29 Temmuz 2011 Cuma

Arz Ederim

AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: ''Hiç kimsenin yaşam tarzına müdahale etmeyiz, edilmesine de müsaade etmeyiz; bu noktadaki endişeler tamamen yersizdir'' (22 Ocak 2011)

Ben 26 yaşında bir kadınım. İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Üniversiteyi Ankara’da okuduktan sonra doğduğum şehre döndüm, İstanbul’da büyümeye devam ediyorum. Kimya mühendisi olduğu halde lise öğretmenliği yapan annem ve gönlü sinemada olduğu halde avukatlık yapan babam çalıştığı için anneannem ve dedem büyüttü beni. Gençliğinde terzilik yaparak evin geçimine katkıda bulunan anneannem inançlı kadındır, nitekim yaşlılığında hacı oldu. Emekli subay olan dedemi sinirli ve aksi bir adam gibi hatırlasam da beni çok severmiş, bebekliğimi omzunda uyuturmuş hep. Anneannemden inançlılığı ya da mutfaktaki maharetleri yerine terziliğini ve eski film izleme alışkanlığını aldım. Halen “bizim zamanımız” diyerek sahiplenmeye devam ettiği nice film ve artisti kendisinden iyi biliyorum şimdi. Bilmekle de kalmıyor –aksini iddia etsem de- hala inanıyorum o filmlere. Bu bakımdan inançlı sayılabilirim.

Anne tarafımın kökü Kastamonu, Çerkeş’e; baba tarafımın kökü Bulgaristan, Deliorman’a dayanıyor. Bursa, İznik’te yaşayan babaannem ve dedem rençberdi. İznik Gölü’nü çok severim. Belki bundan olacak, ben göl severim: Sakin, durgun, dingin. Dedem ben küçükken benim için salıncak kurardı odunluğun saçağına. O derme çatma salıncakla avludaki zeytin ağacının dallarına varırdım. Çeşme tulumbalı, suyu buz gibiydi. Düğünlerde oynamayı çok sever ama ya hiç çıkmazsa diye kınadan korkardım. Sokakta çocuklarla oynayabildiğim tek zaman İznik’e gittiğimiz zamanlardı. Bütün insanlar tanıdık, bütün kapılar açıktı. Biri gelince seslenir, camlı demir kapıyı ikame eden tül perdeyi kenara iterek içeri girerdi. Sesim soluğum çıkmıyorsa, içeri odadaki baklava tepsisine yumulmuş olmam muhtemeldi.

Yüksek eğitimli, orta sınıf bir memur ailesinin tek çocuğuyum. Annem ve babam 40’larına az bir şey kala tanışıp karar vermişler aile olmaya. Annemin saz hocası ve nikah şahidi Su Dede ölünce çok üzülmüş annem. O üzülünce ben de çok üzülmüşüm, erken merken demeden kollarında almışım soluğu. Adımı Su koyacaklarmış ama iki harf uzunluğundaki soyadımla birlikte çok kısa olacağını düşünüp vazgeçmişler maalesef. Annem çok güzel türkü söylerdi ben küçükken. Joan Baez de söylerdi. Sonradan Tülay German’ı bunca sevmişsem, sesi annemin sesine benzediği içindir. Bizimkilerin ’80 dönemi iki ayrı hikaye. Babam Fransa’da yaşamış mesela. 3-4 yaşlarımdayken anneannemin diktiği eteklerimle salonun ortasında döne döne Padam Padam’ı söylerdim. Yağdır Mevlam Su’yu söyleyen Emel Sayın neyse Milord’u söyleyen Edith Piaf da oydu benim için.

Din, mezhep, millet, etnik köken ve benzeri ayrımları çok geç ve çok zor öğrendim. Ama 12 yaşıma geldiğimde -sezgisel de olsa- sağcıyı solcudan, kapitalisti sosyalistten ayırabiliyordum. Aynı yola girmemem için çok uğraştılar. Daha doğrusu aynı yola sokmak için hiçbir şey yapmadılar, haklarını yiyemem. Tam da bu yüzden, aynı durumdaki kimi yaşıtlarımın aksine tepkisel değil açıktım sosyalizme. Sosyalizmin güleryüzünden bahseden Aybar’dı kucağında gülücükler saçtığım. Her sene Su Dede’nin mezar taşını tarayanları sevmiyordum. Bir gece üstümü örterken “sosyalizm ne demek” diye sorduğumda “paylaşmaktır” demişti annem. Sahi be, insanlar neyi paylaşamıyordu? Bu öfkeyi, nefreti anlamakta zorlanıyordum.

Yedi yıl bir kolejde bursla okudum. İyi derecede İngilizce, dert dinleyip anlayacak kadar Fransızca öğrendim. Ondan sonraki yedi yıl bir devlet üniversitesinde toplumbilim okudum. Toplumu bilmenin, bilsen de çözmenin kolay iş olmadığını öğrendim. Gündelik hayatta direniş üstüne tez yazdım. Sigara yasağı yeni çıkmıştı o zaman, tuttum bunu çalıştım. Vardım Nevizade’ye, bunu sordum soruşturdum. Çünkü “hayatla bir derdiniz olsun” demişti hocam, “hayatla derdiniz neyse onu çalışın”. Rakının yanında sigara içilememesine dertleniyordum ya derdim sigara değil iktidardı. Dedim ki iktidardan azade hiçbir ilişki yoktur ve iktidarın olduğu her yerde direniş de vardır (Foucault’cuyuz ezelden). Dedim ki iktidar direniş biçimlerini belirlediğinden dolayı direniş bilinçli bir şekilde görünmez ve örgütsüz olabilir ve hatta kendini direniş olarak tanımlamaya da bilir fakat bunu görecek gözümüz, karşılayacak sözümüz olmaması var olmadığı anlamına gelmez. İnatçı bir rettir direniş; burnunun dikine gitme, bildiğini okumadır. Bu her zaman bir başkaldırı, doğrudan bir muhalefet şeklini almayabilir; yan yollar bulabilir, etrafından dolanabilir. Kurnaz, kaypak ve kıyım kıyım da olabilir. Öyle iktidara böyle direniş!

Herkesin üstüne güneş doğar. Herkesin bir gündelik hayatı ve gün içinde kendini var ettiği iktidar ilişkileri vardır. Haklıyla haksızın ayırt edildiği ve buna göre tavır alındığı noktada politik olmak başlar. Eyvallah demek ya da dememek çok şey ifade eder ama her şeyi ifade etmeye yetmez. Patriarkal devlete “sen haksızsın” demek sıkar ama “ben haklıyım” diye söylenmenin sakıncası yoktur: “Doğrusu bu ve böyle davranmayı sürdüreceğim”. “Sürdürmek” çünkü direniş tanımı gereği ilerici değildir, hatta çoğu zaman var olan hakları muhafaza etmeye yöneliktir. Gündelik hayatta direnişin temelleri çoğu zaman ideolojik değil pratiktir. İktidara direnmenin nedeni onurlu bir hayat sürmeyi istemek de olabilir, üç kuruş yevmiyeden olmamak da, her ikisi de ve daha bir çok şey. Neticede iktidar, ne akşam evimizin kapısını kapayınca dışarıda kalır ne de tepelik bir yere kurulmuş bizi izler. Hayatın aktığı yerin dışında ve ötesinde değildir, ne iktidar ne de politika. Gündelik hayat, yani girift bir güç ilişkileri yumağı içinde haklı-haksız yargılarıyla hareket ettiğimiz her gün ve her an tam manasıyla politiktir.

Ben 26 yaşında bir kadınım. Hükümete güvenmiyorum. Toplu bir dilekçeye imzamı koymaktan veya barışçı gösterilere katılmaktan çekinmem. Solcuyum. Demokrasiden anladığımın “seçimlerle uğraşmayalım, güçlü bir liderimiz olsun” ya da “ordu yönetiversin işte” ile ilgisi yok, olamaz da. Kendimi heteroseksüel olarak tanımlamıyorum; sevdiğimle birlikte yaşamak için ne Tanrı’nın ne de devletin onayına ihtiyacım var; Tanrı’ya inanmıyorum; şort giymeyi seviyorum ve hayatımda hiç oruç tutmadım, bundan sonra da tutmayı düşünmüyorum. AIDS’lilerle, başka dinden insanlarla (benim durumumda herhangi bir dinden insanlarla), göçmenler ve yabancı işçilerle ya da sevmediğim partiye oy verenlerle komşu olmaktan ne sebeple rahatsızlık duymam gerektiğini bilmiyorum ama şeriat yanlısı bir komşudan rahatsız olmam mümkün ki bunu da, aklındaki ideal düzeni ancak ben ve benim gibileri yok ederek inşa edebileceğini düşünmesine bağlayabiliriz. Herhangi bir dine inanmıyor ve hiçbir milliyetçiliği desteklemiyorum. Ailemi seviyor fakat aile kurumuna da herhangi bir kutsiyet atfetmiyorum. İleride çocuk sahibi olduğum zaman annem gibi hem işinde başarılı hem de çok iyi bir anne olmayı planlıyorum. Aile içinde reislik ya da itaat söz konusu bile olamaz. Evliliğin, mevcut hal ve şeraitte hukuki kolaylıktan öte bir anlam taşımadığını düşünmekle birlikte çocuk yapmaya karar verdiğimde bunu devlete soracak değilim. Hele de kaç çocuk doğuracağımı soracak hiç değilim. Oğlum olursa askere gitmesini istemiyorum. İster kız ister oğlan olsun çocuklarımı, çocukken maruz kaldığım tacizlere uğramamaları için elimden gelen en iyi şekilde koruyup kollayacağım.

İçki içmekten keyif alıyorum. İçkiyi sigarayla içmekten daha büyük keyif alıyorum. Sevgilimle el ele yürümekten keyif alıyorum ama tek başıma yürüdüğüm zamanlar sözlü ya da elle tacizi hak ettiğimi de düşünmüyorum. Dahası taciz ve tecavüzün, etek boyu ya da günün saati gibi değişkenlere bağlı olarak hak sayılamayacağını düşünüyorum. Ortada bir hak varsa o benim ihlal edilen insanca yaşama hakkımdır. Kimsenin giyimi kuşamı, eve girip çıktığı saat ya da özel hayatı beni ilgilendirmediği gibi benimki de kimseyi ilgilendirmez. Ne giyeceğime, ne yiyip ne içeceğime ben karar veririm. Okuyacağım kitabı, izleyeceğim filmi, dinleyeceğim müziği, gireceğim internet sitesini ben seçerim. Ne yazacağıma ve yayımlayacağıma ben karar veririm. Düşünce ve kanaatlerim sebebiyle kınanmayı ve suçlanmayı kabul etmiyorum. İfade ettiğim görüşler çoğunluk için pekâlâ incitici, şok edici ve rahatsızlık verici olabilir fakat şiddet çağrısı yapmadığım müddetçe bu benim hakkımdır. Yok eğer değilse hükümetin yaşam tarzını tasvip etmediği, ben ve benim gibi insanlara baskı unsuru olması için yaptığı açık ve örtülü şiddet çağrılarından ötürü yargılanmasını istiyorum.

Yalnız olmadığımı; benim gibi düşünen, yaşayan başka insanlar olduğunu biliyorum. Bizi aptal, korkak ya da pasif sanıyorlarsa çok yanılıyorlar. Dünyanın başka bir çok yerinde başarılarımızın cezayla değil takdirle karşılanacağını, çok daha insanca şartlarda yaşayabileceğimizi ve dünya vatandaşı olduğumuz için asgari düzeyde zorlukla yerleşip hayatlarımızı kurabileceğimizi bildiğimiz halde hiçbir yere gitmiyoruz. İnsanın doğup büyüdüğü toprakları sevmesini ahkam kesenlerden öğrenecek değiliz. Varsın sayıca çok olsunlar birilerinin sadece kendinin sandığı bu topraklar için öyle bir mücadele ederiz ki şaşarlar.

Ben bir T.C. kimlik numarasından öte, yukarıda anlattığım insanım. Hiçbir örgütle bağlantım yok, tabi sehven kurulursa bilemem. Hiçbir siyasi oluşumun beni tam manasıyla temsil etmediğini düşünüyorum fakat aşikar ki bu hiçbir şey düşünmediğim anlamına gelmiyor. Absürt uygulamalarıyla gülünç bile olmaktan çıkalı çok olan hükümetin ellerini hayatımdan çekmesini istiyorum. Günlük hayatımızı, yaşam tarzımızı hem dolaylı hem doğrudan etkileyen uygulamaları için canı isteyince komik gerekçeler sunup canı istemeyince onu bile sunmayan hükümetin gözümde zerre kadar güvenilirliği yoktur. Bunun adı demokrasi değil ali kıran baş kesenliktir ve ben, cemaatçi bir anlayış ve cemaat kadrolarıyla yönetilen bir ülkede yaşam tarzım kadar yaşamımdan da endişeliyim. Oysa benim kimseyle bir alıp veremediğim yok. Tek istediğim, doğup büyüdüğüm topraklarda insanca, özgürce yaşamak. Eğer her gün yeni bir baskı ve sansürle karşı karşıya geliyorsak, kendi değerlerimizle yaşamayı sürdürmek, muktedirin bu pişkin saygısızlığına direniş anlamına gelir ve biz; yemek içmek, sevmek sevişmek, düşünüp yazmak, susmayıp eleştirmek direniş ise aşkla sevdayla direneceğiz. Arz ederim. 

24 Temmuz 2011 Pazar

Taze Nane Kokulu Yazı


Benden çok daha uzun zamandır blog yazıyor babam. Blogun ne demek olduğunu ondan öğrenmiş bile olabilirim. Sen ne kadar rahat, geldiği gibi yazıyorsun dedi geçen gün. Fazla rahat dedim gülerek, fazla açık. Yıllardır çektiği fotoğrafları, okuduğu kitapları, siyasi gündem hakkındaki fikirlerini paylaşıyor blogunda. Şahsen fotoğrafta börtü böcek, dağ tepe sevmesem de blogunun en sevdiğim kısmı fotoğraflar. Geçen akşam yine memleketin halinden bahsederken ne yazacağına, hangi birini yazacağına karar vermekte zorlandığını söyledi. Aşk yaz dedim, onu sen yazıyorsun zaten dedi.

Yazmak bir yana, şu aralar benle memleket meseleleri konuşulmuyor bile. Tam ciddi bir şeyden bahsediyoruz; dudağımın iki kenarı da yukarı doğru meylediyor, gözlerimin ışıldamasına engel olamıyorum. Müzik varsa mırıldanmaya, kıpırdanmaya başlıyorum. Ciddi bir şey konuşmaya gelmiyorum yani. Memleketin hali benim halim der ya Can Yücel kabızlığını anlattığı şiirinde, benim tam tersi. Gülücüğü aldırmak deriz biz, işin kötüsü aldıramıyorum da mereti. Yapıştı kaldı, iyi mi?

Günler güney sıcağında eriyip uzuyorlar. Pek de sıcak sayılmaz halbuki. Birçok yere göre serin bile. Terletmeyip, insanın içini ısıtmakla yetiniyor hava. Begonvillerin ritim tuttuğu tatlı bir esinti var mütemadiyen. Deniz az çırpıntılı ama berrak. Bir kediden farkım yok bu günlerde, onun da benim de tek derdimiz şimdi hangi tarafımızı güneşe vereceğimiz. Ben balık yiyorum, o kılçıkları; ben bir de yanına rakı içiyorum, tek farkımız bu. Bir de ne kadar buz atsan da soğumuyor rakı, bu da sayılır mı dertten?

Dünyaya ve hayata dair her şey girift bir şekilde durur kafamın içinde. Zaten kompartmanlara ayırmak erkek aklına mahsustur diyorlar ya aklını sevdiklerim. Son zamanlarda benim de biraz kompartmantalize olmuş durumda. Bir yanımın içi yanıyor olup bitenlere, sinirden kuduruyorum. Ama diğer yanım, ah işte o diğer yanımın dallarında olmuş kirazlar sallanıyor, serçeler konup konup havalanıyorlar. Memleket burnuna kadar boka batmışsa da o yanım günlük güneşlik, denizi menevişleniyor; bir iç deniz bu.

Esinti durdu. Yaprak kıpırdamıyor şimdi. Ağustos böceklerinin sesi dolduruyor sarı sıcak havayı. Esinti kesildiği için ses havada asılı kaldı iyiden iyiye, durduğu yerde ağırlaşıp şişiyor. Bir sene boyunca Paris’te yaşamak nasıl olur? Anahtar kelime bocalamak sevgilim. Evvelce yazdıklarımdan biraz anlaşılıyor ama anlatması zor yine de. Son dört senemi anlatmak zor. Söz sanatsız söyleyeyim: Yaşamak istemedim. Bıraktım. İstemsiz bir kas hareketi gibi yaşadım. Gerektiği için, gerektiği gibi, gerektiği kadar. Ne vakit iyice dağılıp parçalandım, ezbere toparladım kendimi. Kimse üzülmesin diye. Böyle durumlara aileler üzülür en çok ama en çok da onların elinden bir şey gelmez. Arkadaşlarım hep yanımdaydı. İçlerini sıksam da gitmediler. Birkaç adam vardı, iyi insanlardı ama onların da yapabileceği bir şey yoktu. Haksızlık edemem, yüzüm gülmedi diyemem. Güldüğüm de oldu benim. Ama daha çok ağladım. Korkunç da olsa hala bir şeyler hissedebildiğime delaletti bu ama hiçbir şey ve hiç kimseyi istemiyordum. İkinci bir insan fikri silinip gitmişti ihtimaller dahilinden. Belki daha kötüsü hayallerim de. Hayatla, hayatımla ne yapacağımı umursamıyordum. Bir an önce bitmesinden başka bir şey istemiyordum. Şimdi ise bir ağacın böcek seslerinden gölgesine oturmuş ne yapacağımı düşünüyorum. Plan yapmak değil de hayal kuruyorum. Sahiden de bir insanı sevmekle başlıyormuş her şey. Bocalamam; elimi ayağımı nereye koyacağımı, nasıl davranacağımı, ne söyleyeceğimi bilememem hep bundan. Bir işe hatta birkaç işe birden dört elle sarılmak; sıkıntımı da sevincimi de paylaşmak istiyorum şimdi. Birlikte kitap okumak istiyorum, bazen birlikte çalışmak. Yorulursam yorgunluğumu bile paylaşmak istiyorum, nasıl olsa yüzüm güler yine de. Sonra ölesiye utanıyorum böyle şeyler düşünüp söylemekten. Oysa hiç utanılacak şey mi bu? Değil, olmadığını biliyorum ama işte… söyletmek için içirmek lazım beni, yazmak ise kendiliğinden sarhoşluk. Yüzümü bir yerlere saklayasım yine geliyor ama yazmak daha ferah sanki, daha taze nane kokulu.

Ben de yazıyorum. Okuyanlar mutlu oluyor benim için. Buna da mutlu oluyorum. Hakkını teslim etmek lazım şimdi: Sahiden de sevesim, mutlu olasım varmış belki de. Öyle bile olsa kolay iş değil, malum. Bir insanın elini tutmak büyük iş ama bunu sevmek de bir o kadar güzel. Özlemeye talimliyim ne yalan söyleyeyim ama kavuşacağını bilerek özlemek daha güzel. Günlerin uzamasını bile seveceğim neredeyse, hayır daha o kadar sıcak geçmedi başıma. Uyku ve içkiyle kısalmasına bir nebze olsun kısalıyor günler ama var, onların bile bir güzelliği var. Kaybetme korkusunun bile.

21 Temmuz 2011 Perşembe

Bik Bik #7


 “Alo ayşec., şimdi okudum blogunu. Lan resmen serenat yapmışsın adama, iyi misin sen? Bak senin blogunun konsepti bu değil…”

“Ne abi benim blogumun konsepti? Çok mutsuzum, hayat çok boktan… ergen mi oynuyor lan burada?! Mutluyum, yazıyorum işte…”

Bu konuşmanın üstünden bir iki hafta geçti. Hala kulakmemesi kıvamındayım. Daha bugün “bir dur, yeter bu kadar minnoşluk” dedim kendi kendime. Önünü alamazsak Sınır Tanımayan Minnoşlar’a katılıp ortadan kaybolacağım. Yüzümdeki gülücük, telefonla konuşurken yaptığım küçük dans filan hiç hayra alamet değil. Telefonu kapattığımda karşılaştığım bakışlar bunu destekler nitelikte: “Sen demin ne yaptın orada öyle?!”


“N’aber ayşec.?”

“İyidir abi, yuvarlanıp gidiyorum.”

Delikanlı adam mecaz yapmaz usta, harbiden yuvarlandım geçen gün. Merdivenin en üst basamağından başladım, en altta buldum kendimi. Kafa göz ne varsa yardım. Yani yarmadım da epey örselendim diyelim. Delikanlı adam hastaneye gitmez. Gitse ölür çünkü. Ha baktı ki gitmese de ölecek sağlık karnesini de kaptığı gibi tıpış tıpış… Geçici görme kaybı yaşa da sıkıyorsa gitme. Arkadaşımla birlikte acil kapısından bir girişim var. Ne rujum eksik ne parfümüm, gözümde güneş gözlüğü pıtır pıtır girdim. Durumu açıklayınca “hiç merdivenlerden düşmüş gibi bir haliniz yok” dediler şaşkınlıkla. “Umarım nöroloji de sizin gibi düşünür” dedim. Tomografi, ultrason, film…allah ne verdiyse çektirdim valla. “Hamile misiniz ya da hamilelik şüpheniz var mı?” O kadar çok sordular ki “lan?!” dedim en son. Olmadı mini mini tosbağalar getiririm dünyaya. Rafael, Mikelanjelo filan. “Hamile misiniz” neyse de “iyi misiniz” diye soran doktor neydi öyle? He, iyiyim. Geçerken uğradım, sizden naber? Ölüyorum lan, bir şey yapın!

İtinayla zedelediğim kaburgam yüzünden yüzemiyorum tabi şimdi. Yazlık teyzesi oldum çıktım. Yan evdeki ailenin gürültücülüğünden yakınıp duruyorum. Kadınlarından ayrı, çığlıkla iletişim kuran çocuklardan ayrı… Gerçi geçen gün iki süper veletle tanıştım. Yaşları olsun 5-6. Bruce Springsteen, Queen, Bon Jovi filan söylüyorlar. Daha doğrusu kız rock seviyor, oğlan klasik. Seviyor dediğim Mozart filan takılıyor oğlan, piyano çalıyor. Kızın bir yemek yiyişi var, elle dalıyor. Nasıl iştahlı, nasıl aşkla yiyor. Çocuklara mı bayıldım yoksa Amerikan tipi çocuk yetiştirmeyi mi çok tuttum emin değilim fakat yaptın mı böylesini yapacaksın. Bir şey yapıyorsun tam yap.

“Dediş, dediş!” diye bir koşuşları vardı zaten. “Yemişim doktorayı” dedim, “şunlardan yapsam ya bir iki tane”. Nereye yapıyorsun, yavaş yap. Düzenli bir işin, bir gelirin olacak da o birikecek de…ölme yumurtalarım ölme. Onu geç, hem kariyer hem çocuk yapan kadınlara hayranım. Bahsettiğim çocukların annesi Harvard’da öğretim üyesi, gencecik bir kadın. Kendi güzel, kariyeri güzel, çocukları güzel… her dalda birinci olmak bu işte. Bonus olarak eş de öyle, o da öğretim üyesi filan. Doktor ebeveynler mesela, hastasıyım. Ya insanların hayatları parlıyor, gözümü alıyor resmen.

Boris Vian okuyorum ikidir. İster istemez hayatına takılıyor gözüm çıkasıca. 26 yaşına geldiğinde en sağlam üç romanını yazmış bitirmiş adam. Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşı hiçbir zaman pek sallamadım ama bu baya koydu. Ben de 26 yaşındayım ve hiçbir yere varabilmiş değilim. Genç ölmüş ama tek saniyesini boşa geçirmemiş adam. Deli gibi yaşamış. Ben mıy mıy mıy. Bir şey yapmalı değil mi Cahit Abi?

Bir durun ya, valla çok acayip şeyler yapacağım ben de. Çok süper projelere imza atacağım, hissediyorum. Azıcık hırsım da olaydı iyiydi. Bu kafayla şu hayatta ne hırsım olabilir ki diye düşünüyorum, iyi yaşamaktan başka bir şey gelmiyor aklıma. La dolce vita lan. İşi amaç haline getirmeden, “kendi işim gibi” palavrasını yiyip yutmadan çalışıp iyi yaşamak lazım. Bunları da bir kenara koyan insanlara hipi diye burun kıvırıyorlar ya o burunlarına bir tane geçiresim geliyor. Takım elbise giydim, plazada çalışıyorum; işim, eşim, arabam hepsi on numara. Hayat bu mu lan, gerçekten bu mu? Bu kadarcık mı? Kapitalizmi de bozdunuz yemin ederim, doyumsuz olmanız gerekmiyor mu sizin? Aklının alabildiği en çılgın şey güvenli ekstrem sporlar mı gerçekten, güvenli adrenalin? Bok atar gibi oldum biraz ama düşünüyorum gerçekten. Bu türden kravatlı bir hayatın prestijli olduğunu kurgulayıp bu kurgu içinde nefes almadan böbürlenen insanları izlerken “bu mu” diye soruyorum, ne yapayım. Benim için bu değil, onu biliyorum…ama ne, bilmiyorum.

Daha bik bikleneyim mi? İstek üzerine bu kadar. Gidip bikini izlerimin kontrastını arttırmaya devam edeceğim şimdi. Hem Bodrum kanunlarına aykırıdır burada dertlenip tasalanmak. Güneş kreminin kokusu, kekik kokusu ve ağustos böceklerinin sesi de bana katılıyorlar. Kendi bahçesinin domatesi, salatalığı, zeytiniyle kahvaltı edip, akşam üstü kendi bahçesinin yeşil mandalinasıyla cin tonik içen insanın herhangi bir şeyi dert etmesi çok zor be. Merdivenlerden yuvarlandığım halde kafam gözüm hala sağlam; sevdiklerim iyi ya, her şeyin çaresi bulunur.

Ayşec. begonvilli günler diler.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Beynimi yediniz cır cır cır!

Bodrum, Turgutreis’teyim. Burası İstanbul’a çok uzak. Ankara-İstanbul yolunun uzayıp kısaldığına çok şahit olmuştum ama Bodrum’dan bakıldığında İstanbul ve ona dönme vakti hiç bu kadar uzak görünmemişti gözüme. Oysa çok güzel burası. Hele uçaktan iner inmez rakı masasında bana ayrılmış olan yere kurulmak harikuladeydi. Rakı masası kumların üstüne, dalgaların bittiği yere kurulmuş; ben rakı masasına, yıldızların bittiği yere kurulmuşum. Kadıkalesi’ndeki Körfez Restoran’da, tam sevdiğim gibi bir masanın (uzun, kalabalık) ucundayım. Başımı kaldırınca yıldızları görebiliyorum. Masamız denize ayağının ucuyla dokunup geri çekiliyor haspam. Halbuki su nasıl da ılık olur geceleri, anlatamıyorum ki.

Deniz börülcesi, ahtapot salatası, çiçek dolması, patlıcan…ana yemek lahos buğulama, çünkü öyle yazmışım. Sadece hayal kuruyordum oysa. Bir dönem yasaktı, hayal kurmam yani. Kendime totaliterim, kimseye bir zararım yok. Kendini hayalini kurmaktan bile alıkoyduğu şeylerin gerçekleşmesinin de önüne geçiyor insan. Hayal bile edemeyeceğimiz halde gerçekleşen şeyler yok mu, var, onlar da var. İyi ki varlar.

Çok seviyorum şu yukarıdan sallanan renkli lambaları. Ferzan Özpetek filmlerindeki sofraları anımsatıyorlar bana. Vitraylı da olur ama bu yüksek bir beklenti. Işığın fazlasını sevmiyorum, hele geceleri. Işık dediğin gündüz olur. Geceleri loş hatta bazen zifiri karanlık olmalı. Yoksa insan nasıl yakamoz görür, ayın tadına nasıl varır?

Bizim orada daha güzel yaparlar lahos buğulamayı. Defnesi, baharatı eksik olmaz. Yeşil biber konmaz en basitinden, tadını acıtmaktan başka işe yaramamış burada da. Güzeldir bizim oralar. Hayal edilmeyecek gibi değil.

Mesafe ve zaman sıcaktan esneyip uzuyor sanki. Burası ne kadar güzel, keyfim ne kadar yerinde olursa olsun özlemeye çare yok. Yine de beklediğim gibi değilim. Garip bir dinginlik kök salıyor içimde. İçimde büyüyen özleme sarılmış onu sakinleştiriyor sanki. “Güzel günler göreceğiz” deyince “yemezler” demiyorum çünkü bana da öyle geliyor şimdi. 

17 Temmuz 2011 Pazar

Yalınayak

Açık olmak, tüm varlığımla gülmek gibi. İstemesem de yapacağım.

Savaştan sonra eve dönmek gibi bu. Ne yapacağımı bilmiyorum. Elimi ayağımı nereye koyacağımı bilmiyorum. Şaşkınım. Bunu beklemiyordum. Birini bu kadar sevince ne yapıyorduk? Mutlu olunca kaçmayan insanlar ne yapar? Kaçmaya ne gücüm ne de isteğim var. Ağlayasım var. İyi bir ağlamak bu. İyi bir korkmak. Ödüm patlıyor. Oysa insan bildiği şeyden korkmaz mıydı? Bunu bildiğimi sanmıyorum. Bütün kaçış yolları ezberimde ama nasıl kalınacağını hatırlamıyorum. Neden, nasıl, ne ara böyle oldum bilmiyorum. Oysa daha ben olan bir şey varsa o da sevmek. Güler gibi tüm varlığımla, ağlayasıya.

Dudaklarım titriyor. Gülümsemeden edemiyorum. Gözlerim doluyor, sonra yine gülümsüyorum. Ev gibi. Sevmek böyle bir şey olmalı zaten. Ev gibi olmalı sevmek. Uzun bir yolculuktan döner gibi. Kokusu öyle aşina. Ev gibi kokmalı, tıpkı böyle.

Kör kuyularda merdivensiz kalmak gibiydi. Taze baharken gamlı hazana dönmek gibi. Yılların ve yolların hiçbir suçu yoktu bu işte; dalımı kıran rüzgar beni önüne katmış, kuru bir yaprak gibi sürüklüyordu. Bu karanlık hiç bitmeyecekti. Bitmiyordu çünkü. Bitmek bilmiyordu. Kimden öğrendim böyle saklamayı, saklanmayı. Sevmemeyi, kendimi sevdirmemeyi, sevsem de söylememeyi ne vakit marifet saydım. Nasıl başardım böyle aptallaşmayı. Yalnızlığı sevmeden sevemezdim bir başkasını. Kendimden çok, kendimden önce yalnızlığı sevdim. Kaçmadım ondan, korkmadım.

Sonra bir adam. Tüm varlığımla gülümsüyorum ona. Yalınayak seviyorum onu. Çırılçıplak, tıka basa, ayan beyan seviyorum. Başka ne yapacağımı bilmeden. Başka ne yapılır bilmiyorum. Aklıma bir şey gelmiyor, ben de seviyorum. 

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Güzel Şeyler Bunlar*

Yeteri kadar uzun zaman sonra ben, yeniden ayakta durabildiğimi hissediyorum. Salt elimde bir el olduğu için değil, hayır, birinin elini yeniden tutabildiğim için. Henüz ve hala biraz ürkeğim, hatta temkinli. Biraz böyle olması gerekiyor, biraz da zamanla geçecek bu. Biliyorum. Güven meselesine pek kafam basmazdı. Şimdi biraz anlayabiliyorum. Anladığımı da göstermek niyetindeyim. Öte yandan, büyük sözler yok. Ne olursa olsun dram da olmayacak. Yeteri kadar ağladım. Ama hiçbir zaman yetmez, öyle değil mi? Bırakalım bunu da zaman göstersin. Merak bile etmiyorum. Merak etmediğim yegane şey bu olmalı.

Arkama bile bakmadan kaçmak gelmiyor içimden. Hayır, kaçmak yok. Kovalamak ve oyun da yok. Yine de eğlenceli olacak, biliyorum. İnsanın içinden hayatını çekip alan o adamlara benzemiyor. Gülmek ve güldürmek ister gibi bir hali var. Sahne dışında onu neyin ağlatabileceğine dair en ufak bir fikrim yok. Her halükarda bu ben olmayacağım, hayır. Yeniden sevmek, sevebilmek kendimi güçlü hissettiriyor ve bu his kolay vazgeçilir gibi değil. Dedim ya, elini tuttuğum için değil tutabildiğim için güçlüyüm.

Yazdığımız bloglar sayesinde haberdar olduk birbirimizin varlığından, ilkin öyle tanıdık birbirimizi. Tanımak çok mu cüretkar bir kelime seçimi? Sanmıyorum. Birini, yazdıklarıyla tanımak anlamlı geliyor bana. Okuduklarıyla da. Ve yeniden birini tanımak istemek çok güzel.

Aklımız iki kardeş sanki. Ya da ne bileyim, bir bahçe gibi geliyor bana aklının içi. Aşina. Aslında çok farklıyız. Mesela o böyle şeyler yazmaz. Ama benim yazmamı seviyor ne hikmetse. Müstehzi bir adam ve istihzası yersiz değil. Benim gibi ciddiye almıyor her şeyi. Alınca da çok güzel alıyor.

Türkan Şoray’dan bahseden Sadri Alışık tonlamasıyla “Türkçeyi doğru kullanıyor be abi!” diye anlatıyorum onu. Kelimelere takılıyor, benim gibi. İkimizin de işi bunu gerektiriyor ama gerektirmese de takılırdık, biliyorum.

Telaşsız ve korkusuzum. Korkmamam gerektiği için değil, korku fayda sağlamadığı için. Mutluyum be abi.


* Ne vakit bana bir şeyler olsa bu şarkı ve bu resim çıkar ortaya. Kendi küçük ritüellerim işte. Güzel şeyler hep bunlar.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Muhabbet Kaptım

Dört sene evvel tam bu aralar bu tarihler bir gün aklımdan çıkacak mı acaba? bir doğum ve bir ölüm hayatımı değiştirecek bir karar verdim. Bir doğru ancak bu kadar yanlış yapılabilirdi. Bir doğru ancak bu kadar can acıtabilirdi. Zamanın sadece kendisi için geçeceğini ancak o kadar küçük bir kız düşünebilirdi. Çok fazla zaman geçti ama asla yeteri kadar geçemezdi. Uzak ve güzel bir ülkeydi arkamda bıraktığım adam, memleket gibi, ev gibi. İnsan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın hep içinde taşıyacağı bir yer. Döndüğümde her şeyin daha iyi olması için gidiyorum sanır insan, inanır. Kendi için, memleketi için daha iyi. Hiçbiri olmaz. İnsan yeteri kadar uzaklaşınca dönmek olmadığını anlıyor. Fethedilmiş topraklardan çok uzağa gitmek, çok yalnız kalmak gerekiyor. Bazen bütün yanlış yollardan geçmek de gerekiyor. Hem de kimse sana varacağın yerin bundan aydınlık ve ferah olacağını söylemediği halde. Doğrular ve yanlışlar bulanıklaşıyor yolda, kayboluyor. Kaybettim, kayboldum. Kaçtım, istemedim, sevmedim. Akılsız, değersiz ve severken bile nefret doluydu herkes. Memleketinden güzel yer olur mu insanın? Olmaz. En güzel yer bile daha güzel olamaz. Müreffeh bir hayat için olsa bile vatandaşı olamazsın başka yerin. Milliyetçiliğe inanmadığın halde doğup büyüdüğün toprakları sevmek gibi. Seni sevmeyen elmayı sevmek gibi. Sevmek çünkü ağır bastığından. Ama dört sene sonra ben çünkü en güzel en gerçek şeyin sevmek olduğunu bildiğimden yine bir karar verdim. Mutlu olmaya karar verdim. Artık mutlu olmaya karar verdim. Bunu artık, bunu çoktan hak ettiğime kanaat getirdim. Memleket, uzak ve güzel bir ülke artık. Hiçbir rayın sonu varmaz. Hiçbir yol beni oraya götürmez. Belki ara sıra düşer aklıma, dağlarına bahar gelmiş midir ya da yağmur yağıyor mudur? Bizi ıslatan yağmur bile aynı değil artık. Aynı yağmurda iki kere ıslanılmıyor. Şimdi, burada, artık mevsim bahar. 

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Akşamdan Akşama



Akşamdan kalmalığın başa vuran ağrısı “ağzınla iç be, ağzınla!” demiyormuş da “daha yok mu, daha?” diyormuş meğer. Yani yoksunluktan zonkluyormuş bizim saksı. Sabah yanında uzanmış yatan baş ağrısıyla uyanınca alka-seltzere, ağrı kesiciye sarılmak yerine bir tek atsa bir şeyciği kalmazmış insanın (doktor yalancısıyım). O mideyle sıkıyorsa tabi. Hem baş ağrısından kurtulacağım diye alkolik damgası yemek de var. Gerçi güne çay yerine içkiyle başlamak zaman zaman aklıma gelir. Yani Almanlar birayla, Fransızlar şarapla, Ruslar votkayla başlayabiliyorsa (meğersem) biz de pekala rakıyla başlayabiliriz güne. Peynire meze değil kahvaltılık demek yeterli olur.

Bu tip yersizliklere karşı hisler besliyorum. Elimde olsa toplumsal normları yan yatmış kuru bir kütüğün üstüne boş şişeler gibi dizip teker teker vururdum. Sorgulanmadan kabul ediliyor, kabul edildikçe de şımarıp semirerek güçleniyorlar. Normlar, normaller, kalıplar, kurallar… İhlal ettiğin an etiketin hazır ama kendini iyi pazarladığın takdirde ‘yaratıcı’, yok pazarlayamazsan ‘deli’ denme ihtimali de var.

Durup dururken niye dellendim böyle bilmiyorum. Gözümü açabilmek için sek kahvemi içerim ben gene. Zifir gibi, canım benim.

İnsan her gün aynı aşkla sevebilir mi yaşamayı? Ara ara bıkmaz mı yani, sıkılamaz mı? İnsanlardan, olaylardan…topyekun hayata “bi siktir git” çekemez mi? Her gün mutlu insandan korkarım şahsen. İnsan işi değil sürekli mutlu olmak. Eyvallah, her şey insana dair de bu değil. Niye mutlusun oğlum, ne var mutlu olacak? Her sabah ayrı siktiriboktan gündeme uyanıyorsun, hava desen leş gibi sıcak. Zaten göz açıp kapayıncaya kadar ölüp gideceksin, kısacık ömrünü de para kazanayım diye yırtınmakla harcıyorsun. Ne o, hayatta “başardı” desinler. Bi siktir git güzel kardeşim. Güzel müzel de değilsin ayrıca, götüme benziyorsun. Ona da kaş göz çizsek senden güzel olur.

Ayaklarımı uzatarak okumaya koyulduğum kitabı bitiremeden aldı beni düşünceler. Bu huysuzluğum, bu şirretliğim ondan. Ne bok yiyeceğimi düşünmekten aylaklığın da tadını çıkaramıyorum. Güneye insem aslında. Bütün gün sere serpe yatsam sahilde. Müzik de yok, sadece kitap. Dalgaların sesi. Çok sıcaklayınca iki yüzsem. Pırıl pırıl Gökova. Sonra akşamüstü, ıslak saçlarımı topuz yapıversem kurutmadan. Yazın saç mı kurutulurmuş? Yanık tenimin üstüne beyaz, ferah bir elbise geçirsem. Firuze küpelerimi taksam. Yalın ayaklarıma gümüş halhalım yeter. Makyaja da gerek yok, yanaklarımın üstü güneşten al al olur zaten hemen. Dudağımı da ben alladım mı tamam. Gelsin rakı, gitsin lahos buğulama. Bol soğanlı da salata. Üstümüz yıldız, altımız yakamoz. Gökova’nın bu henüz işlenmemiş koylarının ışıl ışıl karanlığında keyifler çakır. Çökertme’den çıkalı beri Müzeyyen Senar söylüyor.

Hayat donsa o an, gözlerimi kapasam…ama sımsıkı kapasam. İlk deniz börülcesiyle patlıcan ezmenin sarımsağı gelir bulur beni karanlıkta. Şişesinde balık olduğumdan alamam artık rakının kokusunu. Sonra deniz kokan akşam esintisi (firuze şalımı alırım omuzlarıma, o yüzümü öper). En son da Müzeyyen’le dalgaların sesi. Gözümü kapayınca bütün alem bu kadar. Az şey mi?


2 Temmuz 2011 Cumartesi

Başarısızlık, Aptallık ve Reddedilmek Üzerine

Kapıya asılmış listede adımı göremeyince inanmadım ilkin. Bu mümkün değil. Bu mümkün değil. Ben hocama söz verdim. Ben söz verdim. Bu mümkün değil. Bunu kabul edemem.

Bu büyüklükteki son başarısızlığım Galatasaray Lisesi’ni kazanamamaktı. 12 yaşındaydım. 
Küçük dünyam başıma yıkılmıştı. Ben bir gerizekalıydım ve hiçbir hayalim gerçekleşmeyecekti çünkü yeteri kadar iyi değildim. Hayat istediği kadar karmaşık, düşünce sistemim istediği kadar sofistike olsun bazı şeyler son derece basitti işte: Başarısızlığım aptal olduğum anlamına geliyordu ve aptallık kabul edilebilir bir şey değildi. Güzellik ya da çirkinliği zerrece önemsemiyordum. İyilik ve kötülük göreceli şeylerdi. Her şey affedilebilir, her şeye bir açıklama bulunabilirdi. Aptallık dışında.

Hırssız bir insana göre başarısızlığa bu kadar tahammülsüz olmam garip ama başka türlüsü elimden gelmiyor. Bu yetersizlik, bu yeteri kadar iyi olmama hissi korkunç bir şey. Hiçbir şeyin sonu olmadığını bildiğim halde her şeyin sonuymuş gibi.

Biramı, sigaramı, kül tablasını ve telefonumu alıp balkona çıktım. Sandalyeye oturup ayaklarımı da korkuluğa dayadım. Holy Golightly tipi güneş gözlüklerimin ardından uzaklara daldım. Bir yudum aldım, bir nefes çektim. Yeşilköy’e inmeye hazırlanan bir uçağa üfledim dumanımı, türbülansa soktum uçağı. Bir yudum daha aldım. Lastik tokadan kurtulan perçemlerimi rüzgara bırakmıştım.

Sonra ellerinde çiçek ve bir ton birayla kızlar geldi. Sonra telefonlar. Benimse kimseye bakmaya, kimseyi duymaya yüzüm yoktu. Yer yarılacak olsa ilk giren ben olurdum. Oysa kuzguna yavrusuydum işte. Toz kondurmuyordu kimse. Toz kondurmuyorlar. Sarf edilmedik argüman kalmadı. “Teselli etmek için değil” katiyen, “gerçekler bunlar”: Old school bir bölüm oluşu, yepyeni bir çalışma alanı olan konumu çalışacak kimsenin olmayışı, alınacakların önceden belli olması ve benim zaten fazla iyi olduğum ana fikri etrafında gezinen bir sürü argüman. Doğruluk payı olanları paylarıyla birlikte biliyorum ama hırsımdan akan gözyaşlarımı durdurmak kabil değil. Başarısızım. Aptalım. Yeteri kadar iyi değilim. Ölsem yeri.

Sosyoloji hakkında, doktora yapmak hakkında zaten derin şüphelerim varken bu ret iyice sarstı beni. Bu da gelmiyorsa ne geliyor benim elimden? Eğitimine bu kadar yatırım yapılmış bir insanın bu kadar işe yaramaz olması nasıl mümkün olabilir? Eşek bağlasan derler ya…aynen öyle. “Ölenler ölmüyor kızım” der anneannem. Umarım ölüyorlardır. Umarım bunu görmemiştir hocam. Beni görmek istediği okul burası değildi elbette ama burası bile olmadı işte. Ben bir hiçim demek ki.

Ben şimdi ne yapacağım? Ne işe yararım ben, ne gelir elimden, ne yapabilirim? Bitti. Akademik kariyerim bitti işte. Denedim, olmadı. Aptal! Çocukken de böyleydin sen! İlk engebede pes ederdin! “Ayşec. saçmalama, daha çok ret alacağız” dedi arkadaşım. Haklı olduğunu biliyorum, bu işler böyle ama yetmiyor, anlamak çözmeye yetmiyor; bilmek üzülmememe yetmiyor. Olmayacağını düşünmemiştim, bu çok saçma. Ben iyiyim, ben bu işte iyiyim. Yoksa değil miyim?

Burnu havada bir beyan olacak ama başarısızlıktan hoşlanmadığım gibi reddedilmeye de alışık değilim. Hiç terk edilmedim mesela ve yalnız bir kere reddedildim. Aynı o günkü gibi ağlayışım bundan. Sessiz sessiz değil bağıra çağıra. Hırsımdan, çaresizliğimden; değiştiremeyişim, etki edemeyişimden. Nasıl edemem, nasıl sevmezsin beni, nasıl olur da kabul etmezsin? Gururumu elden bıraktığımda hep çok geçti zaten. Zamanlama hep bir felaket unsuru oldu hayatımda.

Acaba bu ne değiştirecek hayatımda? Counter-factuals iyi gelen bir yaklaşım. Tarihin kırıldığı anlardan biri bu da. Öte yandan, tarihin tanımı gereği kırık olduğu düşünülecek olursa...

Boşluğa düştüm. Ne yapacağımı bilemedim. Merdivenlere oturup sınavın başladığı ana kadar elimden bırakmadığım kitaba takıldı gözüm. Okumaya başladım. Kitap okumaktan başka bir şey gelmedi aklıma. Ne zamandır kendi keyfim için, sosyolojiyle ilintisi olmayan hiçbir şey okumamaktan yakınmıyor muydum? Bundan sonra ne yapacağımı bilmiyordum ama işe kitap okumakla başlayacaktım. Sadece kendim için. Her şey böyle başlamamış mıydı zaten? Okuduklarım şövaleden ağır bastığı için bu tercihleri yapmış ve bu noktaya gelmemiş miydim? Bayılıyorsun değil mi dramaya? Evet, müptelasıyım. Bak yazar ne diyor: “Aslolan iki şey vardır: güzel kızlarla aşk, ve New Orleans’ın ya da Duke Ellington’un müziği, ikisi de aynı şey. Geri kalan yok olmalı, çünkü geri kalan çirkindir…” Adam haklı. Duke Ellington açtım. Aldığım ilk caz kaseti onunkiydi, orta okuldaydım.

Güçsüzlükten de hoşlanmıyorum. Saçmalamayı kes ve toparla kendini. Şu yayınevine gidip çeviri için deneme metni alırım. Tezimden makale çıkarma işini ertelemeyi bırakır yazarım şu makaleyi, bir yayınım olur. Bir ara da hayatta ne istediğime karar veririm. Sosyolog olmak istemiyorumdur, doktora yapmak istemiyorumdur belki. Belki dans etmek istiyorumdur? Dahası artık mutlu olmak istiyorumdur belki? Yeniden… Yeniden mutlu olmak istiyorumdur. 

Çok koşmuş çok yorulmuş gibi hissediyorum kendimi. Oysa bir arpa boyu yol bile katedememişim işte. Olsun gene de duracağım biraz. Ayaklarımı uzatıp kitabımı okuyacağım. Kitabı bitirip de ayaklarımı yere indirdiğim zaman düşüneceğim. Ne yapmak istediğimi düşüneceğim.