklından geçenleri, kendini dinle. Ne söylüyor?
Sonra öksürükler, kucağında kıpırdanılan ahşap sandalyelerin hafif gıcırtısına karışıyor. Rhythmanalysis diyor Lefebvre. Üstüne diyecek şey bulamıyorum. Bu saatte bile tamamen kesilmeyip bulvarı inletmeye devam eden otomobil sesleri mütemadiyen havlayan köpeğin sesine karışıyor. Şehrin sesi bu, şehrin ritmi. Ayırt edemediğim daha birçok sesten, kokudan ve renkten müteşekkil şu anda İstanbul. Mesele de ayırdına varabilmekte ya zaten, başka bir şeyde değil. Tıpkı şu benim iş arayışım, mesleğim gibi. Bildiğin kafi değil, görebilmen önemli. Görebildiğin şeyin önemli olduğunu sezebilmen ve sezebildiğin şeyi görebilmen. Bildiklerin bazen işine yarıyor, bazen ayağına dolanıyor bu yolda.
Susmak nasıl ki bir şey söylememek anlamına gelmediyse çok konuşmak da bir şey söylemek anlamına gelmedi hiçbir zaman. Susarak çok şey söyleyen insanlar gördüm. Bir şey söylememek için çok konuştuğumu bildim. Şüphesiz ki sessizlikte derin manalar mevcut. Fakat suskunluk için aynısını bu kadar kolay söyleyemem. İnsanın en iyi görebildiği, kendinden bilebildiği oluyor. Dolayısıyla firariliği kolayca seçiyor gözlerim. Susmak, sessizliğe içkin bilgeliğin ardına gizlenip ondan bir paye çıkarmaya çalışıyor kendine. Nafile, bu firar gözden kaçabilecek cinsten değil. Öte yandan, insanın en kaçak dövüşü de yine kendiyle. Dışarıya karşı mangalda bırakmadığımız kül yağmur gibi içimize yağıyor, ince bir tabakayla örtüyor içimizi. Susuyoruz.
***
Dinle kendini, ne diyor. Uyuduğunu sandığın şehri dinle. İtfaiye sirenini, köpeğin havlamasını, kedinin miyavlamasını, birazdan çığlık çığlığa başlayacak martıların sesini bekle ve her akşam hava kararırken bir araya gelen yüzlerce sığırcığın dehşet verici güzellikteki hareketlerini izle. Baharları buram buram ıhlamur kokar Beşiktaş, kokla bak. Şehir kendi halinde yaşarken sen ondan bir şey anlamaya, onu anlamlandırmaya çalışırken o sana aldırmıyor bile. Varoluşu büyülüyor seni, peki ya o senin varlığının farkında mı? Yani sen elmayı seviyorsun diye…
Çok konuştuğum da oldu benim, bir daha hiç konuşmayacakmış gibi sustuğum da. Değil mi ki hepsi aynı büyük sessizliğin birer parçası. En azından benim tek duyabildiğim bu. 4 dakika 33 saniyelik bir ömür, anlamı çevirisinde yitip gitmeyen bir huzur. 



11 Şubat 2011 Cuma

"Arayışınız hala sürüyor mu?"

Dün, yıllar sonra ilk iş görüşmeme gittim. Akşamında ise uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla Beşiktaş Balık Pazarı'ndaki Turgut Vidinli'de iki tek atarken dramatize ederek anlattığım seri sarışınlıklarıma gülerken nefesimiz kesilecek gibi oldu. Ayşec. Maslak Plazalar Diyarı'nda adlı kısa film, odamda süper ince siyah çorabın inceliğine homurdanmamla başladı. Güzel olmasına güzel. İnsan kendi bacağını rontlarken yakalıyor kendini ama kaçtı kaçacak. Kesin bu kadınlar yanlarında ekstra çorap taşıyorlar. İş görüşmesi üniformam olması için yeni aldığım hanım hanımcık elbiseyi giydikten sonra yakanın pek öyle cık'lık bir tarafı olmadığını fark ettim zira yakaya, göğüsleri korseyle tepsi gibi bastıran bir 18. yüzyıl Fransız kadını havası hakimdi. Böylece elbiseden "hanımcık" gitmiş "hanım" kalmış oldu. İK'cı arkadaşımın hatırlatmasıyla da az bir makyaj yapıp çıktım. Aksi takdirde kuaförden çıktığımda ABBA yerine Cher tadı yakalamış olabilirdim. Benden baskın olacağından tat beni yakalamış olurdu ya, neyse. Üç santimlik topuklu ayakkabılarımdan çıkardığım yedi santimlik topuk sesiyle vardım Plazalar Diyarı'na. Hazır üst geçitte kimsecikler yokken bılendaks kızlığımın zirvesine ulaştım. Ben takkada takkada yürüyerek, artık yavaş yavaş belime doğru meyleden saçım ise kâh zıp zıp zıplayarak kâh rüzgarla sağa sola savrulup dudağıma yapışıp kalarak hedefe doğru ilerledik. Baktım kafayı kaldırıp plazaların adını okumaya çalışırken ya araba çarpacak ya ben arabaya çarpacağım, sora sora sora sora buldum hedef plazayı. 


İşte sarışınlığım tam burada, danışmadan aldığım ziyaretçi kartıyla başlıyor. O kadar dandik görünen bir kartta elektronik zımbırtı olduğunu ben nereden bileyim! Daha ilk kapıda çuvalladım. Tam kapının solunda yanan küçük ışığın ve altındaki zımbırtının bana bir şeyler anlatmaya çalıştığını düşünürken arkamdan gelen hafif tombalak bir beyaz yakalı imdadıma yetişti ve kartıyla kapıyı kahramanca açtı. Hedef firma (arada puan topluyorum sanki!) iki kat aşağıda olduğundan önüme çıkan bir sonraki kapının asansör olduğundan hiç şüphem yoktu. O derece ki sağıma soluma, yanıma yöreme bakmadan ve deminki teknoloji kabızlığımı telafi etmek istercesine basıverdim düğmeye. Asansör zanlısı kapının ardında bir ofis ve çalışanlar belirdi tabi. Neyse ki kahraman beyaz yakalının hedef firması orasıydı da "yok ya ben girmiyim, başka zaman işalla" diyerek soldaki daracık merdivenlere attım kendimi. 


Sonraki sahne focus grupların yapıldığı toplantı salonunda geçiyor. Danışmadan aldığım formu doldurdum, ebleh ebleh etrafa bakınıyorum. Sola bakınca kendi yansımamı gördüm ve refleksle ilk yaptığım şey, hafif renk veren sebzeli meyveli dudak nemlendiricimi çantamdan çıkarıp yansımama doğru ilerlemek oldu. Tam sürdüm düzeltiyorum ki birden bakış açım genişleyince duvarı bir uçtan bir uca kaplayan aynanın beni sadece bana değil, aynanın arkasındakilere de gösterebildiğini fark ettim. Durumu hafifletmek adına biraz "ehe"ledikten sonra aynanın diğer yanında tesadüfen kimse olmadığını umarak pıs pıs yerime oturdum.


Hikayenin geri kalanındaki tek sarışın, görüştüğüm İK'cı. Beni ikinci mülakata çağırmayı düşündüğü için kendisiyle pek alıp veremediğim yok. Doktora yapacağım için tam zamanlı düşünmüyorum dedikten sonra vaktini aldığım için kendisi benden kısa bir anlığına nefret etmiş olabilir, ona bir şey diyemem. Nitekim gemileri yakmadık. Yaşasın büyümekte olan kalitatif departmanlar! Pazar araştırmaları için aynı şeyi söyleyemem tabi. Kapitalizm beybi.


Gözüme başka bir firmayı kestirdiğim için de rahattım. O firmaya da "sizi gördüm beğendim, beni tanısanız siz de beni çok seversiniz" kabilinden bir mail attım şimdi. Onlar görüşmeye çağırırsa bu sefer elim ayağıma iyice dolanabilir, bir size-kalmadım tavrı sergileyemeyebilirim. Belki de çağırmazlar. Keşke çağırsalar. Henüz bilmiyorlar ama bence beni arıyorlar. 


Bugün ilk defa başvurmadan iş teklifi aldım. Lakin CV'me fotoğraf ekledikten bir saat sonra aldığım bu müşteri temsilciliği teklifi beni kimi düşüncelere sevk etti. Fotoğrafçı fotoşopun gözünü çıkardı da elim yüzüm düzgün mü çıktı acaba diye tekrar baktım CV'deki fotoğrafa. Yoo, basbayağı armuda benziyor kafam. Komedyen kadın fizyonomimle tezat teşkil eden zorlama bir gülüş eşlik ediyor bu kaş göz çizilmiş armuda. Hem sen o kadar siyasi temsil bok püsür diye tartış, ondan sonra İK'cılar arasın müşteri temsilcisi olman için. Peeh...


Zaten hasta oluyorum bu giriş cümlesine: "Arayışınız hala sürüyor mu?". O kadar felsefi bir soru ki bir iki saniye kitlenip kalıyorum. Arayış derken? Aradığım ne ki, neyi bulmayı umuyorum? Aramak hiç biter mi ki? "E-evet, sürüyor... Hmm...ilgilenmiyorum, teşekkür ederim". İş aramıyor, iş reddediyorum adeta. Jennifer Lopez'in konuk oyuncu olduğu How I Met Your Mother bölümüne benzedi. Hayır, hayır, hayır...buna da hayır. Tam küfrü basmalık. Havan kime yabancı? Havam batsın da müşteri kimdir, nasıl temsil edilir...ne bilem ben. Gözü çıkasıca kapitalizm. Gerekirse onu da yapacağım tabi. Ama gönül istiyor ki kendi işim olsun. Vay efendim bir saha, bir etnografi, analiz et, rapor yaz filan. Gönül neler istiyor be İK'cı abla, arayış hiç biter mi? Hiçbir şey olmamış gibi boşlukta kaybolup gider mi?


O değil de ben bugün bu satıcıyı gördüm: "Çantanıza koyun isterseniz. Torbaya koyarsam eliniz üşür." Üsküdar'daki taksiciyi andım. Kalbimin kırılmasını istemiyordu o da. Fakat ellerim? Üşümesin? Vay başıma. 


Mübarek Cuma (temsili resim)



10 Şubat 2011 Perşembe

Küçük Aklın Kakofonisi


Havalardan Ortaçgil, renklerden Kasım ayı öğleden sonra sarısı. Kış ortasında bu letafet hayra alamet değil. Mart soğuk geçecek besbelli. Uyku tutmayınca ne garip şeyler düşünüyor insan, birbiriyle alakasız ne çok şey. Gecenin tam üçünde olmakla birlikte dertlerin en gücünde sayılmam. Saat de üçü epeyce geçiyor zaten. Veblen’i düşünüyorum. Leisure class teorisini evirip çeviriyorum aklımda. Gözümü para bürüdü, alım gücümü satın almak istiyorum. Boş vakitlerimin bedelini ödeyemez oldum; vakit, terk-i leisure class vaktidir. Bitip tükenmez bir talebeliğe istinaden tecil edegeldiğim kahramanlığa bodoslama soyunma vaktidir. Evet kahramanlık, o da John Lennon’a istinaden.

Uyku tutmayınca…çünkü tutmayınca tutmuyor…karanlığa cin gibi bakan gözleri ve birbirine sokulmuş soğuk ayaklarıyla bir sürü şey düşünüyor insan. O eteğe o para verilir mi verilmez mi diye düşünüyor mesela. Şu kitabı kaç günde okur, yazan hocanın başına kaç vakte kadar ekşirim diye düşünüyor. Bir sürü hesap kitap. Bu yaştan sonra gene doğal sayılardan başlamak insanın ağırına gittiği geçerken uğruyor aklına, çok kalmıyor. Ne gerekirse yapılacak zira. Sigarayı bırakıp, doktoraya başlamak? İkisi de hocamın sayesinde. Mail atmak istedim bugün, hocam böyle böyle, siz ne dersiniz diye. Fikrini öğrenmeye ihtiyacım vardı ama hocam yoktu. Birkaç saniye geç de olsa hatırladım. Hatırlayınca fikirsiz, yönsüz hissettim kendimi. Ne yöne dönüp, ne yapacağımı bilemeyip olduğum yerde kaldım. Mecazen değil cismen durdum.

Neler düşünüyor kadın… Ağzını hafifçe aralayıp bir isim bırakmak istiyor yastık ve başına kadar çektiği yorganın arasından gecenin karanlığına…ona bile utanıyor. Gözlerini yumuyor utancından, bırakıveriyor. Ucu bucağı görünmeyen dipsiz laciverde beyaz kağıttan küçücük bir gemi bırakır gibi…çoktan ılınmış çorbaya alışkanlıkla üfler gibi…seslenir ama çağırmaz gibi…görür ama bakmaz gibi. Size hiç olmaz mı kuzum, hiç yapmaz mısınız böyle şeyler? Oysa ne güzel, ne huzurlu şeydir olmayan birine seslenmek. Karanlık olmasa bile sessizlik ve yalnızlıkta. Duyabildiğiniz tek şey kendi nefesiniz ve biraz da dışarının gürültüsüyken, bırakın ağzınızdan bir isim kaçıp kavuşsun özgürlüğüne. Ne zapturapt altına alınabilir ne de ismin sahibine gidebilir kimseye zararı dokunmayan fısıltı kabilinden firari seslenişler. Şehrin gökyüzünde biraz salındıktan sonra havada asılı kalırlar. Gösterilenle arasındaki bağ kopan gösteren nasıl boş gösteren olmaz da bu kadar huzur verebilir aklım ermiyor. Boşverelim göstereni göstermeyeni…ister çok uzakta olsun, isterse yaşamıyor olsun artık, anne demez mi insan, anne diye seslenmeyi özlemez mi? Onun gibi. Hocam diyorum bazen. Azat kuşları varmış hani eskiden. Sahibine para verince azat edermiş güya, parayla özgürlük. Alışkanlık bu ya gerisin geri dönermiş kafese. Sonra yine parayla azat, sonra yine. Aynı kafes, aynı kuş. Bunun içinde para yok ama gidecek yeri de yok. O yüzden azat kuşları gibi az dolanıp gerisin geri gelir karanlık boşluğa bırakılan sessiz seslenişler.


ALES kafası: Hiç tanımadığım bir çocuğa sırf 10 yaşında diye sokulup “seni 1 porsiyon kabul edersek ben 2.5 porsiyonum ama hala doğal sayılardan başlayıp OBEB OKEK’le devam eden test çözüyorum. İnanmıyorsan bak bu 0.7 2B uçlu kurşun kalemim, bu da yumuşak rotring Tikky silgim. Bunun sonu yok ufaklık, kaç kurtar kendini” demek istiyorum. Yaşıtlarım evlenip ürüyor. Ben kimim, burada ne yapıyorum? 251 sayfalık bir kitabın sayfalarını numaralandırmak için kaç tane rakam kullanılır bilmiyorum da sağlam bir araştırma sürecini takiben 251 sayfalık bir kitap yazabilirim. Bu durumda yazdığım kitabın sayfalandırılması için kaç rakam telef edildiğini hesaplayabilmek gerçekten büyük mutluluk.


Yaş oldu 2x+5 diyorum da yine Karga’da yine bira içiyoruz. Bir farkla: 8’de oturup 12’de kalkıyoruz ve kimse de “abi daha çok erken, buradan şuraya geçelim” demiyor. Hafta içi olgusu. Bana ne oluyorsa. Perdesi yüksek kahkahalarımız yerli yerinde olsa da gözler de bir o kadar saatlerde. Bu kadınlarla bu şöminenin önünde daha saatlerce oturabilirim. Karga’yı bir ev olarak hayal ederim hep. Eski usul, tastamam bir ev. Denize biraz uzak ama basbayağı otururdum burada. Karışmak için yer arayan sevdiğim her şey iki birada birbirine karışıyor: Karga’yı bir ev olarak düşlemek, şömineye dalıp gitmek ve sevdiğim kadınlar. Değil kahkahalarımız, şöminedeki odunların çıtırtısı bile yetiyor 5 yıl sonra ilk defa iş görüşmesine gidecek olmamın belli belirsiz gerginliğini bastırmaya. “Hepimiz sağlıklıyız ya…” diye üç noktayla biten bir şükür bırakıyorum, bu defa Kadıköy’ün soğuk gecesine, boş sokaklarına.



Dolmuşla karşıya geçerken insanlar Boğaz’a bakıyorlar mı diye anlamak için insanların başlarını izliyorum. Kimi ezbere çeviriyor başını, kimi farkında bile değil köprüden geçtiğimizin. Boğazın ışıklarını izlerken elimde olmadan gülümsüyorum. Havada asılı duran yıldızlara takılıyor gözüm.