Lale Müldür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lale Müldür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Haziran 2011 Cuma

Bile Bile Lades


Atıyorum, hayatımda kilometre taşı teşkil edecek bir olayın adresi, tarihi ya da saati söylenmiştir. Unutabilirim, unuturum. Gündelik konuşmaları analiz etmek için kendiliğinden verdiğim dikkatin onda birini bu cinsten grande mevzulara versem ajanda kullanmak zorunda kalmazdım. Geçen gün yine bir arkadaşımla konuşuyorduk, ilişkilerinin hep “bile bile lades” olduğunu söyledi. Yani adam üzecek mi darlayacak mı hepsi baştan belli ama değil mi ki “aşk 42 numara ayaklarına, daha büyüğü olmadığı için aldığın 41 numara topukluları acı çekeceğini bile bile giymektir.” Ben bunu “small giyen insanın sadece medium'u kalan ürünü ‘her halükarda benim olacaksın’ diyerek almasıdır (bedenime uymayabilir ama ruhuma her zaman)” şeklinde düşünmüştüm. İşimiz gücümüz olmasa, akşam başladığımız bu “bence aşk…” geyiğine sabaha kadar Şıpsevdi sakız ikilisi olarak devam edebilirdik (bir aylak madamlık anımızda değerlendirelim derim bu malzemeyi).

Benim ilişkilerim “bile bile lades” değildi diye düşündüm. Ben bilmiyordum. Daha başlarken sonunu düşünüp tasalanmak (ya da ferahlamak?!) gibi huylarım vardı ama öngörüm sıfırdı. Bundandır ki az ve öz olan ilişkilerimde bodoslama tarzı hakimdir. “Aaa elimi tuttu lan? E iyi madem”. Sonra ne oldu nasıl oldu bilmiyorum (yalan, elbette biliyorum ama aşikar etmek saygısızlığa girer) bilmeye başladım. Acı çekerek öğrenir insan diye belletmişti bana acı veren ilk adam. Bu acımasız yargısını hiçbir zaman sevmesem de doğru olduğunu öğrenmek zorunda kaldım. Aşağı yukarı 2 yıl önce bir ayma geldi: Bunun üstünlük kompleksi var; bunun aşağılık kompleksi var; bu kitap okumamakla övünüyor; bu okuduğunu anlamıyor; bu her şeyi anladım sanıyor; bu –de’leri –da’ları bitişik yazıyor; bunun saçı kısa; bu çok tıfıl; bu daha aşk acısı çekiyor; bu fazla hassas ve kırılgan; bu 7/24 depresyonda; bu ne sağcı ne solcu, bu baya futbolcu; bu ergen; bu andropozda; bu piçim sanıyor ama havada karada… nadiren de olsa hiçbir kulp bulamadığım hatta hayranlıktan elimin ayağıma dolaştığı da oldu benim. Bir sefer. O zaman da bu adam beni niye seviyor ki diye işkillendim. Ne kendime ne ona güvendim. Ölümden korktuğu için intihar edenler misali kendi ipimi kendim çektim.

O gün bugündür, her şey pek bir “aklımda!”. “Lades!” dedirtmedim kimseye. Yani hiç bile bile lades olmadım. Aklım ermeye başlayalı beri bildiklerimi aklımdan hiç çıkar(a)madım. İyi güzel, “sil baştan başlamak lazım bazen” de nasıl silip ne kadar baştan alabilir ki insan? Belki de aşk, bile bile ladestir?

Bir ademoğlu karşımıza geçip durduğunda göz kararı demografik özelliklerini çıkarırız önce. Sonra üstü başı ele verir tarzını. Tüketim alışkanlıklarını, jestlerini mimiklerini inceleyip çözümleriz. Neyi nasıl ele aldığı duruşunu ele verir. Siyasi görüşü ve dini inancının ana hatlarıyla belirginleşmesi en fazla yarım saat sürer. Etrafa bakışı, kendine bakışı, karşısındakine bakışı, bir şeylere uzanışı, biriyle konuşması, yürümesi, gülmesi, sigara yakışı… ve çok daha fazlası, yani her şey datadır. Mesleki deformasyon mu? Belki. Bunu geri almanın bir yolu olduğunu sanmıyorum. Çok nadir anlarda silikleşebiliyor yalnız, “neyse ne” diyebiliyor insan. İnsan dediğim kadın, çünkü “insan kadın olunca her şeyi unutur yüreğinin içindekinden başka.” Her şeyi unutur ama her zaman unutmaz. O -gönüllü mü istemsiz mi bilmiyorum- unutuşlara da “lades!” denir zaten. Çözümlemeyi bıraktığımız an çanlar bizim için çalmaya başlar. O yüzden bırakmış görünür ya da gerçekten bırakmayı isteriz ama bir eşikten sonra insanın kendini koruma mekanizması güvenlik seviyesine abanıyor adeta. Ve yalnızlık, tercih edilebilir bir şey haline geldikten sonra bunu geri çevirmek git gide zorlaşıyor. Kazandım kaybettim derken bir de bakmışsın, kasa her zaman kazanıyor.

Ladesim lades olsun mu? 

6 Aralık 2010 Pazartesi

8 Kadın

Şu "kendini çok irdeliyorsun" diyen psikiyatr, "peki arkadaşların?" diye de sormuştu. Arkadaşlarıma ne olmuş doktorcum? 

Biz sekiz kadınız. Kimimiz on beş, kimimiz yedi senedir tanıyor birbirini. Daha yeni olmasa da daha eskiye dayanan başka arkadaşlıkları var hepimizin ama biz sekizimiz ODTÜ Sosyoloji'de bir araya geldik ve bir şekilde bir arada kalmayı başardık. Henüz zaman tarafından çok aşınmış olmasak da dünya haritasını önümüze koyalı epey oluyor. Gene de kopmadık.

Kadınlardan bahsediyoruz ve sekiz tanesinden. Güçlü ve kendine güvenen sekiz zeki ve güzel kadın. Erkekler nasıl diyor? Dominant. Çoğumuz akademik kariyere baş koyduğu halde hayattan beklentilerimiz elbette farklılık gösteriyor. Tıpkı inançlarımız ve hayattaki duruşlarımız gibi. Aşk hayatımıza gelince...sayı sekiz olunca gündem de pek boş kalmıyor elbette. Hoş...gündemimizin de o eski halinden eser yok şimdi. O dalgalanmalar, savrulmalar, dibe vuruşlar, ani yükselişler, vurgunlar yerini sükunetle kaplı yorgunluklara, kırgınlıklara, sessiz ve sakin bir öfkeyle içimize işleyen soğuk korkulara bıraktı. Daha ölmedik ama duruluyoruz. 

Birimiz evleniyor bile! Telefonda "nerede kaldınız" diyen gergin sese "geldik" diye cevap yetiştirmemiz ve taksiden inip bir gelinlikçiye koşmamız, merdivenleri koşarak çıkmamız görülmeye değerdi. Kapı açılıp da onu öyle görünce dilim tutuldu. Bunun bir film sahnesi olduğunu sanıyordum. Değilmiş. İçimden gerçekten ağlamak geldi. Amfinin kapısından dönüp çimlerde bira içen, her gün ayrı desenli oje süren, rengarenk giyinen fevri arkadaşım...sabahlara kadar beraber dans ettiğim, ülkenin bir ucunda birlikte çalıştığım, yeri geldiğinde dilimi tutamadığımdan karakola beraber düştüğüm arkadaşım...sanki bugüne kadar kimliğini bizden saklamış bir masal prensesiydi. Benim arkadaşım dedim içimden, çok güzel. 

Evliliğin muhabbetlerimize girdiği seneyi hatırlıyorum. Neredeyse birdenbire oldu. Hala okuldaydık aslında. Yusuf Ziya'nın sıkça kullandığı tabiriyle bullshit olmaktan, toplumsal bir dayatma, bir kurgu, bir ticaret anlaşması, bir şirket evliliğinden daha derin bir anlamı olmadığını bildiğimiz evlilik kurumuna burun kıvırmayı, onu da her kurum gibi yerin dibine sokup çıkardıktan sonra silkeleyip atmayı nasıl bıraktık. Neyse ki sadece laf arasında öylesine geçiyor ve kapanıyordu hemen. Biz dans etmeye devam ediyorduk. Sonra çocuk sevmeyenlerimizin bu sevgisizliği azalmaya yüz tuttu. Çocuk görünce gremlin görmüş gibi davranmayı bırakmaya başladılar. Bu son süreç henüz tamamlanmadı elbette. 


Fakat işte saha çalışması gözüyle baktığımız akraba, eş dost düğünleri ete kemiğe bürünmüş, bizim gerçekliğimizin bir parçası olmak üzere. Yüzük, gelinlik, düğün organizasyonu, ev bakma, kına gecesi, altın...düğünde giymek için elbise, ayakkabı, ona uygun çanta. Hepsi gerçek artık. En yakınımızda. İçimizden biri kurumsallaşmaya karar verdi. Biz düğünde ne giyeceğimize henüz karar vermedik. 


Buna rağmen biz şu son bir iki yılda, aşk&ilişkiler mevzusunda birbirimize verecek aklımız olmadığında karar kıldık. Her ne kadar dominantlığımızdan sual olunabilemese de toplansak bir akıl etmediğimiz sonucuna vardık. Psikiyatra verdiğim cevap da buydu: "Birbirimizden pek farkımız yok". Olmaz mı, var elbette. Fakat sanırım en nihayetinde beklentilerimizle baş başa kalıyoruz. Ya biz olmamız istenen olmakta zorlanıyoruz ya da olmasını istediğimiz gibi olmuyor birlikte olmayı seçtiğimiz insanlarla ilişkimiz. Kendimizi kaybetmeden karşılıklı taviz vermeyi öğreniyoruz biz de; emek vermeyi, mücadele etmeyi, pes etmemeyi, vazgeçmemeyi, bırakıp kaçmamayı. Bazen de bittiğinde bitti demeyi, arkaya bakmamayı, geriye dönmemeyi, sil baştan bir hayat ve yeni hayaller kurmayı. Öğrenmek zorunda kalıyoruz kalmasına ama çoğu zaman ters dönmüş gregor samsa gibi debelenip durduğumuz gerçeğini değiştirmiyor bu. İrdeliyoruz, kurcalıyoruz, kurup duruyoruz, sorguluyoruz, tatmin olmuyoruz, emin olamıyoruz, güvenemiyoruz, korkuyoruz, korkutuyoruz, kaybediyoruz, kayboluyoruz, düşünüp duruyoruz, gene de bir yere varamıyoruz. Biz bu işin içinden çıkamıyoruz.

Bir de birbirimizi kitleyen cümlelerimiz vardır bizim. Genelde hiç ummadık anda, durduk yere, birden bire dökülüverirler ağızdan. Kısa ve net ilamıdırlar malumun. "Bazen onu çok özlüyorum", "onu hala çok seviyorum" ya da "beni kimse onun gibi sevmeyecek" gibi. Atlatılamayan ayrılıklar ya da ilişki içinde üstü örtülen küçük, önemsiz çatlaklara dair nokta atışları. Hiçbir cevap beklemediği gibi pek bir cevabın da tatmin edemeyeceği sözler bizi suskunluğa iten. Ayrı ülkeler ayrı şehirlerde iyice ağırlaşıp dibe çöken yalnızlıklar, mutsuzluklar, özlemler...boş şarap şişeleri, dolup taşan küllükler, kağıt mendillerdeki rimel izleri...minör depresyonlar, yeme ve uyku bozuklukları, panik ataklar, ağlama krizleri, güven sorunları, eski serseriliklerin ikamesi uzun münzevi günler, aylar, yıllar. 

Feminizmin mevzu bahis olduğu bir derste uzayıp giden tartışmalardan sıkılan kadırgalı, kokoş bir arkadaşımız dayanamayıp "sizi bilmem ama ben erkekleri seviyorum valla!" diye tartışmalara son noktayı koymuştu. Bu basit nidasıyla o sırada havada uçuşan bütün o sofistike teoriler bir anda ölü kuşlar gibi düşüp amfinin yerlerine saçıldılar. Tabi ki değersiz, anlamsız ya da geçersiz kılamazdı o teorileri. Fakat saçmalık derecesinde basit bir noktaya parmak basmıştı. Bu çıkışına hepimizin gülmesiyle tartışma hararetini yitirmişti fakat gene de rahatsız edici bir tarafı vardı. Sonuçta biz orada ciddi bir şeyden bahsediyorduk.  Ücretsiz emekten, ev içi sömürüden bahsederken sevgi çok yersiz bir kavramdı. Şimdi ne zaman "neden buna katlanıyor öyleyse" diye sorduğumda basitçe bir "seviyor" cevabı alsam aklıma bu geliyor. "Seviyor", teorileri olmasa bile bir çok şeyi sahiden geçersiz kılıyor. Sevince akan sular duruyor, çözümlemeler, yorumlar, müdahaleler...hepsi havaya açılan bir ateşten ibaret kalıyor. Ondan değil mi ki insan kadın olunca her şeyi unutuyor, yüreğinin içindekinden başka. 

Nereden çıktı şimdi bu yazı? Madem ki yazdım, o yedi kadına ithaf ediyorum. 


5 Aralık 2010 Pazar

Cim Karnında Nokta

...bazen de böyle olur.
hep ben mi pas geçeceğim günleri, pas geçme sırası güneşteydi bugün.
doğmak istemedi, doğmadı.
gün doğmadan bitti gün, ölü doğdu.
henüz değil ama bitti. insan mutlaka on sekizinde reşit olmaz, gün mutlaka on ikide bitmez.
şehrin ışıklarının yanmasıyla bugün de bitti işte.
daha kaç gün var yaşanacak?
daha kaç kez göreceğim aynı mevsimleri?
kaç ay daha ağrılar içinde kanayacağım ben?
hiç çocuğum olacak mı mesela? çok isteyince olmaz ya, korkuyorum biraz.
"nasıl olacak güzel kızım?" diye soruyordu meyhaneci yorgo, bilmiyorum.
nasıl olacak yorgo? sen ki yüz yaşında bir meyhanecisin, kim daha iyi bilecek senden?
ben ki ufacık tefecik bir kız, ben ki cim karnında bir nokta...nereden bileyim nasıl olacak, sen söyle.
seni bırakmayan bu şehir beni bırakır mı dersin? bıraksın gideyim vre.
leb-i derya bankları, vapur yolcusu martıları, lakerdayı hatta rakıyı bırakıp gideyim diyorum.
"artık tüm düşler öldü, terk etmeli kentleri" diyor kadın.
biz zaten en iyi terk etmeyi biliriz.
fakat salak ayrımların en salağıymış gitmek ve kalmak.
giden, durmuş yosun tutarken, kalan, cehennemin dibine siktir olup gidiyormuş. bazen.
ben? ben, cehennemin dibinde yosun tutar gibiyim.
"bir kadınım ben ve insan kadın olunca, her şeyi unutur yüreğinin içindekinden başka" diyor kadın.
her şeyim yüreğimin içinde olduğundan her şeyi unutuyorum.
korkarım ki kadınlıktan da kovulacağım bu gidişle.
kendi yüzümü, başkalarının gözünü daha kaç kez boyamalıyım?
daha kaç gülücük saçmalı, kaç göz yaşı dökmeliyim perde inmeden evvel?
çoktandır angarya geliyor yaşamak.
ve psikolojinin de, psikiyatrinin de, hevesle koydukları teşhislerin de canı cehenneme.
"ona kötü bir şey olsun istedim. bana aşık olsun istedim" diyor kadın.
insanın her istediği olmuyor be güzelim.
öyleyse, hadi...
"rakı doldur, yine eksildik biraz".

2 Eylül 2010 Perşembe

Modernité a venir



sonra yüzümüzdeki savaş boyalarını çıkardık
ve konuştuk iki uygar insan gibi...
bana som kayaları...
dar boğazları...
kendi iç geçitlerini gösterdi...

lale müldür



Fazla uygarlaştık. Tutturduk bir medeniyet ki tuttu sarıp sarmaladı, nüfuz etti derimize derinimize. Medeniyetten kasılıp kavrulduk. İçimiz yandı tutuştu, soğuk bir mojito söyledik. Rol yapmıyorduk, biz buyduk bu kadardık. Devasa bir sahne ki ne kulisi, ne perdesi, ne de merdivenleri vardı. Yangın çıkışı meçhule çıkıyor diye biliyorduk, aklımızdan çok geçti ama yeltenmedik. Bu sahnede drama tehlikeli ve yasak. Ayrıca yersiz ve gülünç. Sakin ses tonları ve anlayışla inip kalkan başlar geçerli. Suç yok, suçlu yok burada. Suçlamıyor yargılamıyoruz, anlıyoruz sadece. Anlayıştan, duyarlılıktan kırılıyor un ufak oluyoruz.

Seni suçlamıyorum Asla affetmeyeceğim. Anlıyorum Anlamak değil suratına bir tane geçirmek istiyorum Kendine gel. Güzel kızmış Neden sana öyle bakıyor. Mutlu olmanı isterim Ne olur olma. Arkadaş kalırız Yeter ki yanımda kal. Bir tane daha içelim mi Beni öpmen için seni sarhoş etmem gerekmeseydi keşke. Dur sana yatak yapayım Yanıma gel. Hangi filme gidelim Elini tutmadan biraz daha yürümektense şurada ölmek istiyorum. Yapamıyorum artık, zamana ihtiyacım var, ayrılalım ne olur Ne olur hemen bırakma elimi, daha sıkı tut ve üstesinden beraber geleceğimizi söyle Kabullenme ne olur bir şey yap vazgeçme benden. Seni seviyorum Seni seviyorum.

Hiç modern olmadık mı sahiden? Ya da tüm bu çelişkiler içkin modernliğe. İçimizden geçenlerle ağzımızdan çıkanlar arasındaki gerilim hattında var ediyoruz modernliği. Bir çözülürken oluşma anı. Tıpkı demokrasi gibi bir atıftan ibaret. Saf bir element olmadığı gibi asla tam anlamıyla pratik edilemeyen de. Bu kendimize ettiğimiz.

Anlıyorum derken anlıyoruz sahiden. İşimize gelmiyor. Eğer anlarsak suç saymadığımız şeyden bize de pay düşüyor. O yüzden kendi içimizde gene sütten çıkıp süte giriyoruz. Delikanlılık yeni bir anlam buluyor kendine, bir kızılcık şerbeti tadı. Acı vereceğini bildiğimiz şeyleri acı vermemesi gerektiği için yapmaktan imtina etmeyebiliyoruz. Rujumuz kırmızının kızılcık şerbeti tonu. Havamız yerinde, bize bir şey olmaz.

Bu biz kim meşru bir soru. Münferit bir durum olmadığını bildiğim için biz. Üstüne alınanı kapsayacak, alınmayanı kapsamayacak yani istilacı değil edepli bir biz kendisi. Gene de kurtarmıyorsa, çokluğundan dolayısıyla bokluğundan mustarip olduğum kişiliklerimden bir grup olarak biz. Boklu kişilik bozukluğu. Bozuk. Merdivenleri kullanın. Ağır ağır çıkın ama. Eteklerinizde bir şeyler taşıyormuş gibi.

Som kayalar, dar boğazlar, iç geçitlerin içine siyah kalem çekiyorum önce. Bir daha geçiyorum üstünden, sonra bir daha. Olabildiğince koyu olmalı. Far sürüyorum. Ardından siyah boyaya daldırıyorum ince küçük fırçayı. Boydan boya siyah birer çizgi çekiyorum kirpiklerimin başladığı yerlerine göz kapaklarımın. Kuyruğu kalkık ve ne kadar kalın çekersem o kadar buradayım. Her kırpışımda hafif bir rüzgar çıkaracak kadar rimele buluyorum kirpiklerimi. Belki biraz allık ama en önemlisi ruj. Savaşın şiddetini o belirleyecek.

Kendime zaten güveniyorum ve güçlüyüm. Malumun ilamından başka bir şey değil bunca boya ve topuk sesi çünkü görünür kılınmayan gücün anlamı da yoktur. Topuk sesi evet, üç santim topukla iyice yenilmezim. Anlıyorum, okuyorum, dinliyorum, düşünüyorum, tartıyorum, biçiyorum, şüphe duyuyorum, katılmıyorum, ekliyorum, çıkartıyorum, düzeltiyorum, toparlıyorum, yanılmıyorum, pes etmiyorum, sorguluyorum, yanılıyorum, düzeltiyorum, beğenmiyorum, bağırmıyorum, gülüyorum, bilmiyorum. Bilmiyorum, emin olamıyorum, ödüm patlıyor, içim çekiliyor, terliyorum, titriyorum, göğsüm sıkışıyor, kaçmak istiyor kaçamıyorum, üç santim havada yürüyemiyorum, küpeler ağır geliyor taşıyamıyorum, kirpiklerim bundan kısa ve ince, ben böyle kokmuyorum, saçlarım aslında dalgalı ve saçımı toplamak başımı ağrıtıyor, şakaklarım zonkluyor, duyduğumu dinleyemiyorum, anlıyorum evet anlıyorum, ayakta durmakta zorlanıyorum, git gide güçleşiyor nefes almak, bunu kastetmiyorum, düşündüğüm bu değil, kendimi ifade edemiyorum.

Dar boğazlarda boğulup som kayalardan atasım geliyor kendimi atamam, dünya güzel. Bir şiirden daha ezbere söylüyorum bunu. Dar boğazlara karşı iç geçiriyorum, içim geçiyor, gecikiyorum. Boğazımdan geçmiyor som kayalar. Sütten çıkıp süte değil geçitlerine giriyorum içimin korku tüneli gibi. Her şey suç ve cezası var kabahatler kanunu uyarınca. İnsan yaşayamaz ancak mantar yetişir burada, kanat çırpar yarasalar. Şarkı söylüyorum korkumdan ama o kadar kötü ki sesim dayanamıyorum. Tonlamasını vurgusunu duygusunu adım gibi bildiğim bir şiir söylüyorum ben de. İtalik yazılmıyor.