30 Eylül 2016 Cuma

Kalandar Soğuğu (2015, Mustafa Kara)


Bazı filmler bittiğinde alkışlamamak için kendimi zor tutuyorum. Kalandar Soğuğu da bende aynı isteği uyandırdı. Filmi beyazperdede izleyebildiğim için çok şanslıyım çünkü neredeyse hiçbir yerde oynamıyor. Bilgisayar monitörlerine mahkum, izlendiğine şükretmesi beklenecek. Neticede biz Sinematek'i (artık) olmayan bir ülkeyiz, belki de sahiden şükretmemiz gerek. En başta da Macaristan-Türkiye ortak yapımı Kalandar Soğuğu gibi bir film çekilebildiği için. 

Film bende derin bir iz bıraktı. Bu pek sık olan bir şey değil. Başlı başına şükürlük bir durum. İyi bir sinema filminden beklediğim her şeyi buldum filmde. "Bu iş böyle yapılır" diye geçirdim içimden. Sektörün içinden olsam bu yargımın bir kıymeti bile olabilirdi. Olduğu kadar.




Antrenmansız sinema seyircisi için kesintisiz 2 saat 19 dakika göz korkutucu bir uzunluk ama yine aynı seyircinin tabiriyle söyleyecek olursak film kesinlikle "power point" değil, akıyor. Seyirciyi hikayenin içine çekmek için uzunca sekanslar var ama tam olarak amaçlarına varacak kadar uzunlar. Filmin ortalarına doğru sahiden de Mehmet'le Hanife'nin derdini dert edinmiş, şimdi ne olacak diye kaygılanıyordum. Hatta boğa dahi o kadar iyi görüntülenmiş ki hayvanın da derdini benimsedim. 

Trabzon'un başı dumanlı bir dağ köyünde yaşayan bu karı kocanın her ikisiyle de özdeşleştirdim kendimi. Karadeniz ne kadar uzak, dağ ne kadar yüksek, sürdükleri hayat bizimkinden ne kadar farklı olursa olsun karakterlerin derdini içimde duydum. Bunun tek nedeni Artvin'in dağ köylerinde bulunmuş olmam değil, hikayenin evrenselliğe dokunmayı başarması. 

Hikaye en kadimlerden biri: İnsanın doğayla mücadelesi (Kurosawa'nın Dersu Uzala'sını (1975) andım). Bir de onunla başa baş, insanın geçim mücadelesi ve beraberinde gelen çatışmalar. Hepi topu bu kadar aslında. Kadınla adam arasındaki çatışma, evinde mutsuz olan Mehmet'in kendini dağlara vurması, yoksulluk sarmalından çıkmak için bir umuda sonra başka bir umuda daha tutunması, yoksulluktan acılaşmış eşini umutlarına ortak etmek için çabalaması, bilakis kadının rasyonel tutumu, beklentileri ve toplumsal baskıyı üzerinde en fazla hisseden karakter olması, ninenin dilinden Karadeniz'in eski Rum sakinleri ve gidişleri... Aklımda kalan başlıklar. Bir de Vittorio De Sica'nın Bisiklet Hırsızları'nı (1948) görür gibi oldum filmde: Babanın hayatta tutunmaya uğraşırken oğlunun gözlerinde aşınan "baba" imajı. Oğul demişken filmde otizme yer verilmiş olması da az buz takdir edilecek iş değil. Oyunculuklara bir şepke: Haydar Şişman, Nuray Yeşilaraz, Hanife Kara, İbrahim Kuvvet, Muzaffer Şen... (edit: Oyuncuların eğitimli oyuncular olmadıklarını sonradan öğrendim ve inanmakta hâlâ zorlanıyorum. Bisiklet Hırsızları ile müthiş bir ortak yön daha.)




Bu kadar zor doğa koşullarında çekilmiş bir yerli film daha izlediğimi sanmıyorum fakat o zorluğa ancak bu kadar değebilirdi. O planların istisnasız her birini çerçeveletip evimin duvarlarına asabilirim. 

Ben seyirciyim ve basit bir seyirciyim. Bu filmde ana karakterlerin evrensel insani dertlerini dert edindim, onu bir kenara koyalım. Yakalanıp çerçevelenmiş görüntüler bana göre kusursuz görüntülerdi, onu da bir kenara koyalım. Fakat basit bir seyirci olarak filme dair beni en çok etkileyen şey kokusu oldu. Basbayağı burnuma koktu. Yağmurlu toprağı, dumanı tüten tezeği, çıtır çıtır yanan odunu, ıslak tahtayı, aile üyelerinin burunlarına kadar çektikleri eski battaniyeyi, her şeyi her şeyi duydum burnumda. Koku hafızamda "yağmurlu Karadeniz dağ köyü" diye bir dosya var, o açıldı belki de bilmiyorum. Nedeni ikinci planda kalıyor. Burnuma koktu diyorum, kokusunu duyurdu diyorum, bundan güzel şey var mı? 




Velhasıl, son yıllarda izlediğim en iyi hatta en güzel filmlerden biriydi. (Gönül isterdi ki Karadeniz'de madencilik konusunu sorunsallaştırsın, onu da dert edindirsin seyirciye. Tabi o zaman filmin süresi 3 saate yaklaşırdı ve öyle bir zorunluluğu da yok, kaldı ki öyle bir derdi de olmayabilir.) İmkanınız varsa lütfen beyazperdede izleyin, gösterimden kalktı kalkıyor. Yoksa DVD'si çıktığı zaman projeksiyonla ev sinemasında, olmadı bulabildiğiniz en geniş monitörde izlemenizi tavsiye ederim. Ben muhtemelen kalan hayatım içerisinde birkaç kere daha izleyip, bir izleyişim sonrasında da Artvin'e bilet bakacağım. 

Sinemayı seviyorsam, Kalandar Soğuğu gibi filmler sayesindedir.  



18 Eylül 2016 Pazar

Christmas in July (1940, Preston Sturges)

                         "Unhappy the land that needs miracles."

Preston Sturges'ın The Great McGinty'den (1940) sonra hem yazıp hem de yönettiği ikinci film olan Christmas in July yönetmenin görece gözden kaçan filmlerinden biri. Filmin senaryosu Sturges'ın 1931'de yazdığı "A Cup of Coffee" isimli bir tiyatro oyununa dayanıyor. Oyun ancak yazılmasından elli yedi yıl, Sturges'ın ölümünden ise yirmi dokuz yıl sonra sahneye konmuş.


Seçim öncesinde sempatik görünsün diye kucağına bebe tutuşturulmuş başkan adayı suratıyla Preston Sturges.

Yalnızca 67 dakika uzunluğundaki film bana kalırsa incelikli bir kapitalizm eleştirisi. Dick Powell ve Ellen Drew sevişen genç bir çift rolünde. Aileleriyle birlikte aynı yoksul mahallede, aynı binada yaşıyorlar. Yanılmıyorsam İrlanda göçmenleri. Evlenmek istiyorlar ama para yok. Adam mütemadiyen ödüllü yarışmalara katılıyor ama kazanamıyor. Filmin başında bu defa da bir kahve şirketinin sloganını belirlemek için açtığı yarışmaya katıldığını ve milyonlarca insan gibi yarışmanın kazananını öğrenmek için radyoya yapıştığını görüyoruz. Evet, milyonlarca insan. Buhran Dönemi etkisini sürdürmeye devam ediyor. Umutlar lotaryada, yarışmada. Birincilik ödülü 25 bin dolar (2014 yılında 420 bin dolara denk geliyor). Bugünkü 25 bin dolarla alakası olmadığını, arkadaşlarının eşek şakası yüzünden yarışmayı kazandığını sanan Jimmy MacDonald'ın giriştiği alışveriş çılgınlığından anlıyoruz. Kendine bir takım elbise dışında bir şey almayan kahramanımız bütün mahallenin çocuklarına oyuncak alırken Hollywood'da adeta mutlu küçük yeşil çamlar bitmeye başlıyor. 



















Köşeyi dönmek isteyen yoksul genç ve sinirli küçük kapitalistlerin iki dudağı arasında oyuncak olan hayatı... O kadar karanlık ki göz kamaştırıyor. Kolay içilsin diye şeker basılmış bir öksürük şurubu gibi film. Şaşkın kapitalistler, onlara karşı yoksulun yanında saf tutan ve hatta "Sen kendini Hitler mi sandın ibiş" diye posta koyan polisler, herkesin birbirini tanıdığı mahallede esen bayram havası ve elbette kurtulmak için onca debelenilen yoksulluğu sistemle ilişkilendirmeyip, yine o sistem içinde yırtma umudu, o umut ışığını lütfeden patronlara bin bir minnet ve verilen umudu geri aldıkları zaman da gereğinden fazla sükunet ve tevekkül. Frank Capra, filmi izlediğinde "bunu ben çekmeliydim" demiş midir acaba? Bunu yalnız ben demiyorum, filmin gösterime girmesinden yaklaşık üç hafta sonra Bosley Crowther da Capra'yı anmış



Sattığı malı geri almak için mahalleyi basan kapitalik "herkesi tutuklamanızı istiyorum!" diye höykürünce ona "oldu canım, sen kendini Hitler mi sanıyorsun" diyen polisin bulunduğu sahne. Ardından diğer kapitalik de mahalleye intikal edip aynı talepte bulunduğu zaman ona da Mussolini diye hitap ediyor. Takvim yaprakları 1940 sonbaharını gösteriyor. 

Filmde Jimmy MacDonald'ın annesinin de nişanlısının da ortak sayılabilecek bir hayali var. Annenin hayali, açıldığında iki kişilik yatak olabilen bir çekyat kanepe, bir Davenport. Jimmy tarafından, ancak çocuk doğurana kadar çalışacağı öngörülen sevgilinin hayali ise tek göz bir evin dört odalı bir daireymiş gibi kullanılmasına olanak tanıyan, orasından şömine, burasından küvet çıkaran bir eşya. Açıkçası Buster Keaton'ın The Scarecrow (1920) filminde gösterilen "çok işlevli"o müthiş evi anımsattı bana. Hatta Keaton filminde küvet olabilen bir kanepe de vardır. Kanepe mevzu ilginç burada, her iki filmi birden kast ediyorum. Yoksulluğun içinden çıkılamadığı için yaratıcı çözümlerle o yoksulluğu baypas etmek anlamına geliyor. "Tek göz ev dört odalı bir daireymiş gibi" oluyor ama dört odalı bir daireye erişilemiyor. Vefakar cefakar kadınların hayal gücü ancak bir kanepe kadar açılabiliyor. Diyorum, bu adamın komedileri benim içimi acıtıyor. Bu arada tuşlara basınca orasından burasından bir şeyler çıkan kanepenin tasarlanmasında Preston Sturges'ın da parmağı var. Olmasa şaşardım.


Kadın haftada 18 dolar kazanıyor, adam haftada 22 dolar kazanıyor ve elimizde görmüş olduğunuz şu kanepe ise yalnızca 198 dolar bayanlar baylar ve bunda hiçbir problem yok.
Reklam sektöründe çalışanların bilhassa ilgi çekici bulacağını düşündüğüm filmin başından sonuna kadar tekrarlanan, MacDonald'ın kahve şirketi için bulduğu reklam sloganı: "If you can't sleep at night, it isn't the coffee, it's the bunk" (eğer geceleri uyuyamıyorsanız nedeni kahve değil, ranzadır). Jimmy filmin başından sonuna kadar bunun neden iyi bir slogan olduğunu açıklıyor. Viyanalı bir doktor tüm fikirlerin batıl inanç olduğunu söylüyormuş. Kahvenin insanları uyanık tutması da öyle bir şeymiş. Gece uyuyamayan insanlar zaten sinirleri bozuk insanlarmış ve elbette suçu başka bir şeye, bu durumda kahveye atmaları gayet doğalmış. Jimmy MacDonald'ın sloganı bilimsel (!) olmakla kalmıyor, aynı zamanda kelime oyunu da içeriyor. İlk anlamı ranza olan bunk sözcüğünün ikinci anlamı da saçmalık. Yani diyor ki uykusuzluğunuzun nedeninin kahve olması saçmalık, yok öyle bir şey. Kahvemize bok atmayın, bize para verin, kahvemizi alın. 


Sinirli küçük kapitaliste kükreyen Mr. Bildocker rolünde Sturges'ın gedikli kadrosundan William Demarest (1892-1983)

Preston Sturges'ı sevmemin nedenlerinden biri de bu kelime oyunları olabilir. Mesela Franklin Pangborn'un canlandırdığı radyo sanatçısı Don Hartman (Paramount'un yazarlarından birinin adı) milyonlarca insanın beklediği haberi ilan edemediği zaman ortamı yumuşatmak için programı "cellat ipi bulamadığında mahkumun söylediği gibi 'No noose is good noose'" diye bitiriyor. Kulağa "no news is good news" (haber olmaması iyi haberdir) gibi gelen cümle aslında "en iyi ilmik olmayan ilmik" gibi bir anlama geliyor. (Pun'lardan manyakça keyif alanlar online mı?)


"He Jimmy, he"
"Anni?"
Bu arada Jimmy filmin başında kadına sloganı anlatmaya çalışırken öyle kaba davranıyor ki filmin geri kalanında kendisine karşı sempati besleyemedim. Hatta Jimmy'ye katlandığı için kadına da besleyemedim. Ancak parayı bulduktan sonra sinirler yatışıyor, nezaket hatırlanıyor. Sturges bunu kasten yapmış olmalı. Stres altındayken en yakınındakine, mümkünse kadına esip kükremek. Ah orada "He Jimmy, he" diye adamı eyleyeceğine oklavayla kovalayacaksın, bak sinir stres kalıyor mu. Sanki bir onun hayatı zor. Çamaşırını anası yıkıyor, yemeğini anası önüne koyuyor. Bir işe gitmek mi zor geliyor. E nişanlın hem seninle aynı işte çalışıyor hem de ev işlerini yapıyor? Kadına bir terslenmeler, bir küçümsemeler, bir aptal muamelesi. Preston Sturges'ı seviyorum ama senaryolarında kadına yaklaşımıyla sorunum var, kesinlikle var. Dönemin baskın yaklaşımını yansıtıyor mu yansıtıyor, amenna fakat bu sorun etmeyeceğim anlamına gelmiyor. Esip kükreyen adam karşısında pısık pısık alttan alan kadın görmeye dayanamıyorum. Ama bir parası olsun, bak o zaman ona evler arabalar alacakmış. Alma eksik olsun. Sen o ağzını bir topla, başka ihsan istemez cimicip. 


Director cameo: Ayakkabılarını boyatırken son dakika penaltısını dinler gibi radyoya kitlenen bıyıklı Preston Sturges.

Mr. E.L. Waterbury: I used to think about $25,000 too, and what I'd do with it. That I'd be a failure, if I didn't get a hold of it. And then one day I realized that I was *never* gonna have $25,000, Mr. MacDonald. And then another day... uhh... a little bit later - *considerably* later - I realized something else - something I'm imparting to you now, Mr. MacDonald. I'm not a failure. I'm a success. You see, ambition is all right if it works. But no system could be right where only half of 1% were successes and all the rest were failures - that wouldn't be right. I'm not a failure. I'm a success. And so are you, if you earn your own living and pay your bills and look the world in the eye. I hope you win your $25,000, Mr. MacDonald. But if you shouldn't happen to, don't worry about it. Now get the heck back to your desk and try to improve your arithmetic.

***


Raymond Walburn (1887-1969)
Dr. Maxford: I wish they died a lockjaw. What good are these contests anyway? They interrupt the entire organization - they make ya millions of enemies - and all they prove is you're making too much money in the first place, since you can afford to toss a large chunk to some sap head who probably never had a cup of your coffee in his life but lives on goat's milk.




***



Ernest Truex (1889-1973)
Mr. J.B. Baxter: I'm no genius. I didn't hang on to my father's money by backing my own judgment, you know. I make mistakes every day. Sometimes, several times a day. I have a whole warehouse *full* of mistakes. I should say it *would* make a difference. You see, I think your ideas are good, because they sound good to me. But I know your ideas are good, because you won this contest over millions of aspirants.



***



Ellen Drew (1915-2003)
Betty Casey: It is practical, Mr. Baxter. It's the most practical idea you ever had. He belongs in here because he thinks he has ideas. He belongs in here until he proves himself or fails and... then... someone else belongs in here until he prove himself or fails and somebody else after that and somebody else after him and so on and so on for always. Oh... I don't know how to... put it into words like Jimmy could, but... all he wanted, all any of them want is a - is a chance to show - to find out what got while they're still young and burning like a short cut or a stepping stone. Oh, I know they're not gonna succeed, at least most of them won't, they'll all be like Mr. Waterbury soon enough, most of them, anyway. But they won't mind it. They'll find something else, and they'll be happy, because they had their chance. Because it's one thing to muff a chance once you've had it... it's another thing never to have had a chance. His name's already on the door.



15 Eylül 2016 Perşembe

Bridget Jones's Diary

Bridget Jones's Diary'nin Türkiye'de gösterime girdiği yıl 16 yaşımdaydım. Yarın Bridget Jones's Baby gösterime giriyor. Bir hafta sonra 32 yaşımdan gün almaya başlıyorum. 32, Bridget Jones'un ilk filmin başında olduğu yaş. Yani artık Bridget Jones'la aynı yaştayım. 

Öyleyse Darcy:









Oldum mu gene 16 :) Aslında şuraya soundtrack bırakıp gidecektim sadece.



The Palm Beach Story (1942, Preston Sturges)


The Palm Beach Story'yi izlerken "1942'de bunlar söylenebiliyor muydu" diyerek şaşırdığım yerler olsa da bir erkeğin zekasıyla, bir kadınınsa ancak fiziğiyle bir yerlere gelebileceği teması şaşkınlığımın ömrünü epey kısalttı. Buna rağmen, izlediğim dördüncü filminde Preston Sturges'ın komedi anlayışını benimsemeye başladığımı hissediyorum. Yazdığı (ve sonra yönettiği) senaryolarda döneminin normlarına meydan okuyan pek çok unsur, geçirilen pek çok laf var. Hatta diyalogların bu denli hızlı akmasının nedeni dönemin tarzının yanı sıra biraz da geçirdiği lafları arada kaynatmakmış gibi geliyor. Kaçırıp geri döndüğüm yerler oluyor. Kaçırmayıp yakaladığım halde sırf çok iyi yazmış olduğu için geri döndüğüm yerler de oluyor. Preston Sturges'ı geç buldum ama iyi ki buldum.


Tom Jeffers (Joel McCrea) ve Gerry Jeffers (Claudette Colbert)

Filmin konusu kabaca şu: Sınıfının üzerinde bir hayat süren evli genç bir çift var (Sullivan's Travels'dan Joel McCrea ve Capra harikası It Happened One Night'tan Claudette Colbert). Adamın bir projesi var ama parası yok. Kadın bir şey yapmıyor, o yalnızca güzel olmakla iştigal. Beş yıl boyunca adam ha başardı ha başaracak diye beklemiş, kocasını da seviyor ama bir noktada canına tak ediyor ve evi terk ediyor. Bir kadının bir adamı terk edişi bu kadar mı dramasız, hatta bu kadar mı absürt derecede komik anlatılır. Komikten kastım buz kutusu Joel McCrea'nin kadının arkasından koşarken donsuz kalması veya merdivenlerden yuvarlanması değil (McCrea'nin gözü yuvarlanmayı kesmemiş de Preston Sturges bir şey olmayacağını göstermek için önce kendisi yuvarlanmış!) Aslında komediden başka bir şey bu. Onlarca yüzlerce yıldır dram biçiminde aktarılmış durumları iyi bir mesafeden, serinkanlılıkla seyredip ele almak yaptığı şey. Kalemi de çok kuvvetli olduğu için tadından yenmiyor.




Film, evliliği ve boşanmayı çok hafife aldığı gerekçesiyle sansürün pek hoşuna gitmemiş. Hatta aslında filmin adı başta Is Marriage Necessary? (Evlilik Gerekli Midir?) imiş! Bence sansür iki baş rol oyuncusu arasındaki kimyadan da fazla hazzetmemiştir. Tesadüf olduğunu düşünüyorum ama yine Claudette Colbert'in oynadığı It Happened One Night'ta (1934) olduğu gibi bu filmde de zerre çıplaklık veya o denli direkt bir referans olmadan seyirciye müthiş bir cinsel enerji hissettiriliyor. Bunu yalnızca Joel McCrea'nin devadamlığı veya soğuk güzelliğiyle açıklamak imkansız. Capra da Sturges da cinsel çekimin basit mekaniğine hakim yönetmenler. 



Gable ve Colbert'in öfleye pöfleye oynadığı fakat sonra 5 Oscar'ı ve en önemli 5 Oscar'ı (En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo&Uyarlama) kazanan It Happened One Night'ta Capra, Colbert ve Gable'ın birlikte uyumak zorunda kaldıkları ("Clark Gable ile aynı odada uyumak zorunda kalmak" anlatım bozukluğu) odanın ortasına perde çeker. Hiçbir şey olmaz. Öte yandan, Gable faktörünü kesinlikle göz ardı etmeden perdeye hakkını teslim etmek gerektiği kanaatindeyim. "Dişe dokunur" hiçbir şeyin olmadığı bu sekans, bugün dahi, gördüğüm en seksi sekanslardan biri. Aslında bunu filmin tamamı için söylemek mümkün. 


Clark Gable ve Claudette Colbert Frank Capra'nın It Happened One Night'ında (1934). Direnmek anlamsız, tekrar izlemek için ölüyorum. Ayda bir kere izleyebilirim sanırım. 

Sturges'a dönecek olursak, yönetmenlik işinde biraz mükemmeliyetçi olduğu söyleniyor. Genel çekim içine sinmeden yakın planlara geçmiyormuş. Fakat asıl yazdığı senaryolar konusunda çok titiz olduğunu okudum. Oyuncu tek bir kelimeyi bile değiştirse bütün sahneyi baştan çekiyormuş. Bu filmdeki roller doğrudan belirli oyuncuların üzerine yazıldığı için çekimler çok rahat geçmiş. Bir tek Claudette Colbert'in rolü Carole Lombard için yazılmış fakat Lombard çekimlerin öncesinde bir uçak kazasında öldüğü için rol Colbert'e verilmiş. Lombard'ı bu rolde rahatlıkla düşünebiliyorum. Kaldı ki senaryoda vurgulanan göz kamaştırıcı güzellik Colbert'ten ziyade Lombard'da mevcut. Clark Gable'ın büyük aşkı.

Clark Gable ve Carole Lombard

Onun dışında Sturges The Maltese Falcon'ın (1941) yıldızı Mary Astor'la biraz sıkıntı yaşamış. Astor yıllar sonra "Bana göre değildi" diye yazmış çünkü Sturges'ın istediği tarzda konuşmayı kıvıramamış. Seri, tiz, uçuşkan. Bana kalırsa gayet iyi kıvırmış ama evet, bu rol ona ait değilmiş gibi.


Mary Astor, Humphrey Bogart'la The Maltese Falcon'da (1941)
Sağda, bir yıl sonra The Palm Beach Story'de.















Neyseciğime, Geraldine veya Gerry (Claudette Colbert) eşinden kaçarken "güzel bir kadın tek kuruş harcamadan istediklerine sahip olabilir" noktasını kanıtlamasına son derece uygun bir şekilde bir vagon dolusu milyoner amcanın arasına düşer. O trende John D. Hackensacker III de seyahat etmektedir ve adı, John D. Rockefeller'ın yandan yemiş versiyonudur. Hatta filmdeki yatının adı 'The Erl King' aslında "oil king" (petrol kralı) şeklinde telaffuz edilmektedir. Sonuçta Standard Oil'un sahibi Rockefeller bir petrol kralıdır. 


Filmde Rudy Vallee'nin söylediği şarkı.

John D. Hackensacker'ı dönemin radyo yıldızı Rudy Vallee oynuyor. Hatta en başta tüm senaryo onun üzerine yazılıyor. Şöyle ki, Preston Sturges bir gün sinemaya gidiyor fakat bir saat erken gelince bir önceki seansın sonunu izlemeye koyuluyor. O film de bir Rudy Vallee filmi. Gelgelelim Sturges filminde Rudy Vallee'yi oynatmak konusunda Paramount'u zor ikna ediyor çünkü Vallee ne kadar büyük bir radyo yıldızı olursa olsun daha önce çektiği filmler hep fiyasko olmuş. Neyse ki stüdyo ikna oluyor ve hatta Vallee'nin Sturges filmindeki performansı üzerine onunla kontrat imzalıyor. 

Director cameo: Preston Sturges, Colbert ve Rudy Vallee yattan indikten sonra Colbert'in eşyasını taşıyan adam rolünde. 


Boyu biraz kısa geldi ama yüz tutuyor. Valizleri taşıyan, yönetmen Preston Sturges.

Filmde anlam veremediğim tek şey Toto adlı tipti. Karakter değil, komik desen değil, hiçbir şey değil. İllaki bir yerde gereklidir, sonunda çok acayip bir şey yapacaktır diye bekledim ama hayır. Belki gerçek yaşamdaki birine göndermeydi, belki de sırf beklenti yaratmak için yaptı Sturges. Anlayan olursa bana da desin.


Soldan sağa Joel McCrea, Mary Astor, Preston Sturges, Claudette Colbert ve Rudy Vallee.

Bu defa kendime engel olmayıp filmden birkaç alıntı paylaşacağım (Alıntıları alırken evli çiftin adlarının birlikte Tom&Gerry olduğunu fark ettim. Resmen iki günümü aldı, Umut olsa şak diye fark ederdi):

Wienie King: Cold are the hands of time that creep along relentlessly, destroying slowly but without pity that which yesterday was young. Alone our memories resist this disintegration and grow more lovely with the passing years. Heh! That's hard to say with false teeth!

***

Tom Jeffers: So this fellow gave you the look?
Gerry Jeffers: At his age it was more of a blink.
Tom Jeffers: Seven hundred dollars! And sex didn't even enter into it, I suppose?

Gerry Jeffers: Sex always has something to do with it, dear.

***

John D. Hackensacker III: You don't marry someone you just met the day before; at least I don't.

Princess Centimillia: But that's the only way, dear. If you get to know too much about them you'd never marry them.


12 Eylül 2016 Pazartesi

El Bebek Gül Bebek

Sabahtan beri dilimde, neden hiçbir açıklaması da yok. Yüz yıldır dinlemediğim şarkıyı teklemeden söylüyorum bir de. Dursun madem şurada. 

9 Eylül 2016 Cuma

The Great McGinty (1940, Preston Sturges)

İlk uzun metrajlı komedi senaryosu Easy Living'i 1937'de yazan ama aslında 1932'den beri yönetmenlerin senaryolarını "mahvettiğinden" yakınan Preston Sturges bir gün Paramount'a, o güne dek stüdyo sisteminde görülmemiş bir teklifte bulunur. O sırada adı The Biography of a Bum olan The Great McGinty'nin senaryosu için stüdyodan yalnızca 1$ talep eder ve karşılığında filmi yönetmesine izin vermelerini ister. Senaryo o kadar iyidir ki Paramount bu cüretkâr teklifi kabul eder. "Bum" sözcüğü Avustralya'da kötü bir anlama geldiğinden filmin adı değiştirilir, ayrıca 1$ ayıp olacağından Sturges'a 10$ takdim edilir. Böylece perdede ilk defa "Written and Directed by" ifadesinin ardından yalnızca tek bir isim görülür: Preston Sturges. Dolayısıyla Özgün Senaryo dalında Akademi Ödülü kazanan en ucuz senaryo ünvanını da kapmış olur.
Paramount adama gıcık mı olmuş nedir, bir afiş bir filmi bu kadar mı anlatmaz be kardeşim.

McGinty için siyasi hiciv denilebilir. Film kısa bir yazıyla açılır (bu adam seyirciye mektup yazmayı, tatlı sürprizler yapmayı seviyor). Yazı,"Sahtekarın talihsizliği bir delilik anında düzgün iş yapmaya çalışması, düzgün insanın talihsizliği de bir delilik anında sahtekarlığa soyunmasıdır" minvalindeki ana fikri verir ve Rick'in Yeri'ni anımsatan bir sahneden Rick'in Yeri yanında batakhane gibi kalan bir bara gireriz ve alışılageldiğin aksine bu defa barmen anlatmaya başlar, biz dinleriz. Gerçi Casablanca'da (1942) da dinlediğimiz Rick'in hikayesiydi...neyse. 

Hikayesini geri dönüşlerle anlatan McGinty bir belediye başkanlığı seçim gecesinde seçim kampanyası nedeniyle kurulan çorba standından diğer evsizler ve muhtaçlarla birlikte çorbasını aldıktan sonra olay örgüsünü başlatan teklifle karşılaşır. Belediye başkan adayını "destekleyen" bir patronun adamları çorba alan yoksullara, seçim sandığına gidip başkası adına oy kullanmaları karşılığında 2$ vermektedir. Ay adeta batının ahlaksızlığı.


McGinty, patrona "o eli bir indir" demeden az önce.

McGinty fırsatın ucunu bir kere yakaladıktan, arkasına da patronu aldıktan sonra onu kimse tutamaz.


"Yav hee he."












Sağ omzunda durup ona çocuk işçiliğinden, gecekondu mahallelerinden, işçilere köle gibi davranan işyerlerinden bahseden bir kadın hariç. İşin doğrusu insan 1940 yapımı bir Hollywood komedisinde çocuk işçiliğinden bahsedilmesini beklemiyor. Güncelliğini koruyan bu sistem sorununu doğru-yanlış ekseninden çıkarıp çözümün karmaşıklığından dem vurmasını ise hiç beklemiyor. Ama zaten Preston Sturges filmlerinde hiçbir şey beklendiği gibi olmuyor.




Burada bir kez daha sığ iyiler ve sığ kötüler yoktur. Herkes içinde her şeyden biraz barındırır. Sistem de onları işine geldiği müddetçe içinde barındırır, semirtir, işi bitince de bir muz cumhuriyetinde sürgün eder. "Saçmalama, Frank Capra filminde yaşamıyoruz!" der film. Hatta André Bazin, Preston Sturges için "anti-Capra" demiştir. Capra'nın Mr. Smith Goes to Washington'ı (1939) namuslu bir adamın çürümüş bir sistemi düzeltebileceği mesajını verirken Sturges bu mesaj karşısında "Bir yürü git!" der. Tam öyle demese de bir sistem sorununun bir, iki veya üç kişiyle çözülecek iş olmadığını söyler. Elbette karizmatik lider ve kurtarıcı figürlerin baskın olduğu coğrafyamızı kocaman bir Capra-land gibi düşünmek mümkün. Hain Sturges. 


Mr. Smith yeldeğirmenlerine karşı

The Great McGinty Preston Sturges'ın gedikli oyuncu ekibini görmeye başladığımız bir film. Her filminde "aa bu şeyde de yok muydu?" dedirten oyuncuların yanı sıra bir de bu "cockeyed" sözcüğüne takıntılı olduğunu düşünmeye başladım. O dönem mi çok revaçtaydı, yoksa adamın favori sözcüklerindendi de punduna getirip kullanmaya mı bakıyordu bilmiyorum. Üç filmde de geçiyor, hatta Sullivan'ın final repliğinde geçiyor. 


Brian Donlevy (1901-1972)
Akim Tamiroff (1899-1972)




Başroldeki Brian Donlevy'yi ilk defa görüyor olmama çok şaşırdım. Pek latif bir bey kendisi. Kesinlikle ilk defa görmediğim Akim Tamiroff da bir harika. Sturges Tamiroff'un replikleri üzerinden sisteme yardırıyor. Ayrıca Sturges'ın senaryoyu gerçek olaylardan esinlendiğini söylemeye gerek yok sanırım (adıyla sanıyla biliniyor esinlenilen gerçek olayların kahramanları). Yani oluyor böyle şeyler. 











The Great McGinty çok düşünmeden önerebileceğim filmlerden biri. Yazık ki otuz yıl önce "ah evet, cık cık cık" diye izleyebileceğimiz bir filmken bugün en hafif tabirle naif kalıyor. Elbette naifliği Sturges'ın tercih ettiği anlatımdan, janr olarak komedi yapmasından da kaynaklanıyor. Yoksa bugün hâlâ başvurulan voliyi vurma, köşeyi dönme tekniklerini 75 yıllık bu filmde de görebiliyoruz. 


Preston Sturges
Preston Sturges'ın henüz üç filmini izlediğim için biraz erken olabilir ama bu adamın Hollywood'un en iyi komedileri arasında sayılan filmleri beni güldürmekten ziyade içimi acıtıyorlar. Bunun sebebi muhtemelen bir seyirci olarak içinde yaşadığım ortam ve bu ortamın algımı şekillendirme biçimi. Yine de Sturges'da acımı paylaşan bir şey var. İşin içinden çıkamayıp "lan ne boktan iş be!" diyerek ince bıyığının altından gülümseyen tavrını seviyorum galiba. Müstehziliğini herkes benim kadar sevmeyebilir ama senaryolarındaki zekayı herkesin takdir edeceğini düşünüyorum. 


Brian Donlevy & Muriel Angelus

ilginç trivia: 

-Sturges, formalite evliliği yapan McGinty'nin bu formaliteyi kullanarak eşine yanaşmadığını seyirciye göstermek zorundadır. Evliliğin üzerinden altı ay geçtikten sonra adam kadınla konuşmak için odasının kapısını tıklatır, "girin" sesi duyulur ama adamın açtığı kapı dolap kapısıdır. Yani öyle böyle yanaşmamıştır, yakınından bile geçmemiştir. Seyirciye mesaj verilmiştir. Sansürün altı kuru ve mutludur.


4 Eylül 2016 Pazar

The Lady Eve (1941, Preston Sturges)

Preston Sturges (1898-1959)
Bu filmle birlikte resmen girmiş olduğum dönemi Sturges's Seven olarak adlandırmayı uygun buluyorum. Zira yönetmenin 1940 ve 1944 yılları arasında çektiği şu 7 muhteşem filmin ikincisini de izledim ve takıntılı olduğumdan geri kalanlarını da izleyeceğimden oldukça eminim. 



Öncelikle yönetmen hakkında üç ilginç not: Birincisi, Preston Sturges sesli sinema döneminde senaristlikten yönetmenliğe geçmeyi başaran ilk kişi. Kazandığı başarı sayesinde Billy Wilder, Samuel Fuller ve Joseph Mankiewicz'in de önünü açmış. İkincisi, bu filmin çekimleri sırasında rahat bir atmosfer yaratmak için her türlü ziyaretçiyi sete buyur etmiş. Sonra da kalabalık arasında kaybolmamak için canlı renkli süveterler giymeye, tüylü şapkalar takmaya başlamış. Bu yönetmenin kendini kıyafet yardımıyla kalabalıktan ayırma hikayesi bana Leni Riefenstahl'ı anımsattı. 1935'te Nazilerin propaganda filmi Triumph of the Will'i çeken hanımefendinin de kalabalıkta ayırt edilebilmek için beyaz bir pardesü giydiği kalmış aklımda. Üçüncüsü, Sturges senaryoları oturup yazmıyor, bir sekretere dikte ediyor. Hatta dikte ederken rollere girip sahneyi oynuyor! Diyalogların başarısında bunun da payı olmalı. 


Efsane Edith Head'in Stanwyck için kostüm tasarladığı ilk film The Lady Eve, sonra gerisi geliyor. Bu filmde Stanwyck'e giydirdiği gelinlik öyle tutuyor ki o yılın gelinlik modasına damgasını vuruyor. Bu fotoğraftaki değil, çok sade, saten bir şey.


The Lady Eve'in çekimleri sırasında Stanwyck ve Fonda'nın soyunma odalarına neredeyse hiç girmedikleri, çekimler arasında sürekli Sturges'la birlikte takıldıkları ve repliklerinin üzerinden geçtikleri, kimi zaman da hep birlikte yeniden yazdıkları söyleniyor. Bu da diyaloglardaki zekanın yanı sıra belirgin akıcılığı açıklıyor.


Yine de -başıma bir şey gelmeyecekse- Peter Bogdanovich'e katılmıyorum. İzlediğim en iyi screwball komedisi değildi, en iyi romantik komedi de değildi. Hatta muhtemelen birkaç ay sonra filme dair pek fazla şey hatırlamıyor olacağım, sırf bu nedenle bile not düşmekte fayda var. 

Monckton Hoffe'nin "Two Bad Hats" başlıklı 19 sayfalık kısa öyküsünden yola çıkan The Lady Eve kısaca hin Havva-masum Adem mitosunu temel alıyor. Bu anlamda temiz surat abidesi Henry Fonda çok yerinde bir oyuncu seçimi olmuş. Yalnız güzellikten öte şeytan tüyü olan Barbara Stanwyck'in aynı yıl Ball of Fire'da Gary Cooper'la yakaladığı kimyanın daha sahici olduğunu düşünüyorum. İzlerken basbayağı heyecanlanmıştım. O da yine bir masum Adem-hin Havva öyküsüydü. (İşin doğrusu beyaz perde aşkları konusunda benimle Howard Hawks'un kimyası tutuyor da neyse.) 


Barbara Stanwyck Ball of Fire'da da (1941)  yine baş oğlanı ayağıyla tanıştırıyor.

Olay örgüsüne bundan fazla girmeyeceğim. Şunu anladım ki bu adamın filmlerini izlerken aptalca bir şey izleme şansım yok ama her seferinde Sullivan's Travels'da yaptığı gibi de dünyamı alıp döndürmeyecek. Tamam, gayet adil. O zaman ben de adaletli davranayım. Adem ve Havva zaten özünde berbat bir hikaye, alıp beyaz perdeye taşıyınca şahbazdan öteye geçmemesi şaşırtıcı değil (şaşırtanlar çıkacaktır). 


"Al yi."

Kadın dürüst olduğu durumlarda bile güvenilmez ama odasına davet ettiği kadına odasında yılan beslediğini belirtme ihtiyacı duymayan adam cennetten çıkma. İkinci perde daha da fena. Üçüncü gün evlenme teklif eden adam çok "tatlı" ama kadın geçmişte yaşadığı ilişkileri sayıp dökünce kötü. Henry Fonda'nın en sonunda ölümü görüp sıtmaya razı olur misali dolandırıcı da olsa nispeten bakire kadını seçmesini romantizmden fersah fersah uzak buldum. Fakat elbette filmin anafikrini destekliyordu: "En iyi olduğunu düşündüklerin sandıkları kadar iyi değildir, en kötüler de o kadar kötü değildir, yakınından bile geçmeyebilirler". Bu adamın senaryolarında insanı sersemleten bir şey var. Böyle sanki derin suların laciverdini gösterip bir anda sığ sulara atıveriyor. Biraz haince bana sorarsanız. Senaryolarındaki ters köşeleri ayrı, onları seviyorum, hatta kendi filmlerinde bir yerlerden çıkıveren Hitchcock'u görmeyi bekler gibi bekler oldum. 



"Oyy, yirim!"
Bogdanovich'in dediği gibi kamera açılarında "İşte bu Sturges'ın gözü!" dedirten bir şey yok ama Chaplin'den alıntıladığı gibi, olması da gerekmiyor*. Ağırlık -senaryoda bile değil- diyaloglarda. 





"N'oldu sıcak mı bastı şekerim?"
Adalet demiştim. Filmin başında Stanwyck'in küçük aynasından Fonda'yı dikizlerken konuştuğu uzun ve hızlı bir monolog var. Çok eğlenceli ve şahsen epey gerçekçi buldum. O replikte Stanwyck'in parmağı olduğundan neredeyse eminim. Calamity Jane'deki (1953) korkunç fakat dile dolanan şarkı adıyla dile getirecek olursam, "A Woman's Touch" hissediliyor. O kadar olmasa da kayda değer bir diğer sahne ise tek plan olarak çekilen baştan çıkarma sahnesi. Aslında baştan çıkarma sahneleri genel olarak eğlenceli, hatta bu onların parodisi gibi.


Bu sahne bana Cover Girl'deki (1944) bir şarkının adını anımsatıyor. Şarkının sözlerini değil ama adını

Bu dönemdeki filmlerin en sevdiğim yardımcı erkek oyuncularından Charles Coburn'ü, her nasılsa Mr. Smith Goes to Washington'dan (1939) çıkaramadığım fakat bu filmde iyi ki oynadığını düşündüğüm Eugene Pallette'i ama geçen gün izlediğim Top Hat'ten (1935) hatırladığım Eric Blore'u ve Blore ve William Demarest'le birlikte Sturges'ın gedikli tayfasına mensup olduğunu sezdiğim Robert Greig'i -ki Sullivan's Travels'da Sullivan'a ayar veren uşak rolündeydi- yardımcı rollerinden öpüyorum. 

Bir de şu Reno ve boşanma meselesi var. Bu muhabbeti ilk olarak The Women'da (1939) gördüğümü hatırlıyorum. Hikayesi baya ilginçmiş. Hatta Preston Sturges da senaryoyu Reno'da, üçüncü boşanma davasının sonuçlanmasını beklerken yazıyor!






İlginç trivia'dan birkaçı şöyle:

- Muggsy burnunun altına bir fırça koyarak Hitler taklidi yaparken aslında İsveççe konuşuyor ve "Yaramaz çocuk, şimdi suratını yumruklayacağım!" diyor. Oyuncu esasen İsveçli miymiş ki dedim ama değil. 

- Filmde yakın plan görülen bir çek var. Çekteki tarih 29 Ağustos Sturges'ın doğum günü.

- Filmde görülen "Are Snakes Necessary" kitabının adı James Thurber ve E.B. White'ın "Is Sex Necessary" adlı kitabına gönderme. 

- Filmdeki yılan oyuncu pek yardımcı olmamış. Kış uykusuna denk geldiğinden ya uyuyor ya da deri değiştiriyormuş!

- Henry Fonda'nın filmin başında bahsettiği "Professor Marsdit", dönemin Carl Sagan veya bizim dönemimizin Neil deGrasse Tyson'ı gibi bilimi popülerleştiren bir isim olan sürüngen uzmanı Raymond L. Ditmars'ın ismine gönderme. 


* Bogdanovich'in şurada aktardığına göre bir gün birisi Charles Chaplin'e kamera açılarının o kadar da ilginç olmadığını söylüyor. Chaplin de "olmasına gerek yok, ilginç olan benim" diye cevap veriyor.