Nefret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nefret etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2011 Perşembe

Nefret, Ölüm ve Daha Çok Nefret Üzerine

                                                                "Suçsuzluğu ispatlanana kadar herkes suçludur."


Günlerdir şuraya bir iki satır yazabilmek için içten içe kıvranıyorum. Sakin bir üslupla yazılmış, bir anlam ifade eden; aklıselim muhteva eden ama suç teşkil etmeyen birkaç satır. Yazamadım. Dilim varmadı. Elim gitmedi. Ağzımı toplayamadım.
Yanlış anlaşılma riskini de göze alamadım biraz. Doğru anlaşılmaktan korkacağım yerde işmiş gibi. Yine de hala daha az zahmetli yanlış anlaşılmak. Ya Kürtçüsün ya Türkçü, ya Kemalist ya bölücü. Milliyetçi bile değilim desem, bu sefer de bertaraf olmak var işin ucunda. Buyur buradan yak. Bu ara siyaset tam iki ucu boklu değnek. Zaten şahtı, şahbaz oldu.
Ne boktan bir aydı, ne kabus gibi bir ay. Yüzlerce cinayet. Yargı tarafından aklanan şiddet ve tecavüz. Yağma, rant telaşı, ikiyüzlülük, cehalet, kibir, cadı avı... ama en çok da nefret. Hepsi son hızla artarken birinciliği nefrete vermeliyiz. 
Barıştan bahsedenler hainse, sevgiden bahsedenler ne olur tahmin bile edemiyorum. En iyi ihtimalle saf herhalde. Siyasi tabirle maşa. Eli maşalı maşalarca maşa ilan edilmenin ironisi de ne tatlı olur ha. Ağlatır adamı.
Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu derlerdi eskiden. Doğruymuş. Şimdi her şeyi bir futbol maçı gibi algılayanlar onlar olmalı. 
İnsanlık konusunda ahkam kesmek haddimi aşar ama utanıyorum, yalan değil. Biraz da utancımdan yazamadım. Yazılıp çizilenlere, söylenenlere, yapılanlara inanmakta zorlandığım oldu. Neden zorlanıyorsam, onu da bilmiyorum. Çok utandım, onu biliyorum.
Son güncellemelerle birlikte asgari ücretin elli katı kadar maaş alacağı belirlenen cumhurbaşkanı da utanıyor mudur acaba? Pardon, konudan saptım. Saptım mı? Git gide absürtleşen bir sistemde sapkın olmak ne kadar vahim olabilir? 
"Muhalefetin Bedeli" çok tuttu. Devam filmlerinin sayısı "Polis Akademisi"ninkini bile geçebilir. "Polis Devleti". Polisiye-dram. 
Bir isim tamlaması daha: Devlet terörü. Evlilik içi tecavüze benziyor ziyadesiyle. İkisinde de bir kontrat var ve taraflardan eli güçlü olan diğer tarafa ne yapsa meşru olacağı kanısında. Dolayısıyla ikisinin de varlığı çok az insan tarafından kabul ediliyor. 
Korkuyorum. Korkmuyorum dersem yalan olur. 1980 sonrasıyla kıyaslayıp bugünü daha vahim bulanların haklı olma ihtimali beni korkutuyor. Bir sabah uyandırılıp kendimi adını bile bilmediğim bir örgüte üye olduğum için suçlu bulunmaktan ve Sosyolojiye Giriş kitabımın, Ten Ten serisinin ya da Kerime Nadir'lerimin delil sayılmasından korkuyorum. İstense bugün hala hayatta olabilecek yüzlerce, binlerce insan öldü burada bugüne kadar. Altyapısızlıktan, denetimsizlikten, açgözlülükten, ikiyüzlülükten, güç ve para hırsı yüzünden öl(dürül)en son insanlar olmayacak son kayıplarımız. Dağda ya da şehirde, orada veya burada ne fark eder, göz göre göre daha çok insan ölecek. Bundan korkuyorum. Kalan sağların ahvali de pek parlak görünmüyor. Öfkelenmesine öfkelenebilen ama muhatabını pek kestiremeyen bir toplumuz sanki. Ya da bilmesine biliyoruz da gözümüz yemiyor belki. 
Öfke, korku, utanç... pek anlatamadım ama böyle bir haldeyim. Bir nevi "memleketin hali benim halim". 555K şiirinin sonunda ne kadar umutlu halbuki Cemal Süreya. O zaman da az kutuplaşmamış insanlar ama bu kadarını tasavvur edemezdi herhalde. Ters kutuplar birbirini çeker derler bir de. Çeker de. Biz daha ziyade birbirine terslenen kutuplarız. Sanki aynı toprak parçası üzerinde sırt sırta verdirilmiş duran ve "on!" dendiğinde dönüp ne gördüğünü bile algılamadan tetiğe basacak olan; ya da aynı rakıyı aynı tütünü içip, aynı halaya durduğu halde biri kendini diğerinden üstün tutan... yani Uzak Asya'dan dört nala mı gelmiş bilmem ama üzüm gibi ezilenlerin, ezilmenin hesabını bağcıya soracakları yerde birbirine düştükleri bu memleket hepimizin. 




http://www.visualnews.com/2011/10/24/the-propaganda-posters-of-the-1/

9 Kasım 2010 Salı

Gün tutulacak biz uyurken*

Your absence has gone through me like thread through a needle…” Merwin’in bu şiiri bir türlü çıkmıyor aklımdan. Sanki bundan seneler evvel birbirimizi çok sevmiş de ayrı düşmüşüz ve ben yokluğuna katlanmaktansa hayaline tutunmayı seçmişim gibi. Seçmek mi? Öyleyse unutmayı seçiyorum işte ama faydası yok, derimin altına kazınmış. Kısa şiirlerin tehlikesi de bu, ne yaparsın.

Özdemir Asaf’tan medet umuyorum bazı geceler, öyle bir kısa şiir bıraksın ki ellerime bunu söküp atsın içimden. Yok, onun bile gücü yetmiyor. Biraz korkuyorum o zaman. Turgut Uyar’ın bazı dizeleri yanağımı okşuyor büyük elleriyle, güzel parmakları saçlarımda geziniyor ara sıra. Hayır olmuyor, olduramıyoruz bir türlü. Onun da kapağını kapatıp yastığımın yanına koyuyorum usulca. Geceleri büyük yastığıma değil Büyük Saat’e sarılarak uyuyorum çünkü.

Uykumda gözlerimi açıyor, bir tren yolunda raylara yaslanmış buluyorum başımı. Rüyaların yüzü görünmeyen adamı da karşıma uzanmış, cevabını bildiğim tek bilmeceyi soruyor. Tereddüt etmeden cevap verir vermez kapıyorum gözlerimi. Açtığımda metrodayım, sarı çizginin tam üstünde.

Yem atılmış güvercinler gibi üşüşüyorlar aklıma. Akıl değil şehir meydanı. Kocaman eteğini hışırdatarak Anna Karenina geliyor önce. Sarı çizginin sefil anlamsızlığına bakıp gülümsüyoruz. Sonra bir köpek, o geliyor. Tereza’nın köpeği Karenin bu. Havlamasıyla birlikte bütün güvercinler havalanıyor.

İşte o zaman, güvercin tüyleri telaş etmeden yere inerlerken onu görüyorum karşımda. Boş bir şehir meydanında karşılıklı dikilmiş, hiçbir ifade takınmaksızın birbirimize bakıyoruz. Kokusu, tadı, sesi bugün gibi aklımda. Sunay Akın’ın şiiri bu. İlk kısa şiirim.

-Sen hala burada mısın?
-Hayır, değiliz! (çatıdaki güvercinler havalanıyor sesime)

İfadesizlik yerini hayal kırıklığı ve nefrete bırakıyor. Kendilerine alışık olmayan gözlerimi yadırgayıp bir iki sendeleseler de en nihayet oldukları yere çöküyorlar. Kanat sesleri duyulmaz olunca...