31 Mayıs 2011 Salı

Reminiscence

Market arabasını ittiriyorum. Bisikletten sonra kullanabildiğim tekerlekli tek araç. 
"Aracınızla mı geleceksiniz?"
"Hayır, oradan hangi otobüsler geçiyor acaba?... Anladım. Teşekkür ederim, görüşmek üzere."
Benden küçük, benden büyük; kibirli, kibirsiz bir sürü insanla görüşmeler yapıyorum. İstanbul'u bir baştan bir başa. İETT'yi hatmetmek üzereyim. Akbil en yakın arkadaşım. Ciddi görünmek en büyük iş. Kendimi hiç ciddi hissetmiyorum. Çakma plaza kadını gibi giyinmem bundan. Ciddi görüneyim derken çok saçma görünüyorum. 
İşte aynı saçma kıyafetle ittiriyorum market arabasını peynir reyonuna doğru. Yorgun, bezgin ve uykuluyum ama uzun uzun alışveriş yapma huyum baki işte. O an ekran karlanıyor, değişiyor görüntü. Şimdiki halimin tam aksi, bir market arabasının arkasına basmış hız yapıyor reyonların arasında. Üniversitedeyim. Yalnız değilim. Çocuklar gibi şen, hatta hala biraz çocuğum... Varsın güvenlik görevlisi ters bakışlar atsın. Bize iki ters bir düz o zaman. 
Şimdi istiyor muyum gene arabanın arkasına basıp hız yapmak? Basacak yer var mı diye bakıyorum gayriihtiyari. Yok. Olsa, görece tenha bir reyon seçip belki... Belki içkilerin olduğu reyonda inadına. Ben zaten hep inadına, hep inadıma. Bir dil peyniri, biraz ezine, biraz biberli yeşil zeytin...
Dışarıda hava ılık, ıhlamurlu ve sarı ışık. İçeride zaten hep aynı. Hep biraz sepya hayat artık. Yağmur yağmayacak, hayır. Yağsa da yağmayacak bundan sonra. Ekran hep karlı. Şu uyduyla oynasın biri. 




29 Mayıs 2011 Pazar

Bik Bik #6

Monitöre odaklanmış rapor yazarken sol cenahta bir kıpraşım algıladım. Bir de baktım çok bacaklı küçük bir yaratık masa takvimimde tırmanışa kalkışmış, epey de yol kat etmiş ufaklık. Evde ne zaman böyle tehdit oluşturmayan böcek, örümcek yahut sürüngen zevatından bir adam görsem onunla konuşmaya başlıyorum. Bir kere yavuz hırsız misali –sanki bu dünya benimmiş de o sonradan gelmiş gibi- sen nereden çıktın diye bir soruyorum. Sonra –belki de yalnız 3-4 yaşındaki bebelerle konuşurken kullandığım sevimli ses tonumla- korkmamasını söyleyip, bir şeye sarıp aşağıdaki bahçeye atıyorum kendisini.

Ankara’dayken B. evimizde ne zaman böyle bir davetsiz misafir (klişe timi?) görse çığlığı basar, ben de açıklama duymayı beklemeden elime bir gazete geçirdiğim gibi yanına giderdim. Sonra da kıyamaz –eğer gerçekten korkunç değilse- bir şeye sarıp aşağı atardım. İstanbul’da evimde birkaç kere denk geldim böyle arkadaşlara. Bir iki kere minik birer çığlık atmış bile olabilirim ama kimse koşmadı elinde gazeteyle, bu durumda biraz burulmuş da olabilirim. Süpermenlik taslayacak kimsem kalmayınca ben de gönül rahatlığıyla Lois Lane’e bağladım, ne yapayım. Bu aralar ana okulu öğretmenini andırıyorum, o ayrı. Mütecaviz hayvanata bir fasulye saydırıp, boyama yaptırmadığım kaldı. Aslında patatesi tam üstlerine basarsam patates baskı fena fikir değil.

Bugün yeni bir blog açacak olsam adını “her şey yalnızlıktan” koyardım sanırım. Böyle inşallah, maşallah, eyvallah gibi; ya da aq gibi bir şey. Her boka uyuyor, her şeyin açıklaması bu olabilir. Evren nasıl oluştu? Yalnızlıktan. Buzdolabı neden çalışmıyor? Yalnızlıktan. Neden geç kaldın? Yalnızlıktan. Her şey yalnızlıktan. Ya ne olacağıdı? Mükemmel bence.

Her an bir sinire-kestiğim-anlar serisi yapabilirim. Geçen gün çok üst üste geldi, bundan bir seri çıkar dedim. Her şeyi tetikleyen ana haber bülteni oldu tabi. “Lisede kız kavgası” başlığıyla haber veriyorlar. Oldu olacak “karı kız” deyin, olsun bitsin. Haber değeri tartışılır bir yana,  ancak hem bu kadar yüzeysel hem de bu kadar hakaretvâri verilebilir bir haber. Feminist olmak işten değil (bkz. ironi). O değil de geçen Kadıköy’de liseliler gördüm el ele, kıskandım. Lisede sevgilim olsun isterdim. Hiç yaz aşkım da olmadı benim. Bu ikisi yüzünden baya zavallı hissediyorum şu an kendimi. Geri de alamazsın, gitti gider. Allahın platoniği.

Bey’lik Hanım’lık müessesesini nasıl yadırgadığımı anlatmış mıydım? Ayşe Hanım olmaya alışmaya çalıştığımı zannederken, geçen akşam İmroz’da garson “siz” yerine “sen” deyince irkildim. İrkildiğimi fark edince de baya soğudum kendimden, ne pis bir insan olmuşum lan ben. Bugün de hemşire “kaç yaşındasın” diye soruverdi zaten durduk yere.

Yalnız çalıştığım bu son sahada yaşımı ben de epey sorguladım. 20-21 yaşında insanlarla görüştüğüm oldu, 26 yaşında olduğumu öğrenince bir şaşırdılar filan, gülmeceler şakalar… çok utandım. Güya büyüğüm ondan ama öyle bir hayat yaşamış ki değilim aslında. Olsa olsa kardeşi olabilirim. Kendi işini kurmuş, askere gitmiş, dönmüş burada çalışmaya başlamış…ulan ne ara? Ben ne yapıyordum o sırada? Hem çocuk hala, naif; hem de bir şey çökmüş üstüne. Bir şey ama adı ha deyince konulacak cinsten değil. Hayat? Hayat çökmüş çökmesine ama  o daha çökmemiş, güçlü. Üç kuruşla direniyor. Ben de burada… ben de burada ne? Çalışıyorum? Bir ayda aldığının fazlasını alacağım bu bir hafta-on günlük işten. Aile geçindirmiyorum, hatta ailem beni geçindiriyor hala. Gelir adaletsizliği iki vücuda gelip birer sandalye çekmiş de görüşmenin gerçekleştiği masaya karşılıklı oturmuş sanki. Gelir adaletsizliği, fırsat eşitsizliği, utanç, azim, mücadele…masamız kalabalık. Bir saçmalık var bu işte, hem de büyük bir tane. “O kadar okudum” diye geçiriyor içimdeki utanmaz. Ama “o da okuyabilirdi. Yaptığım atla deve değil, bu parayı o da kazanıyor olabilirdi ya da çok daha iyilerini”. Anlamanın çözmeye yetmediği noktalardan biri bu. Hatta anladıkça sinire kesiyor insan. Bu böyle olmayabilir, çok başka olabilir, böyle yaşamak zorunda değilsin; bu kader değil ekonomi, siyaset, pislik bu. Bu tam bir bok çukuru.

Sonra bu sabah annemin ameliyattan çıkışına yetişmeye çalışırken arabasına bindiğim taksici var. Bugünkü eyleme yağdırıyor. Zaten sinirliyim, susamadım fazla. Bu sefer başladı Kürtlere, Alevilere, Ermenilere yağdırmaya. CHP, AKP kim varsa aldı nasibini. O benim, ben onun damarına bastıkça anladım ki vücuda gelmiş (MHP’li) bir Türk-İslam senteziyle konuşuyorum. Yatmış çıkmış ve dahası 104 kitap okumuş 7 yaşından 9 yaşına kadar, hepsi de Allah’ın gönderdiği ki ben öyle bir yayınevi duymadım, tanımıyorum. Bu yüzdendir ki o her şeyden emin, her şeye vakıf, her şeyi biliyor ve ben biçare, genç olduğu kadar yarım akıllı kadın, pardon, kız. Ben her türlü istismara açık ve böyle ipe sapa gelmez eylemlerle geleceğini yakacağından bihaber genç kız. Yoksa neden “olmaz olsun öyle gelecek!” diyeyim. “İndirin beni, yürüyeyim şuradan” da dedim ama beynimi sikmekten acayip zevk almış olacak ki bırakamadı. Müslümanlık muhabbeti gelip de bilmem kim hazretlerinin torunu olmaya dayanınca tamam dedim kızım ayşec., İstanbul turu başlıyor. İç konuşmalarına metin yazacağına baksana taksimetreye, çalışmıyor. Sonra “hakkını helal et”. Etmiyorum ulan, etmiyorum. Zehir zıkkım olsun. İnsanlığınıza tüküreyim. (Sinirli bir insan değilim aslında. Sinirli insanları sevmem, onlara saygı duymam da zordur. Fakat korkarım ki yavaş yavaş sinirlenmeye başlıyorum. Bigidinlan diye blog var ya hani, bsgaq! diye blog yazasım geliyor bu ara ama çakma olduğu çok belli olur şimdi.)

Jenny Lewis with The Watson Twins’in Rabbit Fur Coat albümü, seni istiyorum. Buraya da yazıyorum ki alayım. Sen yeter ki söyle, ben dinlerim ya..

Daha da var, daha çok şey var söyleyecek ama saatler ilerledikçe kabağa dönüşüyor, kabak tadı veriyor yazdıklarım. Dolayısıyla 35 numara camdan ayakkabımın tekini elime alıp koşarak karanlıkta kaybolmalı... Bugün bile söyleyecek o kadar çok şey var ki  böyle susarak yazmak en doğrusu…



27 Mayıs 2011 Cuma

Much ado about nothing #15

Çeviriydi, sahaydı, rapordu derken blog yazmaya vakit bulamaz hale geldiğimi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Yazdım, hem de iki kere, fakat yayımlamamla silmem bir oldu. Oysa bendeki bu duygusala ışık hızıyla bağlanma hali yeni değil, bilakis birçok yazımda izleri takip edilebilir. Lakin kendimi eskisi kadar rahat hissetmiyorum bunu aşikar etmek konusunda. İsterse bir kiraz vakti daha gelip çatmış olsun, ne gam... Ne gamı lan bu güzel havada. Yok gam mam, hayat güzel. Yani...sanırım.

İnsanın kendi parasını kazanıp yemek konusunda heyecanlanmasının 26 yaşına tekabül etmesi biraz utanç verici. Esasen bu bir ilk olmamakla birlikte artık öğrenci olmadığım için ilk sayılıyormuş. Yoksa misal, bundan altı yıl önce de bir projeden aynı parayı kazanmıştım. Ama sonra o parayı olduğu gibi alıp B tipi likit fona yatırmıştım. Her ne kadar anneannemin anneme benzemediğim ve parayı elimde tutma becerim olduğuna dair inancı tamsa da o eski halimden eser yok şimdi. Paradan çatır çatır diye ses getirene kadar yemekten yanayım. Nitekim yiyorum da. Bugün iki elbise aldım. Levent'te staj yaparken bile girmiştim aslında bu kafaya: Madem ki para kazanıyorum, o zaman en yakın AVM'ye girmeli ve türlü çeşit giyim eşyasına gömmeliyim bu parayı. Onun değişik bir versiyonunu da yaşadım bugün: Madem ki iş için bütün ulaşımımı akbille sağlıyorum, o zaman harcırahın geri kalanını Gelik'te kuyu kebabına gömebilirim (hayvanseverliğim malum). Zaten arkadaki bahçesi de açılmış, değme keyfime. 

Annemleri de yemeğe çıkardım en nihayet. Elbette ki planladığım gibi olmadı ama olsun. Zaten hiçbir şey yeteri kadar iyi olmayacak, bunu bilmek biraz içimi rahatlatıyor. Bu rahatlıkla da gidip cep telefonu ve gürültüyle zonklamayan buzdolabı almayı planlıyorum. Paris'in hayal olarak kalacağı çok belli. Kuracak bir hayal aradım, aklıma Paris'ten başka bir şey gelmedi. Gene ara ara kurarım ben onu sinsice, en güvenli yerde, aklımın gerisinde. İyi şarabı, gün boyu yürüyüp kaybolmayı, sonra bir sokağın arasında Eiffel'i görünce çocuklar gibi sevinmeyi, Sacre Coeur'den şehri izlemeyi, Rodin'in heykellerine tapınmayı filan...kurarım ben, kurmaz mı insan. İstesem de alamam kendimi bunları düşünmekten. Aklım kaçar, düşünürüm. 

İşi bu yüzden de sevdim, seviyorum işte. Hatta beraber götürebildiğim sürece çeviri de yapıyorum ki iyice, sıkı sıkı tutsun aklımı, estiği gibi kaçıkaçıvermesin. Şimdi, gerçi, öte yandan...yine erguvanlar bastı İstanbul'u... Bak gene kaçtı, işte hep böyle oluyor. Firari kadının firari aklı olur elbet. Aman bırak ne firariliğim kaldı allasen. Yok yok kesin gene vardır içimde.

Deli gibi kilo aldım. Alırım almam, bu bir yana, kilomdan ötürü kendimi bu denli mutsuz hissedişim bir ilk. Resmen mutsuzum, kompleksliyim. Düğün fotoğraflarında patladı patlayacak, kırmızı bir fıçı gibi çıkmış olduğumu görmek de tuz biber ekti. Tamam tamam, kilo muhabbeti yapmayacağım. Ama sürekli bunu düşünüyorum, haberiniz olsun. 

Sarhoş girdiğim ALES'ten yeterli puanı almışım. Sahip olup olabileceğim akademiye ilişkin son başarım bu olacak herhalde. 20 yıl sonra meyhane köşelerinde vızıklıyor olurum artık "puanım tutuyordu" diye. Köşe iyi de muhabbet kötü. 20 yıl sonra ben neye benzeyeceğim, hayatım neye benzeyecek? İleri sarmayı şiddetle istediğim anlar oluyor. 

Bugün tarih tekerrür edeyazar gibi yapıp gülümsetti beni. Gene sahadayım ama fırıncılık değil İK'cılık oynuyorum şu aşamada. Derinlemesine mülakat yapıyorum insanlarla vesaire. İlk etap da demografik bilgiler. Bugün ilk defa istenenden daha da fazlasını sordum, sırf meraktan, özel ilgi. Yıllar önce de köşesine çarpı attığım bir anket olmuştu, onu anımsadım. Şimdi bu mesleği kötüye kullanmak mı kuzum? Niyetim kötü değil ki hem. İnsanları seviyorum. Ama bazılarını daha çok takdir ediyorum işte. 

Yeni tanıştım sayılır birine akademi fetişimden bahsettim, insanların kurumsallık fetişinden iyidir dedi, yüz buldum. O etek-ceket-topuklu giyip plazalarda çalışınca "oldum" sanan kadınların kafasına giremeyeceğim asla. Öğle yemeğinde salata, çıkışta biraz alışveriş. Yok be, hiç bu değil aklımdaki. Bugün iki elbise almış olabilirim ama kısa, uçuş uçuş ve çiçeklilerdi. Herkesin kendi dünya algısına göre belirlediği bir en yüksek statü, bir en prestijli konum var sonuçta. Kimine göre bir mafya babası, kimine göre albümleri en çok satan pop şarkıcısı, kimine göre de Amerikan başkanıdır bu en büyük prestije sahip, gelinebilecek en yüksek düzeye erişmiş kişi. Valla benim için Prof. Dr.'dur, doğruya doğru. İster aydınlanma eleştirisinden gir, rasyonaliteden çık umurumda değil, seviyorum. Bilimin bilimliğini sonuna kadar eleştiririm, o ayrı. Lakin gözünü sevdiğim akademi içime işlemiş. Hop, şarkı geliyor buraya. 

İşte böyle...hayat geçiyor sevgili okur. Bugün saçlarımı rüzgara, yüzümü de güneşe vermiş, motorla Üsküdar'a geçerken onu düşündüm: Mevsimler daha mı hızlı geçiyor ne? Yok valla, gıdım felsefe yok, öyle dümdüz düşündüm. "Gene" diyorum artık, "gene bahar geldi" ya da "gene kış". Daha önce de yaşamıştım bu mevsimi, biliyorum. Mevsimler de eskiyor mu ne, bilmem ki. 

Böyle işte...yaşayıveriyorum, yaşayıp gidiveriyorum. Ne kimseden mutsuz, ne kimseden mutlu. Plastik gibi biraz, cam gibi, sunta ya da briket gibi. Öylece yani, bilmem. Düşünmüyorum. 



Handle me with care ve Bad Man's World diye şarkıları da varmış bu kızın...güzel mi ne. Herkes biliyor ve gene en son ben öğreniyorum değil mi? Aman öyleyse de geç olsun güç olmasın. Bir bu, bir de "olduğu kadar" favori cümlelerim bu ara. Olduğu kadar artık. 

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Bik Bik #5

Bugüne kadar pek kamu yararına yazdığım söylenemez ya işi iyice bencilliğe vurasım, bencilce yazasım var. O yüzden kamu yararına bir şey yapıyorsam o da kendimi, yazmama vakit bırakmayacak şeylerle (iş? işler?) oyalamayı başarıyor oluşum. İşin en hayati ve hatta hayırlı işlevi bu olmalı: varoluşuna retorik sorular sormayı bırakmak, bir rahat vermek. İş ne zaman ki bitiyor yahut ben ne zaman ki kaytarır gibi oluyorum, hop bir şarkı takılıyor aklıma, hop dilimin ucuna zıplıyor oradan. Aklımla dilimin uzun mesafeden ilişki yürüttükleri pek söylenemez zaten.


AKP’nin iktidarına benzer bir durum var ortada. Kimle konuşsam “çok yalnızım lan”. Ulan sen yalnızsan, ben yalnızsam, bu sapır sapır evlenenler kim? Hepimiz yalnızlıktan kırılıyorsak bu düğün davetiyeleri, bu yeni sevgililer, bu eski sevgililer kimin?! “Niye bizde yok” lan.


Kaçtır önünden geçerken British American Tobacco’nun logosuna benzetiyordum Sultanbeyli Belediyesi’nin logosunu. Şimdi baktım da benim fesatlığımmış.

Yakın arkadaşın yeni sevgilisi: Ne cins bir adam olursan ol, iyi niyetini sezersem sonuna kadar arkanda duracağım ama bu, oyuncu değişikliğine hızlı adapte olmama engel değil. Bu kubbede bir hoş sadâ olarak kalacaksın: “İyiydi o ya.”

İlişki ya da ilişkiye benzer işleri bırakalı beri eşin dostun ilişkisel mevzularından sebepleniyorum. Daha temiz, daha eğlenceli. Yakın ama uzak, bura iyi bura.

Ne zaman reglden bahsedecek olsam da kendimi durdursam Oğuz Aral’ın söyledikleri geliyor aklıma. Kimden bahsediyorduk hatırlamıyorum ama mizahçı kadınlara gelmişti konu. Kadınların mizahta söz sahibi olmasıyla birlikte regl gibi farklı konuların da dolaşıma girmiş olmasından ne kadar memnun olduğunu söylemişti. Kadın regl oluyor mesela, derdi bu, bununla dalga geçiyor, bunu çiziyor. Meslekleri ne olursa olsun yazan çizen akıllı adamların aynı şeyi söylemesi hoşuma gidiyor: Derdin neyse onu anlat. Sosyal bilimciysen onu çözümle; mizahçıysan, dalganı onla geç. Senin derdin ne, önce bunu belirle, bunu bil.

Regl diye bir şey var. Kadınların başına geliyor ara sıra. Herkes de bunu biliyor, saklanacak bir durum yok yani. Ben regl olmasam, o regl olmasa kim doğuracak bu kadar insanı? İş muhabbetini yapmaya gelince yok öyle bir şey. Nasıl yok? Babam mı tüketiyor bu kadar pedi, ağrı kesiciyi ve hatta sıcak su torbasını? Zaten sinir oluyorum en hayati mevzuların hasır altı edilme eğilimine. Aksi gibi de milli sporumuz. Beğenmiyorsan ört üstünü gitsin. Oldu canım!


Oturdum Rezzan Kiraz’ı dinledim dün, yok mu hani astrolog. Terazi için neler dedi kadın. 2008’den beri bir sınava tabi tutuluyormuşuz da; bu sınav sürecinde öğrendiklerimiz hayatımızın geri kalanında çok işe yarayacakmış da; bu sınav 4 Ekim 2012’de bitecekmiş de… Teyze bir kere o 2007 olacak, bir de bana ÖSYM gibi konuşma, çok uzatmadan şifreyi ver. 
Ayrıca ben o Satürn’ün ağzını burnunu kırarım, ayı mı oynuyor burada?

Karşımda öpüşen çiftin üstüne bardağımda kalan son birayı dökecekmiş gibi yaptım, karşımda oturan insan “niye yapmıyorsun” diyerek aldı fırlattı sahiden. Öpüşenler duymasın ama ben o insanı severim arkadaş, yapacak bir şey yok. Mevzubahis benim biramın son yudumları olmasa aşık bile olurdum evelallah. Nerede zeki ve itici adam var, itinayla bulup seviyorum. Dünya ahret bacım tabi.

“En ummadığın anda gelir bulur” derler ya aşk için. Küçük aklımla feyk atmaya çalışırken yakalıyorum bazen kendimi: “Bak bakmıyorum, hadi. Hiç de istemiyorum, hiç de umurumda değil”. Yalanını sevsinler ayşec. Şu aşamadan sonra aşık olacağım ilk adamla kurumsallaşacağım. Şimdiden ikinci çocuğu doğurmanın ne kadar birikim gerektireceğini hesaplamaya çalışmıyorsam ben de ne olayım. Aslında profesyonel anne olmak istiyorum ama feministsin dediler, kız vermediler. Zengin kocayı kimse kaybetmediği için ben bulamayacağıma göre profesyonel annelik seçeneği baştan eleniyor zaten.

Birkaç gün anneannemde kaldım ya, hep ondan. Bir hayırlı kısmet muhabbetidir aldı yürüdü. Bunu iş edinen az daha genç teyzelere başvursam iki günde everecekler zaten. Bu merakın sebebini anlayamıyorum. Bok var sanki. Bütün sinirim teyzelere. Geçen gün potansiyel Müge Anlı konuğu bir teyze gelmiş bu muhabbeti yapıyor bana. “Evliliği bitirmek” deyip duruyor, sürdürmek manasında. Orada tek yapmam gereken bardağındaki çayın seviyesine odaklanıp bittiği an doldurmak, hepsi bu. Dilimi tutamadım tabi. Baktım olacak gibi değil NTV haberi açtım. Daha büyük bir kötülük gelmedi aklıma o an. Kaskatı kaldı, ben de rahatladım.

Diyorum ya bütün sinirim teyzelere, anneanneme kızamıyorum. Bu evlilik bok püsür işleri olmasa sırf gönlü olsun diye bir tane doğuruvereceğim şuraya hatta. Yalnız bazen öyle bir şey diyor ki ben kaskatı kalıyorum bu sefer. “Allah yazmıştır tabi ama daha karşına çıkmadı herhalde”. Duymayacağını bilerek tek kelimelik bir cevap verdim, kendim üzüldüm sonra. Eksik olmasın yazmış ama kimse çıkmazsa ben hangi merciye çemkireceğim elimde o yazılı belgeyle? Teslimatta sıkıntı varsa “burada yetkili kim” diye ne cehennemde terör estireceğim? “Bak kardeşim, ne yazıyor burada? Fragile. E ama siz kırmışsınız ya bunu. Kalbi malbi ne varsa paramparça olmuş. Hediye ama değiştirme kartı da çıkmadı içinden, ne halt edeyim ben bunla?”. Bu iyi senaryo. Kötü senaryo: “Paketinizi getirdik ama evde bulamadık, şansınıza küsün”. Ne küsmesi, ben öyle şansın ta… En kötü senaryo: "Hanımefendi değiştirme yapamıyoruz çünkü bu model üretilmiyor artık, sonuncuyu da siz kırmışsınız" ("nerede öyle adam" serzenişine "nereye koyduysan oradadır"dan iyi cevap düşünemiyorum). 

“İtimat ettiğin arkadaşın yok mu hiç?” Bir de bu var. “Güvendiğin” dese bu kadar ağır gelmeyecek, “itimat” koyuyor. Sevmek de değil itimat etmek. Zort diye dersin “birini seviyorum” ama “itimat ediyorum” nasıl denir ki? Niyesini karıştırmıyorum artık, bu bir ihtiyaç, onu anladım. Ama nasıl? Tiyatro egzersizi vardır hani, gözlerini kapayıp geriye doğru bırakırsın kendini. Arkandaki insan tutar seni. Bir de üst versiyonu vardır, birkaç kişi elleri kavuşturur karşılıklı, bu sefer kendini yüksek bir yerden bırakırsın. Çok zorlandığımı hatırlıyorum. Şimdi olsa daha da zor (Yalnız, bundandır ki düşecek gibi olduğumda beni tutup yakalayan insanlara aşık olma eğilimim var). Bir de güvenmekten aynı şeyi anlamıyoruz, hiç anlamıyoruz hem de. Benim anladığım yanında olmak, basbayağı, düz anlamıyla. Sevincinde üzüntüsünde yanında olmak bir insanın, derdi tasası neyse omuz vermek, paylaşmak. 10 yaşımda annem beni yatağıma yatırmış üstümü örterken –masadaki konuşmalar aklımı kurcalamış olacak- “komünizm ne demek” diye sormuştum anneme. O bir an duraksaması dün gibi aklımda (Ben olsam “hah, bunu da kaybettik” diye geçirirdim içimden ki anneannem de muhtemelen böyle bir tepki verirdi). O sadece bir andan sonra gülümseyerek “paylaşmak” demişti annem. Hiç aklımdan çıkmadı. Osman’ın annesini otuz kadar sevmesi gibi. Sonradan bir sürü sayı öğrendiği halde o yaşta bildiği en büyük sayı otuz olduğu için otuz kadar seviyor annesini. Şimdi sorsalar gene otuz dermiş, filan (biz biraz manyak olduğumuz için uzay, evren falan girmişti işin içine). Ben de o kadar şey okudum sonradan; üretim araçlarıydı, emekti, sömürüydü... Şimdi sorsalar “paylaşmak” derim ben de. İtimat edebileceğim insanla ilişkim de “komünist” olmalı bu yüzden. Yattıydı kalktıydı, öptüydü kaçtıydı…bu değil. Bunlardan büyük, aşkın bir şey olmalı. Leyla’dan geçme faslına mı geldik diyeceğim ama Leyla benim, nasıl geçeyim, en geçmiş halim bu.


Randevu veriyorum: Yarın öğlen 2’de Taksim Meydanı’nda. Yakaya kırmızı karanfil isteğe bağlıdır ama bu yürüyüş şart. 

Bu modem internete girmeyecekse size mi girecek: http://www.youtube.com/watch?v=GoGaMotGJOY

12 Mayıs 2011 Perşembe

Karakol: Ağzından Öpmüş, Yanağından Vurmuş

Aslında işimdeyim gücümdeyim ama tutamadım kendimi, daha doğrusu tutamayacak yazacağım. Halbuki bir dur değil mi, üstünden biraz vakit geçsin, azıcık sindir ondan sonra söyle ne söyleyeceksen. Ama yok tweet'le mweet'le olacak iş değil bu. İyi kötü bahsetmezsem çatlarım. 


10 saat mesai karşılığı 3 sayfa boyu yol kat edebildiğim çeviriden kaldırdığım gözlerimi iki dinlendireyim diye televizyonun karşısına oturduğum gibi yeni bir dizinin ilk bölümüne hatta jeneriğine -o derece- denk geldim. Tanıtımları baya itici gelmişti, o yüzden asgari düzeyde beklentiyle başladım izlemeye. Hoşlanmadığım oyuncusu yok gibi bir şey. Kadrosu düpedüz sağlam işte, niye çeviriyorsam (elim alıştı zahir). Var ama, gene bir iticilik var. Hem de hiç öyle insanın dilinin ucunda ikamet eden cinsten filan değil. Rahatlıkla maddelenebiliyor. 


İlkinden başlamak üzere reklam aralarında ne yaptım, tabi ki sözlüğü açıp baktım. Sayfaların daha hızlı atmasını beklerdim açıkçası, ona bir şaşırdım. The Shield'ın aynısıymış, izlemedim, araştıracağım. Behzat Ç.'yle kıyaslanmış sürekli. Çok iyi olduğunu ve izlesem çok seveceğimi bildiğim halde Ankara'yı gösterdiği için izlemiyorum o diziyi de. Bir yazar iyice abartarak Arka Sokaklar'a benzetmiş. Bir dakika şimdi o kadar da değil. Oradaki Mesut Komiser'i azıcık ucundan andırıyor olabilir.. Yok yok baya bir diziye hakim olmam beni de ara sıra korkutmuyor değil. 


Dizide sigara içiliyor, uyuşturucu kullanılıyor, insanlar eşeysiz sevişmiyor, sadece şehzadeler doğurmak adına hiç sevişmiyor, küfür gırla yani gündelik hayat seviyesinde, polisin şiddeti meşru ama polis bir yandan politikacılara saydırıyor, bedenini satarak hayatını kazanan kadınlar var (Ortaköy'ün her saatini bilirim de hiç o haline denk gelmemişim, Taksim olsa neyse, Ortaköy Meydanı be)... Peki dakka bir gol bir, İsmail YK'dan Bas Gaza'yı vermek nedir? Bir motosikletli kovalamaca sahneleri filan. Balya balya dolarlar, pis işlere bulaşmış değil de daha ziyade işler ona bulaşıp pislenmiş gibi duran aykırı fakat arkasını da devlet içinde sağlam yerlere dayamış olan polis Reşat, viski miski, net iyi adamlar, net kötü adamlar, FBI'dan gelme bir Türk "dedektif" (Kanıt'ta da kafa buldular bunla ama sonrası aşk filan)... Ne ararsan var yani. 


Her tarafından çıngıl çıngıl sallanan klişelerine takılmadım ben, boncuktan perdeymişçesine geçip gittim içinden. Daha ziyade 90'larvâri bir serserilik sezdim ben dizide, sezmek istemiş de olabilirim, hala Kaybedenler Kulübü'nün etkisi altında olmam da muhtemel. Pis adamların, pisliğin her zaman çekici bir yanı vardır. Salt bu da olabilir. O bu derken sonuna kadar izlemişim dizinin bu ilk bölümünü. Adamlardan çok kadın oyuncularını beğendiğim bir kadrosu var aslında. En beğenemediğim oyuncuyu da son sahnede tak diye yanağından öpüp yolladı zaten Reşat. Bir yerli dizi senaryosu için oldukça cüretkar geldi bana. Yani bir karakteri sevmemiz mi yoksa ondan nefret etmemiz mi istenir/beklenir, kabak gibi ortadadır her zaman. Nefret uyandırmak adına bu kadar hayvanca bir şey yaptırıldığını ilk defa görüyorum. Gerçi önden verdiler tüyoyu, verdiler tüyoyu ama yok artık diyordum. 


Twitter'da genel olarak olumlu bir hava eserken sözlük elbette sokup çıkarmış ki ne işim olur Twitter'da, bir yandan entry okuyarak dizi izlemek varken. Klişeliğinden, taklitliğinden bindirmişler diziye ama bana kullandığı klişelere inanıyormuş gibi gelmedi. Yani daha çok parodisi gibi, kafa buluyor o klişelerle. Ciddi bir surat ifadesi takınarak kıs kıs gülüyor, dizinin kendisi de içinden "yok artık" diyor...ya da gene iflah olmaz iyimserliğim tuttu. Yok ya, sadece pisliği olamaz, hoşuma giden bir şey daha var bu dizide. Serseriler bizzat kalkmış serserilikle kafa buluyorlar sanki. Neyse ne, ben beğendim. Biraz daha zeka pırıltısı katarlarsa hiç gocunmadan izlemeye devam ederim. Reşat en başta diyor zaten, kimse üstüne alınmasın, fantastik bir dizi bu. Adam haklı beyler. Ha baştan fantastik deyince "sıçtım, oldu" rahatlığına ermek diye bir şey söz konusu değil. Kaldı ki fantastik demek çok ironik kaçıyor yer yer. İronik kaçmak? Gece gece bu kadar. Biz nasıl diyor...bence giderli ama önümüzdeki bölümlere bakmak lazım. Bu arada, daha da geç bir saate alırlarsa bu hiç sürpriz olmaz işte. Tam da sansür, yasaklar, filtreler konuşulur, tartışmalar alevlenirken... ilginç bir zamanlama oldu Karakol'unki. Öte yandan ömrü kısa olacak ama bu neyi değiştirir? Gözyaşı Çetesi'ni kim hatırlar şimdi, ömrü kelebek kadardı ama ben onu sevmiştim. 




Not:  Linkteki şarkı Gözyaşı Çetesi'nin jeneriğiydi sanırım. O zamanlar bendeki kopyası bir dakikalık kötü bir çekimdi. Hatta arasında Ayşe Şule'nin bir repliği vardı. Oldukça vurucu bir replikti. Yetkin Dikinciler bir tarafa, sırf o kıytırık kayıttaki o vurucu replik yüzünden bile bu kadar içime işlemiş olabilir o dizi. 

10 Mayıs 2011 Salı

Longing to Belong

Into the Wild'ın soundtrack'inden tanıyıp sevdiğim Eddie Vedder'ın yepisyeni albümü Ukulele Songs'dan bir Pearl Jam şarkısı:





Bir de bu vardı, çok severdim: http://www.youtube.com/watch?v=ZB0kTP6ORG4 (Bleach OST'ten Never Meant to Belong) Nereden nereye işte (: Keman gafil avlıyor, aman dikkat.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Le Bruit De La Ville

İstanbul'u sevmek bazen sadece şiirlerde ve şarkılarda kalıyor (filmleri dahil etmiyorum, edemem). Gene de İstanbul'dan nefret eden insanları anlamakta güçlük çekerdim. Özellikle 40 yaş üstü çalışanların İstanbul'dan mide bulantısına benzer bir yüz ifadesiyle bahsettiğine eskiden beri tanık olurdum. Sanırım bunların ilki babamdı. Çoktan klişeleşmiş olan "Ege'de bir sahil kasabasına yerleşip domates yetiştirme" hayalini gerçekleştirebilmiş bir adam benim babam. Bir çok şeyin yanı sıra domates de yetiştiriyor tabi ama rakısı için kavun baş rolde. Bu şehrin kültür-sanat hayatını, tarihini, tadını, kokusunu alamayacak bir adam olmaktan çok uzaktır, demek ki bu işte bir iş var. Demek ki insanı bunlardan vazgeçirebilecek bir yüzü var bu şehrin. Sanki bugüne kadar hiç iş çıkışı Maslak ya da Mecidiyeköy trafiğinde takılmamış gibi konuşuyorum, değil mi? Halbuki burada yaşayıp da mümkün olabilir mi trafiğinden kaçmayı başarmış olmak?

Geçen günlerden birinde, Göktürk Kemerburgaz'daki saha çalışmamdan dönüyorum. Bütün gün ayakta dikildikten sonra gene ayakta geldiğim ıkış tıkış 48'le en az 1 saat süren otobüs yolculuğu sonunda havası kararmakta ve çiselemekte olan Mecidiyeköy'e varıyorum. Ne akla hizmet bilmiyorum -işgüzarlık zahir- o aptal AVM'ye girip mutfak alışverişimi yapayım diyorum zira buzdolabı tamtakır. Çıkışta adeta taksiye atlayıp evimin önünde inecekmişimcesine ağır ağır şeylerle dolduruyorum torbaları. Litrelik şarap bile var, öyle diyeyim. Öyle öyle 4 tane torba. Bir çıkıyorum ki yağmur bastırmış. "Erimem ya" deyip atıyorum kendimi otobüs duraklarına doğru ki hepsi tıklım tıkış dolu. Başlıyorum yağmurun altında 30A ya da 30M'yi beklemeye. Elimin kopması varken torbaları yere koymama ne hacet. Neyse ki 15 dakika sonra geliyor otobüs ama o otobüse nasıl koştum, o torbalarla merdivenleri nasıl çıktım bilmiyorum. Bir saat sonunda Beşiktaş'ta inip evimin yokuşunu çıkarken gelen deli kuvvetine benzer bir şey gelmiş olacak. Yağmur dinmişti ama benimki de inada binmişti artık. Sadece akbil mukabilinde bitirecektim bu zorlu yolculuğu. Hayatımda ilk defa "hanımefendi, yukarı kadar yardım edeyim isterseniz" diyen bile oldu. Yurtta yaşarken anımsıyorum da bilgisayarın kasasını taşımıştım öyle yokuş yukarı, ta Çarşı'dan bizim yurda kadar. Artık sonuna geldiğimde biri yardım teklif etmişti de burnumdan soluduğum için terslemiştim. O nikah davetiyesinin üstünde adımın yanında "yalnız ve güçlü birey" yazmıyor boşuna. Güçlü mü bilmem ama yalnız olduğum kesin. İnadım da inat. Geyiğe geldi mi "aman bir işe yarasınlar" deriz demesine ama hakikat öyle değil, kendi işimizi kendimiz görürüz. Di mi lan Scarlet!

Neyse, ne diyordum... ha, anladım. İnsan İstanbul'dan nasıl soğur anladım. Mecidiyeköy başlı başına yeterliyken ona iş çıkışı trafiği ve yağmur da eklenince...fakat hepsi bu değil. İnsan, çok insan, çok fazla insan. Bu kadar çok insanın olması çılgınlık. 

Bu uzun yolculuklarda telefonumun radyo özelliğini keşfettim. Yalnız iyi mi oldu kötü mü oldu bilmiyorum zira Türkçe popa hızlı bir giriş yaptım. Ne Atiye'si kaldı ne Sinan Akçıl'ı. "O ne biçim manita, 35'inde lolita" diye şarkı sözü var, yemin ederim var. Gece adlı grubun "Öldüm" diye bir parçaları var, eğlenceli gibi. Sonra Sıla "Kafa" diye şarkı yapmış, "kafa nereye biz oraya" diyor. Kedi diye yeni bir grup var, "Aptal" adlı şarkılarının klibi tam benlik; retro. Bir de "Milat" var, Yonca Lodi'nin. Onu baya baya seviyorum. "Düştüysek kalkarız, daha ölmedik ya" diyen de aynı kadın olacak. 

Cover'lara denk geldim sonra. Malum, sevmem. Fakat yol uzun, iç sesin geyik yapması kaçınılmaz. Yeniden başlanan ilişkilere benzettim cover'ları. Yani orjinalinden iyi hatta farklı olması çok ama çok düşük bir ihtimal. Öte yandan, o düşük ihtimal gerçekleşirse muhteşem bir şey. Mesela Gülşen "Sarışın"ı söylemişti bundan birkaç yıl önce, hayır neden ki? Halbuki ne güzeldir onun "Be Adam" şarkısı, isteyince kıvırıyor yani bu işi. "Öte yan"ı da -hep verilen örnektir- Duman'ın "Her şeyi yak" cover'ı. Gene bir Sezen Aksu ama adamlar yaptı işte, oldu. Demem o ki bir şarkı yapılmış bitmişse rahat bırak kurcalama orasını burasını. Ha yok illa kurcalayacağım, bir kere de ben deneyeyim diyorsan acayip bir güvenin olacak kendine. Öyle.

Ha Türkçe pop repertuarımı bu kadar güncelledim güncelledim ne oldu? Artık ters mi tepti bilmem gittim özüme döndüm. Hatta neredeyse sığındım. Bir anda bu kadar fazla aşk meşk kisvesi altında kaba saba söz ağır gelmiş olacak ki biraz incelik, biraz zarafete özlem duyup sanat müziğinde aldım soluğu. Ne bileyim işte Zeki Müren dinledim biraz, sonra yine Zeki Müren dinledim. Ne zamandır izlemiyordum, Türk filmi izledim üst üste. Bugün "Beyoğlu Güzeli"ni izledim mesela. 1971'de çekmiş Ertem Eğilmez. Senaryo Sadık Şendil diyor ama bildiğimiz Love Story. Oyuncu kadrosundan müziğini yapan Yalçın Tura'ya kadar her isim bir isim filmde. Yemeğimi yaptım, şarabımı koydum...bir yiyor bir ağlıyorum. Üstüne o kadar Doctor Who izledim de bana mısın demedi, aklım hala "hadi git artık Ferit, hayır gel, biraz daha göreyim seni" diyen Hülya Koçyiğit'le "fakülteyi bitirmeme az kaldı, seni deli gibi seven bir doktorun eşi olmak istemez misin" diye soran Tarık Akan'da. Hmm, bir düşünelim Ferit (?!)

Ondan sonra bütün akşam Le Bruit Des Glaçons'daki adam gibi elimde şarap kadehimle dolaştım evin içinde. Gerçi o buz kovasını da ayırmıyordu yanından. Zaten abartıyorum, masraf listesi yapmam gerekiyordu, onun için gene istikrarlı fakat insan gibi içtim. Uyku hapı yerine de bir kadeh yuvarlayacağım şimdi. Burnumun ucu buz tutmuş ve küçük elektrikli ısıtıcım bir halta yaramazken soğuk beyaz şarap mükemmel bir seçim gerçekten. 

Erbil'den gelen arkadaşım evimin balkon kapısında durup "bir Zeki Demirkubuz, bir Nuri Bilge Ceylan manzarası gibi" demişti. Biraz öyle sahiden. Görkemli değil mütevazı fakat geniş ve şehir. Belki her gün çeksem o eziyeti soğuyabilirim ben de ama bu önizleme açıklayıcı oldu sadece. Ne kadar yorgun, bitkin ve sinirli de olsam eve gelince bir kadeh şarabımı koyup içinde debelendiğim bu şehri uzaktan izleyebileceğimi bilmek, bunu yapabilmek beni yatıştırıyor şimdilik. Bir canavarı uyurken izlemek gibi. Ertesi sabah nefesimi tutup yine çok fazla insanın arasına karışabilmem için şimdilik yeterli bu. Şimdilik.

6 Mayıs 2011 Cuma

Amfora Arkta

Yarın sahadaki son günüm. Bakalım sonraki aşamalarda da çalışacak mıyım. Ben oradan alacağım paraya hayaller yükleyedurayım çeviriden ilk defa para kazandım, soğutmadan da yedim. Meyhanede tabi ki.

Saha çalışmalarında (hala bizim uydurmuş olduğumuzdan şüphelendiğim) üçüncü gün sendromu diye bir şey vardır. Öyle soğursun ki bırakıp kaçmak istersin. Bu bende sondan üçüncü gün sendromu olarak zuhur etti. Bir anda soğudum, hemen bitsin istedim. Kolumdaki yelkovanla akrep hiç oralı değildi. Tabi ki bırakıp kaçmadım. İnsanları gözlemleyip küçük defterime not almaya devam ettim. Mesleki deformasyonum olduğu üzere durup düşündüm bir de, neden şimdi böyle oldu diye. Bulur gibi oldum. Kimlik bunalımı tam karşılamıyor da mavi kılığına girmiş bir beyaz yakalının kendini beğenmişlik krizi denebilir buna. Mesleğimi açıkça söylediğim fırın çalışanlarının sosyologluğa pek bir anlam verememesinden ziyade müşterilerin tavrı soktu beni bu krize (Aslında bir pazarlama stratejisi olarak “misafir” deniyor müşteri yerine. Starbucks’ın bardakların üzerine isim yazması, size isminizle hitap etmesi gibi bir şey. İnadına müşteri diyorum ben. Ne misafiri be, iş yapıyoruz burada. Kapitalizm in da house). Sekiz senedir sosyolojiyle haşır neşir bir insanın çok daha sofistike çıkarımlar yapmasını beklersiniz (şahsen ben beklerim) ama hayır, bu sahadan çok basit şeyler öğrendim kendi adıma. Birincisi, insanlar açık çay içiyor. İkincisi, insanlara çok para veriyorsunuz, yüksek gelirli oluyorlar; iyi eğitim veriyorsunuz, iyi eğitimli oluyorlar. Hatta bu insanlara terbiye de veriyorsunuz ama terbiyeli olmalarını bekleyemiyorsunuz maalesef. Çok sayıda olmasa da “siz bana bu şekilde davranamazsınız” anları yaşadım. Sonra bunun ne kadar ayıp bir düşünce olduğunu fark ettim dehşetle. “Bana değil, siz kimseye bu şekilde davranamazsınız, kendinize gelin”. İnsanların gündelik hayatında eldiven kullandığı zamanlardakine benzer eldivenlerimi elimde tutuyor olayım da, onlarla muhatabımın yüzüne sembolik iki fiske vurayım istedim. Zaten gelir ve eğitim seviyesi düşük ve insanlarının dindarlığıyla tanınan ve hastaneleriyle bilinen ve de 26 sene önce bir hastanesinde doğmuş olduğum semtte fırıncılık ederken, bir kadın “leydi” gibi göründüğümü söyledi (bu da eldivenle sembolik fiske vurma arzumu biraz olsun açıklıyor). Yanlış olmasın, leydi gibi durmuyor çalışıyordum ama kırk kat döşek altındaki bezelye tanesinden mustaribim işte ne yapacaksın (!).

Bugün 6 Mayıs, farkındayım. İlk defa anmak gelmiyor içimden, kaçıyorum. Anmaya, anımsamaya bile yüzüm yokmuş, kalmamış gibi geliyor. Türkiye’nin gündemi içimi acıtıyor. Denizlerin istediği, bizim istediğimiz ülkeden git gide uzaklaşıyor, uzağına düşüyoruz. Gibi gelmiyor, bu böyle. Bu adam ve zihniyetinin iktidarı payidar olacaksa aksi mümkün değil. Olan bitenlerin üstüne espri yapıp gülebildiğimiz dönemin de sonuna yaklaşıyoruz. Espri yapmayı zorlaştıracak kadar esprileşti işler. Bazı mizahçılar da bunu dile getiriyor zaten. Öyle saçma, öyle gerzekçe şeyler oluyor ki üstüne diyecek söz bulamıyoruz. Düşünmek, okuyup yazmak hep suçtu. Ona alışığız zaten ne yalan söyleyeyim. Ayağımızı denk almamız yönünde ikazlarla büyüdük ama bu denlisini tahayyül bile edemezdik. Öpüşmek suç. Sevişmek suç. Birlikte nikahsız yaşamak suç. Buralarda hiçbir başarının cezasız kalmadığını zaten biliyorduk ama bu suçların da cezasız kalmadığı yerde sevmek, sevişmek, aşık olmak direniştir, direnişin ta kendisidir. En az okumak, düşünmek, yazmak kadar hatta. O yüzden hem sana hem de bize aşk olsun çocuk.


Salem adaletinden bahsetmiştim ya, işte o cadı avı tam gaz sürüyor. Sabaha karşı evini basan polise arama izni sorunca “devletin polisine güvenmiyor musunuz” sorusuyla karşılık verebiliyor. Evini darmadağın edip bir de “o kadar bayansınız, işiniz ne, temizlersiniz” diyebiliyor insanların ayrı illerden geldikleri halde aynı evde kalabilmeleri karşısında hayrete düşen polis. Duvardaki “kadın, yaşam, özgürlük” afişine bakıp “peh” diyerek gülüp geçen polisin 30 yıl önce duvardaki Karl Marx resmini görüp “bu nerenin kralı” diye soran polisten ne farkı var? Nato kafa nato mermer. Güvenmiyoruz. Devletinize de size de güvenmiyoruz. Ayrıca bayan değil kadınız ve dağıttıklarınızı toplamaktan çok daha önemli işlerimiz var. Kimse evinden kanlı ve çamurlu postal izlerini temizlemek zorunda değil. Padişahın buyruğu üzerine üç çocuk doğuracak kadınlar değiliz. Doğurup yetiştirdiğimiz çocukları güle oynaya askere gönderecek kadınlar hiç değiliz. Bacaklarımız güzel, mini etek giyiyoruz. Tacizinizden, tecavüzünüzden, tahakkümünüzden midemiz bulanıyor. “İstismar de, izi kalsın” stratejinize götümüzle gülüyoruz çünkü göte göt denir. Gerçi böylesine “oha” da denir. İhtiyacı olana devlet yardımı lütuf değil haktır. Lütfetmiyorsunuz, işinizi yapıyorsunuz. Merkezi yerlere devasa harflerle “çalışıyor” yazınca çalışıyor olmuyorsunuz. Çalmıyor hiç olmuyorsunuz. “Millet” dediğiniz insanlar yiyecek aş, çalışacak iş, okula gidecek fırsat bulsa, savaş çığlıklarınıza kulaklarını tıkasa yoksulluk da biter, terör de. Ama o zaman nasıl siyaset yapılır. Daha fazla rant için bir yarımadayı ikiye bölecek kadar açgözlü olduğunuz için bir gün yemekten çatlayacaksınız. İşinize gelmeyen her şey bölücülük, her şey istismar, her şey karalama kampanyası. Hoş, bu kadar tam yağlı sütten çıkma ak bir kaşığı karalamaya kampanya mı yeter. Barış Manço’nun cacık hesabı.

Delirdim gene. “Başıma bir şey gelmeyecekse”nin adıyla da başlamadım, başıma bir şey gelmez umarım. Gelirse de amfora arkta kırılır, yapacak bir şey yok. Halbuki güzel şeylerden, komik şeylerden bahsedecektim ben. Yaşımı öğrenince “maşallah, genç kız gibi gösteriyorsun” diyen kızı, küçük ayak parmağımdan “seni kırdıysam özür dilerim, istemeden oldu” diye özür dileyişimi filan anlatacaktım. Bu haftaki Uykusuz’da Fırat Budacı kendisini Drama Parmağı kod adıyla yazmış zaten. Cihan Ceylan da çiçeği kapmamdan sonraki senaryoyu çizmiş mesela, çok güldüm. Ersin’in köşesi de bana maşallah diyen kıza gelsin o zaman: Genç göstermiyorum, gencim! Uzun zaman sonra ilk defa Uykusuz aldığım çok belli oluyor mu? Hepsini saydım resmen. Ama işte böyle gülmeceli şakalı şeylerden bahsetmek istiyordum ki 6 Mayıs beni andı. Neyse, bir dahaki sefere. 




2 Mayıs 2011 Pazartesi

Elinin Körüydü

İşte bu karikatürden bahsediyordum. Sevgiymiş, emekmiş...değil cihaz bozulmak, makine bile soğur. Sevgi neydi? Elinin körüydü. Film de gençliğimi mındar etti. Neydi neydi, o muydu bu muydu derken yarılandı yirmilerim. Şimdi sorsalar elinin körü o yüzden. Neyse ne, takıl işte sen, şart mı her şeyi peşin peşin bilmen? Mümkünmüş gibi. 


Cyber-stalker'lık da hakikaten emektir yalnız. Ne oluyor Türkçesi, siber-sapık mı? Bizim kuşaktan 10-15 yaş aralığını platonik aşık olarak geçirenlerin 20'lerinde cevval siber-sapıklara evrildiğini düşünüyorum. Biri de benim, oradan biliyorum. Biraz mübalağa var tabi ama keyfi gerçekten bambaşkadır. 


Önceden tanıdığın hatta sevdiğin hatta seviştiğin birinin hayatını internetten takip etmek deniz kestaneleri üstünde dans etmek gibi olsa da (?!) hiç tanımadığın, nefesinin nefesine hiç değmediği birini internetten tanımaya çalışmak çok heyecan verici olabilir. Profillerin dışarı kapalı olmadığı, tweet'lerin kilit altında tutulmadığı çağlardan bahsediyorum tabi. Gerçi bunun sözlüğü var, blogu var, mezunlar sitesi var, varoğlu var. İsteyince yoktan var ediyor insan. Hele birini tanımak, tanıyıp sevmek istemeyegör. 


Doğum tarihini öğrendikten sonrası tam bir saçmalık. Bir insanı burcunun özelliklerine dayanarak tanımaya çalışmak yani. Ve bunun burçlara inanıp inanmamakla pek ilgisi yok. Hatta açıkçası, bir insanın bir insanı yıldızlara sormasını oldukça romantik buluyorum. Evet evet, kelime bu: romantik.


Hangi filmleri çok sevmiş, hangi kitaplardan çok etkilenmiş, hangi müzisyene hasta ya da hangi şarkılarda kendini buluyor. Zuhal Olcay seven birini tanımıştım böyle. Hiçbir mantığı olmasa da "Zuhal Olcay dinleyen biri kötü olamaz" diye düşündüğümü hatırlıyorum. Aslına bakılacak olursa siber-sapıklıktan bile kârlı çıkmayı başarmış sayılırım. Anna Ternheim, Ane Brun, Shawshank Redemption, The Fountain yanıma kâr kalanlardan bazıları. Birini uzaktan, hiç tanışmadan tanımaya çalışırken bile değişip dönüşüyor insan. Onun hakkında yeni şeyler öğrenmeye çalışırken kendi hakkında yeni şeyler öğrenebiliyor. Herkes herkese bir şeyler katar, belki bundandır. Her zaman Yehudi Menuhin ya da Tanpınar ağırlığında olmak zorunda değil. O güne kadar izlememiş olduğun herhangi bir film, varlığından haberdar bile olmadığın bir müzisyen ya da hiç okumamış olduğun bir kitap. Okunmamış bir kitap...en çok da buna benziyor değil mi? Sen kitabı okurken kitap da seni dokuyor aslında. Bir daha aynı olmamak üzere değişiyor, farklı bir insan oluyorsun ve hepsi, hiç tanışmadığın, belki de hiç tanışmayacağın bir insanın varlığı sayesinde. Boşuna dememişler "uzaktan sevmek aşkların en güzeli" diye. 


Bu yazı da okuduğu blogun yazarına "facede sayfan var mı" diye soran kıza geldi. Elinin körü bacım affedersin.





Kaybedenler Kulübü

Kaybedenler Kulübü'ne gittik. Beğenmek de değil çok sevdim filmi. Künyesine değinmeden bende bıraktığı izlenimden bahsetmek istiyorum sadece. Konusu kulağınıza az çok çalınmıştır nasıl olsa. Gösterime gireli bir ayı geçmiş. Hakkında yazılan hiçbir şeyi okumadan gittim. Hatta arkadaşım "gidelim mi" dedi, "gidelim" dedim, öyle. Zaten oldum olası sevmem önbilgi edinmeyi. Bırak film anlatsın sana kendini, yoksa çekilmesinin ne anlamı var. Neymiş, kimmiş, kim ne demiş... Benim yazacağım ne öyleyse? Filmi izlemiş iki insan arasında geçebilecek herhangi bir diyaloğun bir bölümü. Film boyunca "hah", "hmm" diye sesler çıkarmışım, resmen konuşmuşum filmle zaten. Çıkınca arkadaşım "anlat" dedi, "benim anlamadığım bir şey anladın sen". Sevdiğim filmlerden çıkınca film hakkında konuşmayı hiç sevmesem de bara tünedikten bir müddet sonra açıldım, başladım kıza yağdırmaya. Bu arada filmi sevmemin nedenlerinden biri de bu. Önceden söylemişimdir, bittiğinde insanı içme isteğiyle baş başa bırakan filmleri ayrı seviyorum. Film boyunca mütemadiyen bir içki içiliyorsa kesin canım çekiyor. Nitekim Kafe Pi Bistro'nun barına tüneyip de sek viskimden ilk yudumu alana kadar film tam olarak bitmiş gibi hissetmedim. 




Film, Issız Adam'la Siyah Beyaz arası bir tat bıraktı bende. Çok dar bir kesime hitap eden ama hitap ettiği kesim için de nokta atışı bir film. Geçtiği mekanlar, çalan şarkılar, söz konusu karakterler, kullanılan jargon...hepsi tanıdık, hepsi bildik olduğu için kendini evinde hissediyor insan. Issız Adam'ın hikayesine gelene kadar çalan şarkılar ve geçtiği mekanlar içine çekmişti beni, Siyah Beyaz'da da mekanlar ve karakterler. 


Bu filmi bir başka türlü sevdim ama. Yaş itibariyle kaçırmış olmaktan hayıflandığım bir dönemde geçiyor, hala "bizim 68'imiz de bu herhalde" diyebilen, en azından kitap okumaya ve düşünmeye tenezzül eden bir gençlik var. Bohemliğin dibine vururken yaşadığı hayatın altını doldurmayı ihmal etmeyen adamlar. Rock'n'Roll'sa Rock'n'Roll kardeşim, yersen. Buram buram bir yalnızlık teması hakim filme, hem de havada asılı kalan cinsten değil. "Ben de bundan bahsediyorum" dedirten. 




Filmde beni rahatsız eden şeyler de vardı ama göz ardı etmeyi seçtim. Baş roldeki erkek karakterler çok sofistike, küstahça zeki adamlar mesela ama film boyunca gelip geçen kadınlar aptallıktan, kofluktan öldü ölecek. Adamlarımızın entelektüel seviyesinin yanından bile geçmeyen, kelimenin tam anlamıyla cinsel objeler. Kimse bundan şikayetçi değil, herkes halinden memnun, eyvallah, ama kanıma dokundu. Size meydan okuması, egonuza tehdit teşkil etmesi söz konusu olmayan kadınları etrafınıza toplayan sizsiniz, sonra da vay "çok yalnızım". Yalnızlıktan yakına yakına ne oldu, gittin Zeynep'i buldun, onun da içinden canavar çıktı. Yok "babamla nasıl tanıştırırım seni" yok "neredeydin", hep bir kınayıcı bakışlar. Hatun şirket kafasına çoktan girmiş, sırayı izliyor (iş-evlilik-çocuk). Olayı başka kadının, ne yapsın adamın ıssızını. Oturmaya gelmiş o, kalıcı. Nejat'sa sürekli giden adam, bir gitmeyi bilir, kalamaz. "Artık 19 değilsin". Doğrudur bacım, değil. Ama ya bir şeyleri yaşamakta gecikmiş -ki pek öyle görünmüyor, ya da adam bu. Bazı insanlar için "tamam artık yerime yerleşeyim" vakti hiç gelmeyebilir. O öyle, onu öyle seveceksin. Kolay olmayacak ama sevmekten başka çaren de olmayacak. Ne demişti o çocuk orada: "Kadınlar seni sen yapan özelliklere aşık olurlar, sonra da o özellikleri senden almaya çalışırlar" ya da bunun gibi bir şeydi işte.




Tam olarak rahatsız etmek değil ama dikkatimi çeken bir diğer mevzu, filmin her tarafından akan elitizm oldu. Sinsi sinsi keyif aldığım ama içimdeki küçük sosyoloğun ara ara çıkıp "cık cık"ladığı bir elitizimdi bu. En basitinden, satmayan kitaplar basmak bir lükstür. Pınar Kür'ün Bitmeyen Aşk romanındaki Sinan'ın da yaptığı gibi üstten bir bakış ve bol sermaye ister. Tıpkı filmin kendisi gibi, dar bir kesime hitap eden ürünler vermek sadece idealizmle mümkün olacak şey değil. Aç kalma, açıkta kalma korkunun olmaması lazım. Filmdeki karakterlerin de hiç öyle dertleri yoktu. Hele Serra Yılmaz'lı sahneler kültürel bir sırça köşkte çekilmiş gibiydi. Ha kendisini hayranlıkla izlemedim mi, izledim. Evini, küpelerini, söylediklerini. Bir noktada -popüler olduklarında- adamlar da kendilerinden şüphe ettiler zaten. Popüler kültür değiliz ki biz, neden popüler olduk diye. "Samimiyetiniz sayesinde insanlar anlamasalar da dinliyorlar" açıklaması beni pek tatmin etmedi açıkçası. Bukowski radyo programı yapmaya kalksa ömrü çok uzun olmazdı. İdil Fırat'ın da deyip durduğu gibi "burası Türkiye, Rock'n'Roll yaşam tarzını yedirirler adama". O yüzden aç bir dükkan, otur başına. Allah standarttan ayırmasın.


Serra Yılmaz'ın Adile Naşit'i andırmaya başlayan kıkırdaması, Nejat İşler'in uzun saçları, deri ceketi ve motoruyla çizdiği 90'ların piçi imajı...bunlar hep güzel şeylerdi de...  Sanırım beni esasen rahatsız eden stereotipler oldu: Piç herif ve onunla evlenme hayalleri kuran kız. Herkes ne kadar emin kendinden, hayret. Çıktığımızda arkadaşım bile bunu söyledi, bu karakterlerin kadın olması mümkün değilmiş zaten. Olmasınmış da. Olmasın'dan kastı, kadınların erkek dilini benimseyerek konuşması ya da yaşaması marifet değil. Kadının kendi dili, kendi yolu vardır. Kabul görmek için erkeğinkine muhtaç değildir, en azından olmamalıdır. Gene de bu, piç kadınları erkek gibi davranmakla itham etmeyi meşru kılmıyor. Sorun, kadın doğası mitinde erkekliğe has addedilen piçliğe yer olmaması. Kaybedenler Kulübü de şiir gibi felsefesine rağmen bu öğretiye takılıp kalıyor. Bardaklar Jack'le, küllükler Winston ve Camel'la dolup dolup boşalıyor ama bu klişenin altı -nazarımda- asla dolmuyor. 


Filmi olmasa bile soundtrack'ini alacağım gibi görünüyor. Yalnız Dilek Taşı da çaldı ya pes. Hatta Sigaramın Dumanı da Dumanı. My Woman, Melancholy Man...böyle uzar gider bu. Olacak gibi değil çıkıp alayım şunu. Viskisiz biraz zor geçecek boğazımdan ama olduğu kadar. Vur kentli yalnızlık melankolisinin dibine, kim tutar. İlk yarısında bu kadar mutlu, ikinci yarısında bu kadar bedbaht olduğum son film Life Is Beautiful'du herhalde. 


Biraz da garip bir günde izledik aslında. Küçük parmağımı taze kırmış olmamın zorlama bir delikanlılıkla katlanmaya çalıştığım acısı değil sadece, bir tanıdık için alyans bakmak, gelinlik dergisi almak filan. Bundan sonraki adım oyuncak mağazaları olacak herhalde, 85'liler patır patır doğurmaya başladığı zaman yani. Evvelki gece zaten bir "o eski halinden eser yok şimdi" hüsranyla ayrılmıştık Line'dan. Üstüne alyans, gelinlik hatta metroda Evli, Mutlu, Çocuklu adlı şarkıyı olabilecek en acıklı şekilde çalan küçük kız bile... üstüne de film çotonk diye geçirdi suratımıza. Şahsen ilk yarıdan yüzüme yapışan gülümsemem olduğu yerde dondu kaldı. Sadece film değil bir şey daha biraz vurdu sanırım. Barda otururken dertleştik biraz. Arkadaşım hissizliğini anlattı, ben hislerimden bahsettim. Kadınlara dair bilgisindeki eksikleri kapatmaya çalışıyordu, anlamaya çalışıyordu ama ben anlamaya çalıştığı kadınların dışında kalıyormuşum, o yüzden pek yardımcı olamadım. Muhabbetin başında "ne güzel, sonu kötü de olsa bir şeyler hissediyorsun en azından" diyen adam sonlara doğru tereddüde düştü. "Beşiktaş'ta böyle kocaman bir pencere, üçe bölünmüş, yanlarda iki küçük, ortadaki büyük, İstanbul, manzara filan...diğer yandan Irak, silahlar, çatışma filan..." derken inşaat mühendisi olarak çalıştığı Erbil'deki hayatını benimkine tercih etti arkadaşım. O zaman da şu çaldı aklımda. 


Neyse ne diyordum. Ha, izleyiniz efendim. Ve hatta dinleyiniz.