30 Nisan 2013 Salı

25 Nisan 2013 Perşembe

Ashes and Snow


Ashes and Snow by Gregory Colbert from Gregory Colbert on Vimeo.
Gregory Colbert’s Ashes and Snow feature film captures extraordinary moments of contact between people and animals as seen through the lens of the artist’s camera on more than thirty expeditions to some of the earth's most remote places. Written, directed, produced, and filmed by Gregory Colbert, it is a poetic field study that depicts the world not as it is, but as it might be—a world in which the natural and artificial boundaries separating humans from other species do not exist. The viewing experience is one of wonder and contemplation, serenity, and hope.

Edited by two-time Oscar-winner Pietro Scalia; narrated by actors Laurence Fishburne (English), Enrique Roche (Spanish), and Ken Watanabe (Japanese). Musical collaborators include Michael Brook, David Darling, Heiner Goebbels, Lisa Gerrard, Lukas Foss, Nusrat Fateh Ali Khan, and Djivan Gasparyan.


(via ziyade)

19 Nisan 2013 Cuma

Yedi Kuz Yedi Güney*

Evin penceresinden


St. Jean Kalesi




Bendeki bu balık ağı ve bank aşkı







Çay suyuyla mı yapılmış ne olmuş öyle bir şey kek



Öndeki akşam yemeğini takip et

Yusuf'un Yeri'nde balıkları beklerken

Yusuf'un Yeri kısmen yerle yeksan olurken

Deniz kara, ben denizden karayım

Sahildeki çakıl taşlarına da kanepeler gibi kürdan saplayıp bayrak dikebiliriz bence.



Harşit Vadisi

Memleketimiz cennet de biz biraz tırtız sanki


* Çok gezmek için kullanılan bir ifade
** Fotoğraflar telefondan... instagram'dakiler biraz daha bir şeye benziyor

10 Nisan 2013 Çarşamba

"Beben var mı gelin?"

Bu soruyu Tirebolu'ya geldiğim ilk hafta Bedrama Kalesi'ne çıkarken, fındık bahçesinde torunuyla birlikte çalışan bir teyzeden işittim. Durduk yere aklıma kazınmış. Hayır, hiçbir şey durduk yere kazınmaz insanın aklına. İnsan aklı öyle bir şey değil. 

Bir ay sürecek bir saha çalışması için geldiğim Giresun'un Tirebolu ilçesinde ikinci haftamı tamamlıyorum. Buna benzer uzun süreli ve evden uzak illerde gerçekleşen her saha çalışmasında olduğu gibi kendi hayatımdan ve hatta gündemden biraz kopmuş vaziyetteyim. İletişim çağının nimetlerine rağmen bu türden saha çalışmalarının yalıtıcı bir etkisi olur. Sahadaki araştırmacı -hele bir de saha köylerse- mikro bir hayat kurar kendine. O güne kadar kurduğu ve uçaktan inene kadar içinde ve birlikte devindiği hayatı, gündüz saha-gece raporlama döngüsü içinde gitgide uzaklaşır. İletişim araçları, bu mekansal kopuşa direnişin araçlarıdır. 

Her sabah elinde bilgisayarla Beşiktaş İskelesi'ndeki Harbiye dolmuş kuyruğunda bekleyen ve kimi zaman telaşlı, kimi zaman emin adımlarla Valikonağı Caddesi'ni arşınlayarak Nişantaşı'ndaki ofisine giden kadın ben değilim sanki. Sanki fındık dalları zaten hep yeşildi ve ben o fındıklıklar arasında büyüdüm zaten. Harşit Çayı'nın sesini duymadığım, dağların sisini görmediğim günüm geçmedi sanki. 

"İşte bunun fotoğrafını çekemezsin" dedi hocam. "Ama yazabilirim" dedim bilmiş bilmiş. Denemek serbest en azından. Doğu Karadeniz'de bir kıyı; kıyı boyunca elektrikler gitmiş. Karanlıkta tek görebildiğim yıldızlar ve tek duyabildiğim kıyıya delirmiş gibi  vuran dalgalar. Bir oyun uydurmuş, dalgalarla aşık atıyorum. Denizin neredeyse dibine kadar yaklaşıyor, her seferinde kalabalık bir ordu gibi hücum eden köpüklü dalgalardan koşarak kaçıyorum. Gece karanlık, deniz kara ama içim apaydınlık. Gülmekten alamıyorum kendimi. "Yaşamak çok güzel" deyiveriyor, dediğimi yine bir ben duyuyorum.

Dalgalar sahilin iki tarafındaki kayalarda patlıyor. Tanık olduğum şey safi güç. Yakalamayagörsün insanı yok eder, kaybeder bu dalgalar ve yok etme gücüne sahip herşey beni oldum olası kendine çeker. Yok olmaya ne kadar yakın durursam var olduğumu o kadar güçlü duyuyorum. Büyülenmiş gibi dinliyorum bu şiddeti. Ancak gözüm alıştıkça yavaş yavaş seçebiliyorum şiddetin faillerini. Her zaman yaptığım gibi göğe bakmak için duruyor, durunca yıldızları görüyorum. Zaman duruyor. Yalnız mekandan değil zamandan da ayrıyım artık. Herşey tastamam. Yaşadığımı hissediyorum, hem de iliklerime kadar. Sonra elektrikler geliyor.

Akşamın 10.00'unda Trabzon-Giresun yolunda giden şehirlerarası otobüsün şoför mahallinden bir çakmak sesi duyuyorum. Keyifle verdiği duman beni 2013'ten alıp 1993'e götürüyor. İstanbul-Değirmendere yolunda giden şehirlerarası otobüste annemin yanında oturuyorum. Annem otobüsün içinde sigara içirtmemenin savaşını veriyor. Belki sırf kızı astım hastası olduğu için, belki de annem böyle bir insan. 20 yıl sonra kızı, Doğu Karadeniz sahil yolunda ilerleyen bir şehirlerarası otobüs şoförünün verdiği nefese kızmak şöyle dursun, "bir tane de ben yakabilir miyim" diye sorası gelecek kadar keyifleniyor. 

"Sen aşk hakkında yazıyorsun, oradaki aşkı anlatabilirsin" tavsiyesini dinleyecek olursam... Buradaki aşk oradaki aşka biraz kızgın ve yukarıdan bakıyor. Uğruna vurmaz veya vurulmaz, herkesi ve herşeyi karşına almazsan aşk denmiyor burada. 16'nda evleniyor, 40'ına varmadan -annemin beni doğurduğu yaşta- torun sahibi oluyorsun. Kimi "vah vah, neyse ki genç gösteriyor" diye bakıyor, kimi "ben bekarlığımı yaşayamadım, sakın acele etme" diye akıl veriyor. Bir başka teyze fındıktan sonra İstanbul'a geleceğini, seve seve bana koca bulabileceğini müjdeliyor. Yaşım geçiyor çünkü; çok geç olmadan en az iki tane doğurmalıyım. En az iki çocuğu duyunca en az iki adım geri kaçıyorum. Dalgalardan kaçtığım gibi aynı. Tıpkısının aynısı. 

Bugün yaptığımız görüşme sırasında not alırken aldığım nota inanamadım bir an: "Gelin Ayşem türküsündeki Ayşe dedemin kumasıdır, dedem hep anlatırdı". Siyah kapaklı Tülay German kasedimi aldığımda 13 yaşındaydım. Çevir çevir dinlemelere doyamadığım kasetteki Tombalacık Halimem türküsü beni ne kadar güldürüyorsa Gelin Ayşem de o kadar ağlatıyordu. Belki sırf adımda Ayşe olduğu için, belki de ben ağlak bir insanım. Sahada hiç kastırmıyorum adım için, benim adım Ayşe. Hatta kimine göre doğrudan Ayşecik. Dağından düzlüğünden yeşillik ve su fışkıran bu topraklarda yetişen Ayşelerden yalnızca biriyim. Gelin Ayşe'nin bebesiyle birlikte sele kapılıp gittiği Harşit Çayı'nın üzerine kurulmuş bir tahta köprüden geçerken teyze yine soruyor: Beben var mı gelin? Yok teyze, yok. 
Benden gelin olur mu?  
Gelin köprüden geçer mi? 
Benim bebem olur mu? 
Harşit Ayşe'yi yutar mı? 


St. Jean Kalesi


Yusuf'un Yeri kalenin hemen dibinde kurulu ve Tirebolu'da balık yenebilecek tek yer

Martının yerinde ben oluyorum genelde, kuş tamemen temsili


Gördüğüm en davetkar bankı bir köy camiin arkasında buldum 

Tirebolu'yu ikiye ayıran Harşit Çayı


Mısırlar, mısır ekmeği, tereyağ ve taflan (karayemiş)


Maharetli ellerden yöresel lezzetler: karalahana kavurma, haşıl, karalahana çorbası, karayemiş, mısır yarması


Kafa yaran cinsinden nimet
Hasan Fak'ın ne kavurmalı ne de pastırmalı pidesini tarif etmeye terbiyem müsaade etmez


Ne baktın canım?

Zil çalan eteklere benzemiyor mu?


Karalahanalar çiçeklendi miydi kavurmayı unut




İşte bunlar hep çay



Kendiliğinden kompozisyon

Restoran işi kuymak

Restoran işi yöresel lezzetler

Sofraya gelen balı peteğiyle birlikte yemek


Eski değirmen ve yol kenarındaki çavlan (kaynağına doğru itinayla tırmanılır)


Gündüz gözüyle düşler gören Leyla Tirebolu'dan bildirdi.
(Bir de Instagram fotoğrafları var ki sağdan bir yerden tıklanıyor, orada bir yerde olacaktı.)

3 Nisan 2013 Çarşamba

Akdeniz Karadeniz

leyla yaşadığını mı yazıyor, yoksa yazdığını mı yaşıyor? leyla iyi ezberlenmiş bir metin mi? ne olursa olsun heyecanlı bir metin olduğu kesin. 

Sekiz sene sonra yine Doğu Karadeniz'deyim. Son zamanlarda aklıma üşüşen sorgulamaların hepsini İstanbul'da bırakarak geldim. Leyla'dan geçtim de geldim. Bakalım o da benden geçecek mi... 

Sekiz sene önce ilk saha çalışmam için bir kış ayı boyunca Artvin Yusufeli'nde, Barhal Çayı'nın üstünde bir pansiyonda kalmıştım. Her sabah aklımdan geçen ilk düşünce "yağmur mu yağıyor" olurdu. Çayın sesine alışmam neredeyse bir ayımı almıştı. Tam alıştığım sıralarda iş bitmiş, dönme vakti gelmişti. Bir de üstüne üstlük körkütük aşık olmuştum. Havaalanında "gitmek istemiyorum, geri döneyim ben" diye ağlayan bir kız çocuğu. 

Aşk gider, su kalır hocam. Sanırsın ki esas su akıp gider. Hayır, aşk gider. Bir daha da geri gelmez. Giden gitmez, kalan kalmaz aslında. Aşk gider, su kalır. Artvin Yusufeli'nde Barhal Çayı, Giresun Tirebolu'da dalgaların sesi işte... Hiçbir şeye inanmadığım kadar suya inanıyorum şu an. Hatta hiçbir şeye inanmıyorum sanırım. Güçlü bir alışkanlık su sesi. Zor yerleşiyor, yerleşti mi gitmiyor. 

Artvin ve aşk özdeş olmadığına göre artık, bu Doğu Karadeniz'de sahiden başka bir şey var. İçime işleyen, burnumda tüten, beni çağıran... Yeşili yeşil, havası hava, suyu su. Başka bir şey daha var ki dalgalarda buluyorum: Delilik. Bu deniz deli. Sınır bilmez. Bilse de oralı olmaz. 

Saha sonrası bulduğum boşlukta kendimi sahile attım. Ev hemen plajda zaten. Körliman'a kadar yürüyüp geri geldiğimde güneş batıyordu. Kaldığımız eve doğru meyletmiştim ki radyoda Leylalı bir şarkı çalmaya başladı. Bir bildiğim vardır herhalde diyerek evin önündeki plaja indim, bir taşın üstüne oturdum. Hiçbir şey düşünmeden yalnızca dalgaları izledim, dalgaları dinledim. 

Cayır cayır yanarak batmakta olan dev bir yük tankerine benziyordu güneş. Öyle görkemli yanıyor ve öyle dehşetli batıyordu ki son kıvılcımı da ince bir duman çıkararak denizde sönene kadar oturduğum yerden kalkamadım. Hürmetten kıpırtısızca izledim. Neden sonra bir Karadeniz kumsalında dehşet, hürmet ve bir anda çöken yağmurlu akşam serinliğinden titrediğimi fark ettim. 

Elimi sırt çantamın ön gözüne attım, elime kum geldi. İki ay kadar önce Akdeniz sahilinde yürürken çantama attığım deniz kabuklarının kumuydu elime gelen. Bir iki tane de buradan attım. İnce yağmurluğumun altına sızan akşam serinliği ile biraz daha ürperdikten sonra kalktım, yolun karşısına geçip eve girdim.