Rüyamda Yılmaz Güney'i gördüm. Fazla gerçekçi bir şekilde. Uyandıktan sonra bir daha uyuyamadım o yüzden.
1984'ün 9 Eylül'ünde ölmüştü, evet, ama bizi görmek için gelmişti. Annem, babam, en yakın arkadaşım ve Agâh Bey vardı evde. Yılmaz Güney'i çağırmış filan değildik, filmlerini anıyorduk sadece. Eskiden rüyalarımı sık sık rüya olduklarının bilincinde görür, böylece onlara dilediğim gibi yön verirdim. Artık nadiren oluyor. Bunu gerçek gibi yaşadım. Yine de ona paranormal şeylere inanmadığımı, bunun gerçek olamayacağını söyledim. Gülümsedi. Ben de inançsızlığımı bir kez dile getirmenin rahatlığıyla ânın tadını çıkarmaya koyuldum.
Bilge Olgaç'ı sordum ona. Duvardan duvara kitaplık olan evdeki kitaplara göz gezdiriyordu gezerek, sakin, telaşsız. Trençkotunu portmantoya asmıştı. Giyimi sade, saçı henüz kırlaşmakta ve sesi tam da kayıtlardan duyduğum gibiydi. Vedat Türkali'nin romanında tasvir ettiği inci dizisi dişleriyle göz kamaştırarak gülmedi hiç. Ağırbaşlı bir gülümsemeyle durdu hep, kalender bir duruşu vardı. Koltukta oturuşu, bize ve etrafa bakışı, konuşması...
Biraz sohbetten sonra ayrılık vakti geldi. Hafif bir ayazın dolandığı sokağın ortasına kadar geçirdik onu. Herkesle birlikte vedalaştım ben de. Sonra tam giderken dayanamayıp koşup sımsıkı sarıldım, ağladım. Ayrılmak istemiyordum. Çok küçükken de böyle yapardım. Katıksız sevgimi katıksız bir şekilde gösterirdim, korkmayı veya çekinmeyi bilmezken. "Şimdi nereye gidiyorsun?" diye sordum, hadsizliğimden hızla utanıp özür diledim, ağlarken güldüm. Ağırbaşlılıkla yatıştırdı beni. Ve yürüyerek uzaklaşıp gitti.
Sonrasında kendi aramızda oturup konuşurken "Gerçek değildi, olamazdı" dedim. Yine de çekilen fotoğrafları Agâh Bey'e telefondan göndermek yerine çıktılarını alıp öyle vermenin daha iyi olacağını söyledim. Eski adamdı ne de olsa. Onu da iki yıl önce kaybettiğimizi hatırlamıyordum.
Uyanıp annemle babama anlattım rüyamı. Dinlediler. Bu da gerçek değildi. Henüz uyanmamıştım. Gözümü açtığımda serin sabah yeli tepemdeki cevizin yapraklarını hışırdatıyor, beni ürpertiyordu. Mazı'daki evimizin damında, pike ve battaniyemin altındaydım. Sabah 5'ti. Bir daha uyuyamadım. Bu rüyayı neden nasıl gördüğüme dair bir açıklama bulmam gerekiyordu.
Son bir ayda yoğun bir şekilde, Yılmaz Güney'e ait efemeranın arşivlenmesiyle uğraşmıştım. Çoğu lobi kartı, kartpostal ve fotoğraftı. Dolayısıyla görüntüsü sürekli benimleydi. Dün akşamüstü soğan ekmek için toprağı hazırlarken babama bir sandalye çekmiştim bir yandan sohbet edelim diye. Halil Amca'nın dizi oyuncusu olarak tanınmasından girdik; kaybettiklerimizden söz açılınca Yavuzer'i, Yavuz Özkan'ı, Bilge'yi andık. Yılmaz Güney'i andım ben de. Père Lachaise'deki mezarı geldi aklıma, taze çiçekleri eksik olmayan. Başka birkaç akıl kârı sebep daha buldum rüyama girmesi için. Bugün eylülün ilk günüydü ve 9 Eylül 1984'te öldüğünü hep biliyordum. Cenazesinde, anmalarında okunan metinlerin elle düzeltilmiş daktilo hâlleri de efemeralarımız arasındaydı; serbest bırakılması için düzenlenen kampanya haberleri de...
Aranan sebepleri bulunca rahatladım. Yine de üzerinde sabah yeli esen örtülerin altında bu ürpertiyle daha fazla gözüm açık yatmak istemediğim için yatağımı toplayıp indim aşağı. Bunu yazmam gerekiyordu.