Benden çok daha uzun zamandır blog yazıyor babam. Blogun ne demek olduğunu ondan öğrenmiş bile olabilirim. Sen ne kadar rahat, geldiği gibi yazıyorsun dedi geçen gün. Fazla rahat dedim gülerek, fazla açık. Yıllardır çektiği fotoğrafları, okuduğu kitapları, siyasi gündem hakkındaki fikirlerini paylaşıyor blogunda. Şahsen fotoğrafta börtü böcek, dağ tepe sevmesem de blogunun en sevdiğim kısmı fotoğraflar. Geçen akşam yine memleketin halinden bahsederken ne yazacağına, hangi birini yazacağına karar vermekte zorlandığını söyledi. Aşk yaz dedim, onu sen yazıyorsun zaten dedi.
Yazmak bir yana, şu aralar benle memleket meseleleri konuşulmuyor bile. Tam ciddi bir şeyden bahsediyoruz; dudağımın iki kenarı da yukarı doğru meylediyor, gözlerimin ışıldamasına engel olamıyorum. Müzik varsa mırıldanmaya, kıpırdanmaya başlıyorum. Ciddi bir şey konuşmaya gelmiyorum yani. Memleketin hali benim halim der ya Can Yücel kabızlığını anlattığı şiirinde, benim tam tersi. Gülücüğü aldırmak deriz biz, işin kötüsü aldıramıyorum da mereti. Yapıştı kaldı, iyi mi?
Günler güney sıcağında eriyip uzuyorlar. Pek de sıcak sayılmaz halbuki. Birçok yere göre serin bile. Terletmeyip, insanın içini ısıtmakla yetiniyor hava. Begonvillerin ritim tuttuğu tatlı bir esinti var mütemadiyen. Deniz az çırpıntılı ama berrak. Bir kediden farkım yok bu günlerde, onun da benim de tek derdimiz şimdi hangi tarafımızı güneşe vereceğimiz. Ben balık yiyorum, o kılçıkları; ben bir de yanına rakı içiyorum, tek farkımız bu. Bir de ne kadar buz atsan da soğumuyor rakı, bu da sayılır mı dertten?
Dünyaya ve hayata dair her şey girift bir şekilde durur kafamın içinde. Zaten kompartmanlara ayırmak erkek aklına mahsustur diyorlar ya aklını sevdiklerim. Son zamanlarda benim de biraz kompartmantalize olmuş durumda. Bir yanımın içi yanıyor olup bitenlere, sinirden kuduruyorum. Ama diğer yanım, ah işte o diğer yanımın dallarında olmuş kirazlar sallanıyor, serçeler konup konup havalanıyorlar. Memleket burnuna kadar boka batmışsa da o yanım günlük güneşlik, denizi menevişleniyor; bir iç deniz bu.
Esinti durdu. Yaprak kıpırdamıyor şimdi. Ağustos böceklerinin sesi dolduruyor sarı sıcak havayı. Esinti kesildiği için ses havada asılı kaldı iyiden iyiye, durduğu yerde ağırlaşıp şişiyor. Bir sene boyunca Paris’te yaşamak nasıl olur? Anahtar kelime bocalamak sevgilim. Evvelce yazdıklarımdan biraz anlaşılıyor ama anlatması zor yine de. Son dört senemi anlatmak zor. Söz sanatsız söyleyeyim: Yaşamak istemedim. Bıraktım. İstemsiz bir kas hareketi gibi yaşadım. Gerektiği için, gerektiği gibi, gerektiği kadar. Ne vakit iyice dağılıp parçalandım, ezbere toparladım kendimi. Kimse üzülmesin diye. Böyle durumlara aileler üzülür en çok ama en çok da onların elinden bir şey gelmez. Arkadaşlarım hep yanımdaydı. İçlerini sıksam da gitmediler. Birkaç adam vardı, iyi insanlardı ama onların da yapabileceği bir şey yoktu. Haksızlık edemem, yüzüm gülmedi diyemem. Güldüğüm de oldu benim. Ama daha çok ağladım. Korkunç da olsa hala bir şeyler hissedebildiğime delaletti bu ama hiçbir şey ve hiç kimseyi istemiyordum. İkinci bir insan fikri silinip gitmişti ihtimaller dahilinden. Belki daha kötüsü hayallerim de. Hayatla, hayatımla ne yapacağımı umursamıyordum. Bir an önce bitmesinden başka bir şey istemiyordum. Şimdi ise bir ağacın böcek seslerinden gölgesine oturmuş ne yapacağımı düşünüyorum. Plan yapmak değil de hayal kuruyorum. Sahiden de bir insanı sevmekle başlıyormuş her şey. Bocalamam; elimi ayağımı nereye koyacağımı, nasıl davranacağımı, ne söyleyeceğimi bilememem hep bundan. Bir işe hatta birkaç işe birden dört elle sarılmak; sıkıntımı da sevincimi de paylaşmak istiyorum şimdi. Birlikte kitap okumak istiyorum, bazen birlikte çalışmak. Yorulursam yorgunluğumu bile paylaşmak istiyorum, nasıl olsa yüzüm güler yine de. Sonra ölesiye utanıyorum böyle şeyler düşünüp söylemekten. Oysa hiç utanılacak şey mi bu? Değil, olmadığını biliyorum ama işte… söyletmek için içirmek lazım beni, yazmak ise kendiliğinden sarhoşluk. Yüzümü bir yerlere saklayasım yine geliyor ama yazmak daha ferah sanki, daha taze nane kokulu.
Ben de yazıyorum. Okuyanlar mutlu oluyor benim için. Buna da mutlu oluyorum. Hakkını teslim etmek lazım şimdi: Sahiden de sevesim, mutlu olasım varmış belki de. Öyle bile olsa kolay iş değil, malum. Bir insanın elini tutmak büyük iş ama bunu sevmek de bir o kadar güzel. Özlemeye talimliyim ne yalan söyleyeyim ama kavuşacağını bilerek özlemek daha güzel. Günlerin uzamasını bile seveceğim neredeyse, hayır daha o kadar sıcak geçmedi başıma. Uyku ve içkiyle kısalmasına bir nebze olsun kısalıyor günler ama var, onların bile bir güzelliği var. Kaybetme korkusunun bile.
HAy bin kunduz.. Niye kaldırdın son yazıyı.. Ne güzel turşuydu o. Ve twitter bir heves reklam yapacaktım.. İŞ mi şimdi bu..
YanıtlaSilEksik geldi, yarın bir kaç ekleme yapıp koyacağım tekrar. Beğenmenize sevindim ama :)
YanıtlaSilİstiyorsan, beğenmeyebilirim de.:)
YanıtlaSilŞaka bir yana, manifesto tadındaydı. Foucault ha. (Sosyalizmle nasıl örtüştürüyorsun peki Foucault'u? Merakımdan soruyorum.)
Manifesto gibi olmuş biraz, değil mi? Bir tür öfke kontrolü yöntemi gibi işte.
YanıtlaSilFoucault'nun metinleri kararsızlıklarla dolu olduğu için orası burası illa ki örtüşüyor :) Dediğiniz gibi şaka bir yana, yeterli sosyalizm okuması yaptığımı düşünmediğim için sosyalistim demekten imtina ediyorum zaten ama Foucault'cu olduğumu açık açık söyleyebiliyorum.
O kadar cahil cühela varken ortalıkta, gönül rahatlığı ile sosyalistim diyebilirsin. Ha, ben demem o ayrı.:)) Foucaltun iktidar olgusu üstüne olan söylemlerini önemsiyorum ben de. Sen manifestoyu tamamla da bir daha okuyalım şunu.:)
YanıtlaSil