11 Ekim 2010 Pazartesi

Med Cezir


Taş evin içi Kasım'da Ankara. Dışı sükunetle karşılıyor kışı. Sessiz sedasız serinliyor. Önce hava kırıldı, med cezirden sonra da su. Akşamüstleri hüküm süren Mayıs ılıklığı yerini belli belirsiz bir ürpertiye bırakıyor yavaşça. Direnmenin anlamı yok, mevsimler geçiyor.

"Keşke yazar olsaydım" dediğim anlar, "keşke sesim güzel olsaydı" dediğim anları açık ara farkla geçmek üzere. Hayatı algıladığım gibi anlatabilmeyi çok isterdim. Bu sessizliği, bu ürpertiyi, huzuru ve huzursuzluğu. "Hanımlar, beyler" derdim o zaman, "benden çok, benden güzel yaşadınız muhakkak. Fakat hiçbiriniz görmedi dünyayı benim gözlerimden. Duydunuz ama benim kulaklarımla değil. Sırf bu yüzden kulak verin şimdi bana, söyleyeceklerim var". "Güneşin altında söylenmedik söz kalmadı" derlerdi belki,"geç kaldın". "İyi ya, aynı hikayeyi bir de benden dinleyin". İçimdekileri karşılayacak kelimeleri bulup çıkarabilseydim böyle olmazdı derdim hep çaresizliğimde. Kimse gitmezdi o zaman, gitsem bırakmazdı. Geniş zamanlar ummadım halbuki, dar vakitler de pekala güzeldi sevgileri söylemek için. Yine de burun kıvırdım kelimelerime, az buldum, söylemedim. Boş bir teneke kadar boş gururum da elvermedi. Oysa şimdi, sevip de kaybetmekten çok daha fazla anlatacaklarım var. Misal, hayatın devam ediyor olması başlı başına büyüleyici.


Dilimin dönmediği yerde şarkılardan, şiirlerden, suretlerden medet umuyorum. Kenarında bir başıma oturduğum sahilin sessizliğini, gürültüyle demir alan tekneyi ufukta kaybolana kadar izlediğimi, derinlerdeki suyun yeşim berraklığını ve ben yüzerken bana eşlik eden balıkları, çıkınca ıslak ayakları sıcak taşlara basmanın keyfini ve hatta tuzun tadını anlatmak istiyorum fakat kayıp bir anahtar bu anda sözlerim, dilimin dönmediği ne varsa kilit altında tutuyorum. Dalgaların sesini esir ediyorum ben de.


Yirmi yıldır Mazı'ya gelmediğim yaz olmadı. Burası köyün Hurma sahili. Ben İnceyalı'da büyüdüm. Her yaz sonu, tatilin bittiğine değil Mazı'dan ayrıldığıma ağlardım. Elime geçirdiğim bir pet şişeye biraz çakıl taşı ve deniz suyu doldururdum. Aklım sıra Mazı'yı yanımda götürecek, ayrılığı hafifleteceğim. Birkaç haftaya kalmadan kokmaya başlayan suyu sonunda dökmek zorunda kalırdım. Daha az çocukça görünse bile dalgaların sesini kaydetmem de bundan farklı değil. Belki daha uzun ömürlü ama ayrılığa çare yok. Çocukluğumdan beri öğrenemedim bunu.

Ölümün de bir tür ayrılık olduğunu düşünüp teselli bulmaya çalışırken fark etmiştim, aslında ayrılığın bir tür ölüm olduğunu. Her kopuş, telafisi olmayacak bir şeyler kopartıyor insandan. Pet şişeye koyup saklayamıyorsun. Tahir ile Zühre Meselesi demiş ya üstat, biraz da o hesap işte... Yani insan saklayabiliyor isteyince. "Yani yürekte". Hatta ne diyordu Piraye, "her kadın saçmadır sevdiği zaman. Bırak da içimden seveyim seni, açığa vurmadan".

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder