AKP Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan: ''Hiç kimsenin yaşam tarzına müdahale etmeyiz, edilmesine de müsaade etmeyiz; bu noktadaki endişeler tamamen yersizdir'' (22 Ocak 2011)
Ben 26 yaşında bir kadınım. İstanbul’da doğdum, büyüdüm. Üniversiteyi Ankara’da okuduktan sonra doğduğum şehre döndüm, İstanbul’da büyümeye devam ediyorum. Kimya mühendisi olduğu halde lise öğretmenliği yapan annem ve gönlü sinemada olduğu halde avukatlık yapan babam çalıştığı için anneannem ve dedem büyüttü beni. Gençliğinde terzilik yaparak evin geçimine katkıda bulunan anneannem inançlı kadındır, nitekim yaşlılığında hacı oldu. Emekli subay olan dedemi sinirli ve aksi bir adam gibi hatırlasam da beni çok severmiş, bebekliğimi omzunda uyuturmuş hep. Anneannemden inançlılığı ya da mutfaktaki maharetleri yerine terziliğini ve eski film izleme alışkanlığını aldım. Halen “bizim zamanımız” diyerek sahiplenmeye devam ettiği nice film ve artisti kendisinden iyi biliyorum şimdi. Bilmekle de kalmıyor –aksini iddia etsem de- hala inanıyorum o filmlere. Bu bakımdan inançlı sayılabilirim.
Anne tarafımın kökü Kastamonu, Çerkeş’e; baba tarafımın kökü Bulgaristan, Deliorman’a dayanıyor. Bursa, İznik’te yaşayan babaannem ve dedem rençberdi. İznik Gölü’nü çok severim. Belki bundan olacak, ben göl severim: Sakin, durgun, dingin. Dedem ben küçükken benim için salıncak kurardı odunluğun saçağına. O derme çatma salıncakla avludaki zeytin ağacının dallarına varırdım. Çeşme tulumbalı, suyu buz gibiydi. Düğünlerde oynamayı çok sever ama ya hiç çıkmazsa diye kınadan korkardım. Sokakta çocuklarla oynayabildiğim tek zaman İznik’e gittiğimiz zamanlardı. Bütün insanlar tanıdık, bütün kapılar açıktı. Biri gelince seslenir, camlı demir kapıyı ikame eden tül perdeyi kenara iterek içeri girerdi. Sesim soluğum çıkmıyorsa, içeri odadaki baklava tepsisine yumulmuş olmam muhtemeldi.
Yüksek eğitimli, orta sınıf bir memur ailesinin tek çocuğuyum. Annem ve babam 40’larına az bir şey kala tanışıp karar vermişler aile olmaya. Annemin saz hocası ve nikah şahidi Su Dede ölünce çok üzülmüş annem. O üzülünce ben de çok üzülmüşüm, erken merken demeden kollarında almışım soluğu. Adımı Su koyacaklarmış ama iki harf uzunluğundaki soyadımla birlikte çok kısa olacağını düşünüp vazgeçmişler maalesef. Annem çok güzel türkü söylerdi ben küçükken. Joan Baez de söylerdi. Sonradan Tülay German’ı bunca sevmişsem, sesi annemin sesine benzediği içindir. Bizimkilerin ’80 dönemi iki ayrı hikaye. Babam Fransa’da yaşamış mesela. 3-4 yaşlarımdayken anneannemin diktiği eteklerimle salonun ortasında döne döne Padam Padam’ı söylerdim. Yağdır Mevlam Su’yu söyleyen Emel Sayın neyse Milord’u söyleyen Edith Piaf da oydu benim için.
Din, mezhep, millet, etnik köken ve benzeri ayrımları çok geç ve çok zor öğrendim. Ama 12 yaşıma geldiğimde -sezgisel de olsa- sağcıyı solcudan, kapitalisti sosyalistten ayırabiliyordum. Aynı yola girmemem için çok uğraştılar. Daha doğrusu aynı yola sokmak için hiçbir şey yapmadılar, haklarını yiyemem. Tam da bu yüzden, aynı durumdaki kimi yaşıtlarımın aksine tepkisel değil açıktım sosyalizme. Sosyalizmin güleryüzünden bahseden Aybar’dı kucağında gülücükler saçtığım. Her sene Su Dede’nin mezar taşını tarayanları sevmiyordum. Bir gece üstümü örterken “sosyalizm ne demek” diye sorduğumda “paylaşmaktır” demişti annem. Sahi be, insanlar neyi paylaşamıyordu? Bu öfkeyi, nefreti anlamakta zorlanıyordum.
Yedi yıl bir kolejde bursla okudum. İyi derecede İngilizce, dert dinleyip anlayacak kadar Fransızca öğrendim. Ondan sonraki yedi yıl bir devlet üniversitesinde toplumbilim okudum. Toplumu bilmenin, bilsen de çözmenin kolay iş olmadığını öğrendim. Gündelik hayatta direniş üstüne tez yazdım. Sigara yasağı yeni çıkmıştı o zaman, tuttum bunu çalıştım. Vardım Nevizade’ye, bunu sordum soruşturdum. Çünkü “hayatla bir derdiniz olsun” demişti hocam, “hayatla derdiniz neyse onu çalışın”. Rakının yanında sigara içilememesine dertleniyordum ya derdim sigara değil iktidardı. Dedim ki iktidardan azade hiçbir ilişki yoktur ve iktidarın olduğu her yerde direniş de vardır (Foucault’cuyuz ezelden). Dedim ki iktidar direniş biçimlerini belirlediğinden dolayı direniş bilinçli bir şekilde görünmez ve örgütsüz olabilir ve hatta kendini direniş olarak tanımlamaya da bilir fakat bunu görecek gözümüz, karşılayacak sözümüz olmaması var olmadığı anlamına gelmez. İnatçı bir rettir direniş; burnunun dikine gitme, bildiğini okumadır. Bu her zaman bir başkaldırı, doğrudan bir muhalefet şeklini almayabilir; yan yollar bulabilir, etrafından dolanabilir. Kurnaz, kaypak ve kıyım kıyım da olabilir. Öyle iktidara böyle direniş!
Herkesin üstüne güneş doğar. Herkesin bir gündelik hayatı ve gün içinde kendini var ettiği iktidar ilişkileri vardır. Haklıyla haksızın ayırt edildiği ve buna göre tavır alındığı noktada politik olmak başlar. Eyvallah demek ya da dememek çok şey ifade eder ama her şeyi ifade etmeye yetmez. Patriarkal devlete “sen haksızsın” demek sıkar ama “ben haklıyım” diye söylenmenin sakıncası yoktur: “Doğrusu bu ve böyle davranmayı sürdüreceğim”. “Sürdürmek” çünkü direniş tanımı gereği ilerici değildir, hatta çoğu zaman var olan hakları muhafaza etmeye yöneliktir. Gündelik hayatta direnişin temelleri çoğu zaman ideolojik değil pratiktir. İktidara direnmenin nedeni onurlu bir hayat sürmeyi istemek de olabilir, üç kuruş yevmiyeden olmamak da, her ikisi de ve daha bir çok şey. Neticede iktidar, ne akşam evimizin kapısını kapayınca dışarıda kalır ne de tepelik bir yere kurulmuş bizi izler. Hayatın aktığı yerin dışında ve ötesinde değildir, ne iktidar ne de politika. Gündelik hayat, yani girift bir güç ilişkileri yumağı içinde haklı-haksız yargılarıyla hareket ettiğimiz her gün ve her an tam manasıyla politiktir.
Ben 26 yaşında bir kadınım. Hükümete güvenmiyorum. Toplu bir dilekçeye imzamı koymaktan veya barışçı gösterilere katılmaktan çekinmem. Solcuyum. Demokrasiden anladığımın “seçimlerle uğraşmayalım, güçlü bir liderimiz olsun” ya da “ordu yönetiversin işte” ile ilgisi yok, olamaz da. Kendimi heteroseksüel olarak tanımlamıyorum; sevdiğimle birlikte yaşamak için ne Tanrı’nın ne de devletin onayına ihtiyacım var; Tanrı’ya inanmıyorum; şort giymeyi seviyorum ve hayatımda hiç oruç tutmadım, bundan sonra da tutmayı düşünmüyorum. AIDS’lilerle, başka dinden insanlarla (benim durumumda herhangi bir dinden insanlarla), göçmenler ve yabancı işçilerle ya da sevmediğim partiye oy verenlerle komşu olmaktan ne sebeple rahatsızlık duymam gerektiğini bilmiyorum ama şeriat yanlısı bir komşudan rahatsız olmam mümkün ki bunu da, aklındaki ideal düzeni ancak ben ve benim gibileri yok ederek inşa edebileceğini düşünmesine bağlayabiliriz. Herhangi bir dine inanmıyor ve hiçbir milliyetçiliği desteklemiyorum. Ailemi seviyor fakat aile kurumuna da herhangi bir kutsiyet atfetmiyorum. İleride çocuk sahibi olduğum zaman annem gibi hem işinde başarılı hem de çok iyi bir anne olmayı planlıyorum. Aile içinde reislik ya da itaat söz konusu bile olamaz. Evliliğin, mevcut hal ve şeraitte hukuki kolaylıktan öte bir anlam taşımadığını düşünmekle birlikte çocuk yapmaya karar verdiğimde bunu devlete soracak değilim. Hele de kaç çocuk doğuracağımı soracak hiç değilim. Oğlum olursa askere gitmesini istemiyorum. İster kız ister oğlan olsun çocuklarımı, çocukken maruz kaldığım tacizlere uğramamaları için elimden gelen en iyi şekilde koruyup kollayacağım.
İçki içmekten keyif alıyorum. İçkiyi sigarayla içmekten daha büyük keyif alıyorum. Sevgilimle el ele yürümekten keyif alıyorum ama tek başıma yürüdüğüm zamanlar sözlü ya da elle tacizi hak ettiğimi de düşünmüyorum. Dahası taciz ve tecavüzün, etek boyu ya da günün saati gibi değişkenlere bağlı olarak hak sayılamayacağını düşünüyorum. Ortada bir hak varsa o benim ihlal edilen insanca yaşama hakkımdır. Kimsenin giyimi kuşamı, eve girip çıktığı saat ya da özel hayatı beni ilgilendirmediği gibi benimki de kimseyi ilgilendirmez. Ne giyeceğime, ne yiyip ne içeceğime ben karar veririm. Okuyacağım kitabı, izleyeceğim filmi, dinleyeceğim müziği, gireceğim internet sitesini ben seçerim. Ne yazacağıma ve yayımlayacağıma ben karar veririm. Düşünce ve kanaatlerim sebebiyle kınanmayı ve suçlanmayı kabul etmiyorum. İfade ettiğim görüşler çoğunluk için pekâlâ incitici, şok edici ve rahatsızlık verici olabilir fakat şiddet çağrısı yapmadığım müddetçe bu benim hakkımdır. Yok eğer değilse hükümetin yaşam tarzını tasvip etmediği, ben ve benim gibi insanlara baskı unsuru olması için yaptığı açık ve örtülü şiddet çağrılarından ötürü yargılanmasını istiyorum.
Yalnız olmadığımı; benim gibi düşünen, yaşayan başka insanlar olduğunu biliyorum. Bizi aptal, korkak ya da pasif sanıyorlarsa çok yanılıyorlar. Dünyanın başka bir çok yerinde başarılarımızın cezayla değil takdirle karşılanacağını, çok daha insanca şartlarda yaşayabileceğimizi ve dünya vatandaşı olduğumuz için asgari düzeyde zorlukla yerleşip hayatlarımızı kurabileceğimizi bildiğimiz halde hiçbir yere gitmiyoruz. İnsanın doğup büyüdüğü toprakları sevmesini ahkam kesenlerden öğrenecek değiliz. Varsın sayıca çok olsunlar birilerinin sadece kendinin sandığı bu topraklar için öyle bir mücadele ederiz ki şaşarlar.
Ben bir T.C. kimlik numarasından öte, yukarıda anlattığım insanım. Hiçbir örgütle bağlantım yok, tabi sehven kurulursa bilemem. Hiçbir siyasi oluşumun beni tam manasıyla temsil etmediğini düşünüyorum fakat aşikar ki bu hiçbir şey düşünmediğim anlamına gelmiyor. Absürt uygulamalarıyla gülünç bile olmaktan çıkalı çok olan hükümetin ellerini hayatımdan çekmesini istiyorum. Günlük hayatımızı, yaşam tarzımızı hem dolaylı hem doğrudan etkileyen uygulamaları için canı isteyince komik gerekçeler sunup canı istemeyince onu bile sunmayan hükümetin gözümde zerre kadar güvenilirliği yoktur. Bunun adı demokrasi değil ali kıran baş kesenliktir ve ben, cemaatçi bir anlayış ve cemaat kadrolarıyla yönetilen bir ülkede yaşam tarzım kadar yaşamımdan da endişeliyim. Oysa benim kimseyle bir alıp veremediğim yok. Tek istediğim, doğup büyüdüğüm topraklarda insanca, özgürce yaşamak. Eğer her gün yeni bir baskı ve sansürle karşı karşıya geliyorsak, kendi değerlerimizle yaşamayı sürdürmek, muktedirin bu pişkin saygısızlığına direniş anlamına gelir ve biz; yemek içmek, sevmek sevişmek, düşünüp yazmak, susmayıp eleştirmek direniş ise aşkla sevdayla direneceğiz. Arz ederim.
Bu ülkenin üniversitelerinden, E.Ö.'ler değil senin gibi sosyologlar yetişseydi... Kaldıraçsız kaldırırdık bu ülkeyi. Benim ufaklık İstanbul'da tatilde, yanına staja göndereyim mi?:))
YanıtlaSilKendine dürüst olmak ve bunu paylaşmak cesaret ister.Zira kendi kendine zamanla tezata düşmek yorar ve yıpratır insanı.tebrikler.
YanıtlaSilMerhaba Leyla,
YanıtlaSilBen de saksı değilim! Erol Büyükburçum!Bana saksı muamelesi yapamazsınız! Tanışalım mı? ;)
xD
İnsan'a saygıyı pasiflik sananlar, cahil bırakılanlar, düşünmeyi unutanlar, görmek, duymak istemeyenler, inancı pazarlayanlar... ahh Türkiye'm...
YanıtlaSilYüreğinize sağlık...