20 Şubat 2018 Salı

Sevmek Zamanı (1965, Metin Erksan)



Kaçıncı kere izlediğimi bilmiyorum. Dört olabilir. Birkaç yıl önce eve aldığım projektörü ilk defa çalıştıracağım zaman açılış için seçtiğim film de buydu. Korkunç bir VCD kopyasından elbette. Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi öğretim üyeleri ve öğrencileri sağ olsun var olsunlar, bu akşam ilk defa restore edilmiş haliyle izledim Sevmek Zamanı'nı ve yer yer ilk defa izliyormuş gibi hissedip yeniden sevdim.

Hazzetmediğim semtin hazzetmediğim alışveriş merkezinin hazzetmediğim sinemasının birkaç yüz kişilik geniş salonu festival seyircisiyle tamamen doluydu bu akşam. "Festival seyircisi"nden ne anladığımı yeniden gözden geçirmeliyim belki de. Başlarda ihtimal vermesem de çoğunluk ilk defa izliyor olmalıydı. Olabilir. İlk izlenen kopyanın bu incelikli, tertemiz restorasyon olması da, böylesine geniş bir beyazperdede izlenmesi de büyük şans. Mesele bu değil. Aslında mesele ettiğim şeyin hem toplumsal, hem kişisel ve elbette ki politik veçheleri var ve elbette hepsi de iç içe geçmiş vaziyette canımı yakıyorlar.


Kültürel yaşamın çölleşmesini ve bunun son derece bilinçli izlenen politikalar neticesinde bu noktaya gelmiş olmasını ayırıp bir kenara koymaya çalışacağım. Varsayalım ki mesele tamamen kişisel hassasiyet. Her halükarda tepkimi ifade etmem gerek. Değil mi ki memlekette ifade özgürlüğünün daniskası var.


Şaşırtıcı ölçüde genç olan seyirci, filmin toplasan birkaç A4 sayfası dolduracak repliklerinin hemen hepsinde kahkahalarla güldü. Buna en duygusal, en kritik sahneler ve hatta final de dahil. Küçük bir gruptan da söz etmiyorum. Çürümekten nihayet kurtarılmış bir yerli klasiği seyretme deneyiminin içine eden bir desibelden, YouTube'da tek başına komik video izlerken verilebilecek pervasızlıkta tepkilerden bahsediyorum.


Aynı salonu paylaştığım seyircinin hayatında ilk defa eski Türk filmi izliyor olabileceğini bile düşündüm. Bugüne kadar izledikleri en eski yapım 2005 tarihli filan olmalıydı. 1965 İstanbul'unu, daha doğrusu sinemasını, daha da doğrusu Sevmek Zamanı'nı ilk defa mı görüyorlardı gerçekten? Bilet alırken ne görmeyi bekliyorlardı; gördükleri, anladıkları neydi? Evet, bazı replikler havada kalıyor, seslendirme de bunun önüne geçemiyordu ama bunca kez izlediğim Sevmek Zamanı'nda güldüğümü ya da gülünebileceğinin aklımdan geçmiş olduğunu hiç hatırlamıyorum.


Acımasızlık ediyor olabileceğimi düşündüm sonra. Küçük dünyamda "Yeşilçam hayatı" yaşadığım için bunca şaşırmış, öfkelenmiş, neredeyse kişisel olarak hakarete uğramış hissediyor olabilirim. Bihter Özdemir Dinçel'in Ezop Sahne'de, yazdığı ve oynadığı Aşiyan oyununun içime bunca oturabilmiş olmasının, sahnede kendimi izliyormuş gibi hissetmemden başka bir açıklaması var mıydı? Dehşet içinde çıkmıştım oyundan. Tüm anahtar kelimeleriyle bu bendim. Bir sahneye konup üzerime ışık tutulsa böyle mi görünecektim? 


Balkonuma konan kumrulara her gün aşurelik buğday veriyor, balkonumdaki iri saksılarda yalnız baharları bir iki hafta açan sarı laleler yetiştiriyor olabilirim. Bir de bunları yazarken pikaptan Neşe Karaböcek plağı dinliyorum. Hepi topu bu. Bu mu? Değil. İnsanların kahir ekseriyetini kaba ve hoyrat buluyorum. Gitgide kendi aşiyanımı kuruyor, onun içine çekiliyorum. Dışında kalanları yargılamam haksızlık muhtemelen. Ama işte... hayal kırıklığına uğruyorum. Evet, hâlâ. 

Bu filmde Müşfik Kenter'in gözlerinin içinde yaşayan dünyaya ve o gözlerin altındaki her bir kırışıklığın derinliğine ayrı ayrı inanıyorum ben. Sema Özcan'ın, fotoğrafının yerine bıraktığı kısa mektubunda yazdığı her bir satıra inanıyorum. Böyle şekillendim bir kere, içim böyle, dışıma ne yansıtırsam yansıtayım. Sevmek Zamanı'na gülenlerin inandıkları şeylerin çoğuna da ben inanmıyorum. Zaten çoğu şeye inanmıyorum. İnandığım şeyler sayılı. Sevginin bu türlüsü de onlardan biri işte. Belki de yegane. 


Bu satırları yazarken gün 20 Şubat oldu. İlk cemre havaya. Hiçbir şeye değil cemrelere inanıyorum mesela. Son 15 yıldır her yıl Ece Ajandası almamın tek sebebi cemrelerin düştüğü tarihleri söylemesi. "Yeşilçam" mı bu şimdi? Cemrelerden bahsedilen bir film izlediğimi hatırlamıyorum. 


Bir ülkenin sineması nasıl işledi içime, zaten yatkın olan ruhumun nasıl döktü kalıbını... inanılır gibi değil. Ben "koskoca kadın", inanmayı çok yıllar önce bırakmış olmam gereken bir şeye şiddetle, inatla ve hem de çaresizce inanıyorum. Bilinen bir tedavisi de yok. 


Cemreler düşüyor. Sevmek zamanı.