4 Temmuz 2011 Pazartesi

Akşamdan Akşama



Akşamdan kalmalığın başa vuran ağrısı “ağzınla iç be, ağzınla!” demiyormuş da “daha yok mu, daha?” diyormuş meğer. Yani yoksunluktan zonkluyormuş bizim saksı. Sabah yanında uzanmış yatan baş ağrısıyla uyanınca alka-seltzere, ağrı kesiciye sarılmak yerine bir tek atsa bir şeyciği kalmazmış insanın (doktor yalancısıyım). O mideyle sıkıyorsa tabi. Hem baş ağrısından kurtulacağım diye alkolik damgası yemek de var. Gerçi güne çay yerine içkiyle başlamak zaman zaman aklıma gelir. Yani Almanlar birayla, Fransızlar şarapla, Ruslar votkayla başlayabiliyorsa (meğersem) biz de pekala rakıyla başlayabiliriz güne. Peynire meze değil kahvaltılık demek yeterli olur.

Bu tip yersizliklere karşı hisler besliyorum. Elimde olsa toplumsal normları yan yatmış kuru bir kütüğün üstüne boş şişeler gibi dizip teker teker vururdum. Sorgulanmadan kabul ediliyor, kabul edildikçe de şımarıp semirerek güçleniyorlar. Normlar, normaller, kalıplar, kurallar… İhlal ettiğin an etiketin hazır ama kendini iyi pazarladığın takdirde ‘yaratıcı’, yok pazarlayamazsan ‘deli’ denme ihtimali de var.

Durup dururken niye dellendim böyle bilmiyorum. Gözümü açabilmek için sek kahvemi içerim ben gene. Zifir gibi, canım benim.

İnsan her gün aynı aşkla sevebilir mi yaşamayı? Ara ara bıkmaz mı yani, sıkılamaz mı? İnsanlardan, olaylardan…topyekun hayata “bi siktir git” çekemez mi? Her gün mutlu insandan korkarım şahsen. İnsan işi değil sürekli mutlu olmak. Eyvallah, her şey insana dair de bu değil. Niye mutlusun oğlum, ne var mutlu olacak? Her sabah ayrı siktiriboktan gündeme uyanıyorsun, hava desen leş gibi sıcak. Zaten göz açıp kapayıncaya kadar ölüp gideceksin, kısacık ömrünü de para kazanayım diye yırtınmakla harcıyorsun. Ne o, hayatta “başardı” desinler. Bi siktir git güzel kardeşim. Güzel müzel de değilsin ayrıca, götüme benziyorsun. Ona da kaş göz çizsek senden güzel olur.

Ayaklarımı uzatarak okumaya koyulduğum kitabı bitiremeden aldı beni düşünceler. Bu huysuzluğum, bu şirretliğim ondan. Ne bok yiyeceğimi düşünmekten aylaklığın da tadını çıkaramıyorum. Güneye insem aslında. Bütün gün sere serpe yatsam sahilde. Müzik de yok, sadece kitap. Dalgaların sesi. Çok sıcaklayınca iki yüzsem. Pırıl pırıl Gökova. Sonra akşamüstü, ıslak saçlarımı topuz yapıversem kurutmadan. Yazın saç mı kurutulurmuş? Yanık tenimin üstüne beyaz, ferah bir elbise geçirsem. Firuze küpelerimi taksam. Yalın ayaklarıma gümüş halhalım yeter. Makyaja da gerek yok, yanaklarımın üstü güneşten al al olur zaten hemen. Dudağımı da ben alladım mı tamam. Gelsin rakı, gitsin lahos buğulama. Bol soğanlı da salata. Üstümüz yıldız, altımız yakamoz. Gökova’nın bu henüz işlenmemiş koylarının ışıl ışıl karanlığında keyifler çakır. Çökertme’den çıkalı beri Müzeyyen Senar söylüyor.

Hayat donsa o an, gözlerimi kapasam…ama sımsıkı kapasam. İlk deniz börülcesiyle patlıcan ezmenin sarımsağı gelir bulur beni karanlıkta. Şişesinde balık olduğumdan alamam artık rakının kokusunu. Sonra deniz kokan akşam esintisi (firuze şalımı alırım omuzlarıma, o yüzümü öper). En son da Müzeyyen’le dalgaların sesi. Gözümü kapayınca bütün alem bu kadar. Az şey mi?


3 yorum:

  1. az olur mu.. yeter de artar...
    canlandırdım resmen... anlattığını yaşamak istedim...

    YanıtlaSil
  2. kalk gidelim...

    YanıtlaSil
  3. gidelim...ama sizin adınız ne?

    YanıtlaSil