22 Ağustos 2013 Perşembe

Yılgın

Bir sargın umut yakaladım onu kuşandım
Serin mavi bir gökyüzü buldum onu kuşandım
Denize doğru sokaklar gördüm onları da kuşandım
Üstlerine üstlük seni kuşandım
Tedirgindim namussuzdum deli deliydim
Uslandım.

Üç dilim kavun kestim birini ben yedim
Kavundan üç dilim kestim birini yedim.
Birini sana ayırdım kadın al birini sen ye
Sabah olsun sabah olsun ilk işim bu
Öbürünü götürüp civcivlere vereceğim.

Senin bir yönün var orada durur yaşarım
Bir de acun var ben içindeyim
Ben içindeyim tüm itlikler sahanda yumurtalar onun içinde

Orospular içinde Hurşit Bey içinde sen içindesin
Üç dilim kavun kestim birini sen ye
Kabuğunu at Hurşit Bey'i at itlikleri at

Durup durup sana sesleniyorum.




14 Ağustos 2013 Çarşamba

"İşte Böyle, Hayat..."


"2010 yılında New York Modern Sanatlar Müzesi’nde bir performans sergileyen Abramoviç, 736 saat 30 dakika boyunca bir masanın kenarında oturdu. Karşısındaki boş sandalye ise sanatseverlere ayrıldı. “Sanatçı burada” adını taşıyan gösteri boyunca isteyen herkes birkaç dakikalığına Abramoviç’in karşısındaki sandalyeye kuruldu ve hiçbir şey konuşmadan bir süre sanatçıyla göz göze geldi. Bir yabancıyla karşı karşıya oturduğunuzu ve tek bir kelime bile konuşmadığınızı düşünün. Marina, günler boyunca yüzlerce yabancıyla karşı karşıya geldi. Kim olduklarını bilmeden, adlarını sormadan sadece bakıştılar. Gözleriyle konuştular. Marina herkese aynı şekilde baktı; sadece ve sadece bir kişiye yönelttiği bakışları farklıydı. 

O kişi Ulay’dı. Ulay herkes gibi sırasını bekledi. Yavaşça Marina Abramoviç’in karşısına oturdu, başını, “ne haber” dercesine yana doğru hafifçe salladı. Bakıştılar. Marina Ulay’a herkese baktığı gibi bakmıyordu, bakamıyordu. Ulay başını bir kez daha hafifçe yana doğru attı. Bu defa, “işte böyle, hayat…” der gibiydi. Vücudu kıpırdamıyordu ama kalbi göz bebeklerinde atıyordu. Marina’nın önce yanakları titredi sonra gözleri doldu. Ulay’ın ise içi titredi, ürperdi. Marina saatleri güne çevirdiğinizde 30 günü bulan performansı boyunca hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. Ellerini masanın üzerine koydu yavaşça kaydırarak Ulay’a doğru uzattı. Parmakları Ulay’ın parmaklarını çağırıyordu. Ulay Marina’nın ellerini tuttu. Gösteriyi izleyenler Marina’nın gözyaşlarının arasına alkışlarını fırlattılar. Ulay’ın yürek atışlarına tempo tuttular. Aşkı alkışladılar, gördüler…

Ulay’ın gerçek adı Frank Uwe Laysiepen. O da bir performans sanatçısı, 1943’te Solingen’de doğmuş, Almanyalı. Marina ve Ulay’ı bir araya getiren de aslında bir performans; aşk. Hissederek içinde var olursanız size bir masa, iki sandalye ve saatler yeter. Hissetmezseniz, birbirinizi görmediğiniz an yiter gider. İki sanatçı uzun yıllar, 1976 ile 1989 arasında birlikte yaşadı. Birlikte ürettiler, sevdiler, seviştiler ama 89 yılında ayrılmaya karar verdiler. Ayrılıkları da sanatsal üretimlerinin bir parçası oldu. İlişkilerini bitirmek için her biri Çin Seddi’nin bir ucuna gitti. Oradan birbirlerine doğru yürümeye başladılar. Her biri 2 bin 500 km yürüdü. Çin Seddi’nin üzerinde buluştuklarında son bir kez birbirlerine baktılar ve sonra vedalaştılar. Ta ki 2010’da Ulay, Modern Sanat Müzesi’nde Marina’nın karşısına çıkana kadar. 21 yıl sonra."

13 Ağustos 2013 Salı

Leylâ: Yılan Hikâyesi


Burada yüzlerce yazı var. En iyi bildiğim şey hakkında, aşk üzerine yazıyorum. Cam büfenin en üst rafında duran porselen bir çay takımı ya da girilmesi yasak bir misafir odası değil aşk benim için. Bildiğimi söylemekte mahsur görmüyorum. Âşık olduğum ilk adam gibi tıpkı:
“kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin” 
Bilmek de anlamak gibi çözmeye yetmiyor, o ayrı.
Yazmak için yeterli oluyor ama.
Bir adamı çok sevdim.
Ayrı düştüm.
Yoksa yazamazdım.
Hasret dayanılmaz olduğu için yazmaya başladım. Şarkıdaki gibi, gündüz düşlerinde hep ona vardım. Üç yıl önce buraya yazmaya başladım. Üç yıl önce yazmaya başladığım zaman üç yıldır her gün, ama her gün ayrılığın ilk günü gibi ağlıyordum. Ayrılığın ilk günü tam üç yıl sürdü. Birlikteliğimizden bile uzun.
Çok sevdim be abi.
O da beni çok sevdi. Keşke o kadar sevmeseydik birbirimizi.
Bir daha birlikte olamayacağımızı bildiğim için hep yazdım. Sarı Işık da o, Karanlık da. Yazmak acımı dindirdi. Bazen de çoğalttı. Ben o acıyı da sevdim, alıştım, besledim, büyüttüm onu. Âşık olduğum adamdan ayrıldığımda onu hala seviyordum. Zaman, o sevgide donup kaldı.
Sevgimizin, aşkımızın üstünden sene geçti, ay geçti… Ne birleştik, ne ayrıldık biz… Bu aşkın, bu sevdanın üstünden hayat geçti, ömür geçti, yaş geçti.” Tam tamına altı yıl, on üç gün ve gençliğimiz.
Bunca yıl kukuma kuşu gibi oturup beklemedim. O yalnız eski filmlerde olur. Kırk odalı konak gibi kalbim. Onu aldım en güzel odasına yerleştirdim. En deniz gören ama rutubetsiz. Sonra üzerine kapıyı kitledim. Çok şanslıydım, elini tutacak kadar sevdiğim insanlar tanıdım. El ele tutuşmak deyip geçmemeli, önemli. Bir Mayıs gibidir, safları sıklaştırmaktır el ele tutuşmak. Sevmediğim kimsenin elini tutmadım. Sevmeden tek bir adım atmadım. Yukarıdan ayak sesleri geldiği zaman inandırmakta zorlanırdım ama içim rahat, gönlüm ferah.
İki yıl önce yeniden olabilir miyiz diye merak etti. Gözlerimde korkuyu görünce vazgeçti. Meydan okuyan, çekip giden, uçan kaçan, elde avuçta durmayan kadın yoktu yerinde. İçi titreyerek bakan bu yeni kadını sevmedi. Bunda onu terk edecek yürek yoktu artık. Oysa bu kadını elde tutmaya çalışmak da onun meydan okumasıydı ve terk edilmeyi bile sevmişti o. Bu kadın ise kendini bıraksa onu bırakamazdı artık. Geldiği uçakla geri döndü Almanya’ya. “Vazgeçmek” denetimli kullanılması gereken şiddetli bir fiildi.

Confrontation
İki yıl sonra dört gün önce, yine bir ayın 23’ünde çıkageldi. Apartmanın girişinde posta kutusu niyetine duran plastik sehpanın üzerindeki mektupları karıştırdı, Paris’ten attığı kartı bulup çıkardı. Bana Amsterdam’dan sarı laleler almış, Paris’ten “burda olsan gezsek” diye biten bir kart atmıştı. Daha önce de Amsterdam’dan sarı laleler alındığını söylediğimde biraz bozuldu. Demek ki Amsterdam’a gidildiğinde yapılması gerekenler listesinde “Leyla’ya sarı laleler almak” gibi bir madde vardı. Paris’ten attığı kart da benim içimi burdu. Neden orada değildim ki? Onun bensiz ne işi vardı oralarda? İki çocuk gibi karşılıklı bozulduk.
Sabahtan girmiştim mutfağa. Birkaç meze hazırladım. Taze fasulye pişirdim etin yanına. Rakıya koyacak buzumuz var mı diye buzluğu kontrol ettim, vardı. Güzel, sade bir elbise giydim. Saçlarımı açtım çünkü Bengi olsa “toplama şu saçlarını, açık bırak” derdi, biliyordum. Mutfak önlüğünü giydim yemek yaparken, kafama da yemeni bağladım. Türk sanat müziği açtım radyoda. Hiç sevmezdi Türk sanat müziği, benim yüzümden dinlerdi. Benim yüzümden dinlerdi; Türk sanat müziği dinlerken yüzümün aldığı şekli severdi.
Konağın en deniz gören ama rutubetsiz odasının kapısını araladım. Onu neredeyse on yıldır tanıdığımı fark ettim. Çoğu ayrı geçen koca koca yıllar, bir Alman kenti ile İstanbul arasındaki mesafe kadar uzak yollar girmişti aramıza. Saçları daha da beyazlamış, göbeği alıp başını gitmişti. Kokusu bile bir değişikti sanki. Ama işte komik gülüyordu hala, ben onu güldürmeyi seviyordum ve ezberimdeydi adımlarının melodisi.
Mutfakta yemek hazırlarken geri sardı zaman. Leylâ değil bir kız çocuğuydum közlediğim patlıcanlar olmuş mu diye kaşıkla dürterken. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Bir Jager içtim, sonra bir tane daha. Yanaklarım pembeleşti hafiften. Patlıcanlar da kahveye çalıyordu, aldım fırından. “Hiç Leylâ değilim şu an, hiç Leylâ değilim” diye söylendim kendi kendime. Leylâ değilsem kimdim? Hafızasını kaybedip kim olduğunu hatırlamayan insanların saldırganlığı çöreklendi yüreğime. Leylâ değilsem kimim ben? O kim şimdi, nasıl biri?
“Gözlerinde korkuyu görünce olmayacağını anladım” deyişini anımsadım. Gittim aynaya baktım. Portmantonun taraf loştu biraz, gidip banyodaki aynada baktım yüzüme, gözlerime. Bir tür makyaj yapmak gibiydi gözlerimdeki korkuyu silmek. Hangi kapatıcı, hangi fondöten kapatabilir yara almaktan korkan âşık bir kadının korkusunu? Çok kötü adamlar tanıdım ben. Evet bayım, yüreği nasırlaşmış gerçekten kötü adamlar ama onlardan hiç korkmadım. Gözümü bile kırpmadım gözlerinin içine bakarken. Korkmadığım için onlar korktu benden. Pabuç bırakmadım. Kötü adamları ne çok sevdim Tanrım. Ne besbelli, ne kolay adamlardı. Akmaz kokmaz şam şeytanları! İyilik öyle mi ya? İyilik zordur, kırılgandır, ağırdır. Evet, ağırdır. Sıvı cıva gibi bronşlarının en ucuna varasıya doldurur akciğerini. İyilik ürkütür beni. Islak fayansta yürümek gibidir iyi bir insanla aynı havayı solumak. Eskisi kadar iyi bir insan olmadığını biliyordum elbet. Yıllar geçtiğimiz yolların haritalarını çizmiştir tenimize, yeni gibi olmaz a! Kabul ediyorum, kötü bir adam olmasını istedim içten içe. Sorular bildiğim yerden gelsin ister gibi istedim. Oysa en iyi bildiğim yer oydu bir zamanlar. Yeteri kadar zaman çarçabuk geçsin de bir an önce kavuşalım birbirimize de istemiştim.
Gözlerimden sildim korkuyu. Mutfak önlüğü ile yemeniyi çıkardım. Leylâ oldum yeniden. Biledim hislerimi, meydan okumaya hazırladım kendimi. Savaş ilan ettim. Ölebilirdim bu savaşta ama korkusuzca ölecektim. Bir sofraya bir kendime baktım. Âşık olunacak kadındım yeminle!
Kapı çaldı. Açtım. Üst kata çıkmasını bekledim. Bavulu ağırdı. Ben sığardım içine. Sığmamış mıydım zaten? Almanya’ya giderken uzaklaşmak, yeni bir hayat kurmak vardı aklında. Ama işte bu bavula sığmış ve onunla birlikte gitmiştim Mannheim’a. Bu defa da ben saklansam içine, giderken alıp götürse beni de… Anlaşıldı, Leylâ yoktu onun yanında. Bir kız çocuğundan öteye gidemeyecektim. 29 yaşında görünmeye çalışan 19 yaşında bir kızdım düpedüz. Aperatif olarak cin tonik hazırlayacak kadar 29 yaşında fakat yeşil Bodrum mandalinalarını ince ince doğrarken eli titreyecek kadar 19 yaşındaydım. Bardağını verip karşısındaki kanepeye kurulurken elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmiyordum. Halbuki ne kadar rahat görünüyordum. Görünebiliyor muydum? Beni bir kitap gibi okuyabilen adama poz mu kesiyordum? Ne salaklık ama işte her şey mubah aşkta ve savaşta, özellikle de ikisi bir arada olunca.
Onu izledim. Ağzını izlediğim için ağzından çıkanları dinlemediğim anlar oldu. Ellerini, bileğini, burnunu, kulaklarını izledim. Saatler geçti. Ben onu izlerken ne konuştuk bilmiyorum. Sonra konuşmaya başladık. “Tamam” dedik, “en azından denemeliyiz bunu”. En az iki sene daha orada, uzaktan nasıl olacak diye düşündükçe nefesim kesilir gibi oldu. Ona bakınca geçer gibi oldu. Geçmedi.
Günler geçti. Hem tanıdık, hem yepyeni. Elini tuttum yeniden. O sucukları doğradı, yumurtaları çırptı ben öyle seviyorum diye. Çay demledim ben. Bana da bir sigara sardı, içtik. Birlikte karşıdan karşıya geçerken arabaların geldiği tarafıma geçiyor hala. Mephisto’dan Varlık, Robinson’dan Birikim aldık. Tünel’den Ortaköy’e kadar yürüdük. Yoruldu, terledi, şaşırdım. Evde bol bol bira içtik, dizi izledik internetten. Güldük. Çok güldük. Güldükçe anladık sevgi duvarını aştığımızı. Üzerine gitmedik birkaç gün. Özlemiştik. “Kimi özlediğimi unuttum artık” dedim ama özlediğim gerçeğini değiştirmiyordu bu. Yaptığım, yazdığım, yaşadığım her şeye bu özlemin kokusu sinmişti. Şimdi ise evim bellediğim adam karşımda, yoğurt bulaşmış bıyığıyla beyaz beyaz bana gülümsüyordu.

Closure
“Bu işte bir terslik var” dedik. Çırılçıplak kalmak gerekiyordu bunu diyebilmek için. Yıllarca karşılıklı uzaktan büyüttüğümüz aşkı bile soyup çıkardık üstümüzden. İki insan kaldık. Daha da kötüsü bir psikolog ve bir sosyolog. Fazla irdelemenin meslek hastalığı olduğunu ve ilişkilerin ıncık cıncık irdelenmemesi gereken şeyler olduğunu bildiğimiz halde elimizde değildi, yine yatırdık masaya. İki bira daha getirdi buzdolabından. Iron Maiden sesi gelmiyordu stattan. İnadına sessizdi Beşiktaş. Karanlık balkondan sessiz Beşiktaş’ı izleyerek konuştuk.
Nasıl mümkün olabilirdi bu? Ayrı kaldığımız altı yıl geçmemişti sanki aradan. Sanki o televizyon izlerken ben su içmek için iki dakikalığına mutfağa gidip dönmüştüm. Nasıl bu kadar rahat olabilirdik birbirimizin yanında? O zaman anımsamaya başladık, birbirimizi severken nasıl ayrıldığımızı. Biz sevgi duvarını çoktan aşmıştık. “Bana âşık mısın?” sorusunun cevabını bildiğimden emindim. Ta ki gözlerimin içine bakıp sorana kadar. “Çok fazla sevgi var. Çok fazla şefkat ve güven. O kadar çok sevgi var ki insan bu kadar sevgiyle ne yapar, nasıl baş eder bilmiyorum.” Ağlıyordum. Gözümde bir elma canlanır onu düşünürken. Yarısı o, yarısı ben. Hala öyleyiz fakat toplamı aşk eden iki sevgili değiliz artık. İki can dostu, handiyse aynı annenin çocukları.
Bunu idrak etmek de, kabul etmek de çok zor benim için. Her şeyden zor. Bu artık ne ona ne de bana dair bir mesele. Aşk bile değil, bu bir varoluş meselesi artık. Bundan sekiz yıl önce beni severek var etti sanki. Önce annem, sonra o doğurdu beni. Beni sevmediğini düşündüğüm zamanlar öksüz yetim hissettim kendimi. Ona duyduğum aşk ve özlem tanımladı, var etti beni. Ana hatlarımı çizdi, içimin renklerini taşırmadan boyadı. Annemden öğrendiğim gibi tatlı ve yoğun kokan bir şefkatle sevdim onu ve bana nadir bulunan ipek bir kumaşmışım gibi davranmasını izledim artan bir şefkatle. İki rayı gibiydik bir tren yolunun…
Tembel bir öğleden sonra sarısı huzur içinde nasıl huzursuzlandığımı anımsıyorum şimdi. Bir koza gibi ılıcacık sarmıştı beni. Oysa ben meydan okumak, meydan okunmak istiyordum. Biraz çatışmaya özlem duyar olmuştum. Oyun oynamak istiyordum, dans etmek istiyordum. Şefkat bağımlılık yapıyor ama tutkusuz yaşayamıyordum. Sanıyordum ki bu bir gençlik hastalığı, delikanlılık çağı… Yaşar doyarsın, sonra yerine yerleşir ve bir daha da uğraşmazsın. Öyle olmuyormuş. Şimdi ikimiz de aynı şeyi istiyoruz ama istediğimiz şey birbirimizde yok. Zaman zaman kıskanıyoruz birbirimizi, özlüyoruz, arıyoruz, “hala seviyoruz”… Sonra o başımı göğsüme yaslıyor ve ben onun neredeyse tamamı ağarmış olan saçlarını okşuyorum. Buradan bir aşk çıkmıyor. Bu da beni deli ediyor. Bir insanın bir insanı bu kadar sevebilmesi mümkün mü? Peki ya âşık olmaması? Ne ki aşk? Tanrım, ne ki? Hiç vazgeçecek miyiz onu aramaktan? Peki ya bulabilecek miyiz? Bulunca anlayacak mıyız? Eğer bu değilse ne, o değilse kim? Kendimi kaybolmuş hissediyorum.
Bengi bunun iyi bir gelişme olduğunu düşünüyor. Bunu yıllarca bir yük gibi taşıdığımı ve artık bundan özgürleştiğimi... Geleceğe daha umutlu bakmalıymışım. Haklı olduğunu biliyorum ama yük dediği bir parçam olmuştu benim. Elim, gözüm, ruhum olmuştu. Şimdi özgürüm ama ne halt edeceğimi bilmiyorum. Sabitini kaybetmiş denklem gibiyim. Ona âşık olmadığım bir hayat tasavvurum hiç olmadı ki. Ayağımın altından yer çekilmiş gibi. Çırılçıplak hissediyorum kendimi. Bir tek onun Leylâ’sı olamadım. Küçük kızı, kız kardeşi, annesi oldum. Şimdi nasıl hissetmem gerektiğini bile bilmiyorum. Şu an, şimdi. Onu annesine doğru yolcu etmiş ve kendimle baş başa kalmışken ne düşünmeli, nasıl hissetmeliyim? Ben şimdi ne yapmalıyım, ne yapacağım? Kim oldum şimdi, biri miyim hala?

Boşandık.
Boşan.
Boş.
Boşluk?
O, bir an dipsiz gibi görünen bir boşluğa düştü; ben, ancak boşanırken fark ettim esasen evli olduğumuzu. İki eski eşiz şimdi, iki ilk eş. İlk eşlik mühim müessese, belki evliliğin kendisinden bile güzel, derin, anlamlı… Kim bilir belki ilk seviştiğin ama illa ki geçmişte kalmaya yazgılı. Sartre ve Beauvoir gibi olmayı düşlerdim hep. İçimden tabi. Güzellemem gerekiyor ya illa ki!
Birlikte geçirdiği yıllardan fazlasını ayrı şehirlerde, ayrı ülkelerde, ayrı insanlarla geçirmiş iki eştik, birbirinin zihninde yaşayıp büyüyen iki düş. İki düştük, iki eş, düşledikçe ayrı düştük.
“Bu aşk değil” dedik birbirimize, “aşk bu değil”. Yazıldığı kadar kolay okunmuyor, okunduğu gibi söylenmiyor. Kolay değil, hiç kolay değil hem de. Hiçbir şey olmasa on yıl var neredeyse. On yıllık aşinalık; rahatlık, içtenlik, kendiliğindenlik on yıllık.
“Biraz daha beklesek” dedi, “birkaç yıl daha”. Kolay değil hemen kızıp köpürmek, “bana hiç mi saygın yok” demek. Bozuk bir musluk gibi ağlamak ne kolay hâlbuki. İplik gibi ince ince, yavaş yavaş ve daim. Neden olduğunu bile bilmeden ama mütemadiyen, bir boşluğa bakıp konuşmaya devam ederek. Su sızdıran bir dinginlikle devam etmek konuşmaya, konuşurken ‘neden su sızdırıyorum lan ben?’ diye arada kendine kızarak. Kolay değil bir çırpıda bulmak cevabı. Sevgiye evrilmiş bir aşkın yatağında, derinden öfkeyle, kırgınlık, yorgunluk ve umutsuzlukla aktığını izlemek kolay değil. Ne duymak, ne görmek kolay. Hiç kolay değil.
Günler geçmesi gerekti. Kendimden başka kimseyle, hatta kendimle bile konuşmadığım günler. Boşluğu uzun uzun seyretmem gerekti. İçine düşmeyeceğim o boşluğun, hayır. Ne boşluklar içime düşüp kafasını yardı benim. Kolay değil kendimi yeniden bırakmam. Bırakırsam tekrar bulamam. Artık değil. Ben o değilim artık.
İpotekli geçen yıllarıma yenilerini eklemeyeceğim, hayır. Ömür geçiyor; ömrüm, ömrümüz geçiyor. Zaman beklemiyor, ben de artık beklemeyeceğim; hayır. İçimden yükseldikçe yükseldi sesim; taştı, dizlerime kadar yükseldi: Hayır!
İki ilk eş, iki eski düş, bir odada karşılıklı oturmuş konuşuyorduk. “Bana müsaade” dedi adam. “Ben de kalkıyordum, beraber çıkalım” dedi kadın. Beraber girdikleri odadan beraber çıktılar. En son kadın çıkıyordu kapıdan, son bir kez arkasına dönüp odaya baktı. Işığı kapattı çıkarken. Hafif bir düğme sesi duyuldu önce, sonra demir kapı kapandı. Adam ve kadın böyle boşandı.
Sokak kapısından çıkarken adam durup kadına –eski alışkanlıkla- ne yapacağını sordu. Şöyle bir düşündü kadın, bu defa cevabı biliyordu: “Seninle aynı şeyi yapacağım” –eski alışkanlıkla- “canım” dedi kadın, “gidip birini çok seveceğim, ama çok… Sevince nasıl sevdiğimi en iyi sen bilirsin, öyle çok seveceğim. Gündüz düşlerimde hep sana döndüm, artık dönmeyeceğim. Yerime kimseyi koymayacaksın; yerine kimseyi koymayacağım.  Yeni düşler, yeni denklemler kuracağım bundan böyle. Zırhlar kuşanmayacak, duvarlar örmeyeceğim. Sen de öyle yapacaksın. Biliyorum, her şey daha güzel olacak ikimiz için. Hoşça kal ankaram, kırkikindi yağmurlarında şemsiyesizliğim… Hoşça kal ilk eşim.”