25 Haziran 2015 Perşembe

Ölümcül bir Hastalığın Son Evresi

Elbette bunu düşünerek yaşanmaz ama düşünmesek de var ölüm. Her an olabilir. Sonrası yok. Elimdeki tek şey bir ömür. Yalnızca bir tane ve uzunluğu belli olmayan bir zaman dilimi. Ömrümün kısıtlılığının aksine o ömrün hakkını vermeme yardım edecek şeyler sonsuz. Gidip de görmediğim yerler, yiyip içmediğim şeyler, okumadığım kitaplar, varlığından bihaber olduğum zilyar bilgi ve düşünce, dinlemediğim müzikler, izlemediğim oyunlar ve filmler. Yaşadığımı hissettiren şeyler. Aslında mesleğim bile kısıtlı yaşamımın kısıtlarını esnetmeye, zorlamaya yönelik: küçük dünyandan çık, insanlarla konuş, dinle, anla. Yaşam, duyularımızla algılayabileceğimiz bir şey olsaydı kımıl kımıl, ıslak, ılık, tadını ve kokusunu benim diyen gurmenin bile asla tam olarak çözemediği bir şey olurdu. 

Çeviriden çok keyif alıyorum. Bir tür doyum veriyor bana ama yetmiyor. Yetinemiyorum. Fay hatlarım tedirgin. Ya sanat yarat ya da bilgi üret diye hiç durmadan dürten fay hatlarıyla yaşıyorum. Nefes alıyorsun, hakkını ver. Bir gün almayacaksın. 

Aragon'un "işer gibi yaşamak" sözü vücut buluyor zihnimde. Pisuarda işeyen bir adam canlanıyor gözümde. Göz kapakları yarı inik, hayattan tek beklentisi işemek. Tek işi ölene kadar nefes alıp vermek. Sonra artık onu da yapmak zorunda kalmayacağı için son nefesi rahat bir nefes olacak belki. O adama mı dönüşüyorum, yoksa çoktan dönüştüm mü diye düşününce dehşete kapılıyorum. 

Değer başka, anlam başka şey. Hepimiz bir anlam peşindeyiz ve muhtemelen yok. Bununla baş edebilirim. Ama bir değeri olduğuna inanıyorum ve çarçur edilmesine katlanamıyorum. Her gün aynı yere gidip aynı insanlarla birlikte, aynı şeyleri yapan insanlar o yüzden bu denli bir dehşet ve öfke uyandırıyor bende. Çünkü hiçbir yaşam bu kadar değersiz olamaz, olmamalı. Yaşam azıcık bile tutku ve arzu uyandırmaz mı insanda, bir şey yapma isteği, herhangi bir şey? 

Böyle tepki verdiğime göre benim kutsalım da olsa olsa bu herhalde: Yaşam. Çünkü etrafta inanılabilecek yalnız onu görebiliyorum. Sonlu olduğu için inanmamaktansa sonlu olduğu için inanıyorum. Tutkum, arzum, öfkem, dehşetim, korkum hep ondan. Görev icabı nefes almak, işer gibi yaşamak istemiyorum. Kendi sınırlarımı yerinden bir santim bile oynatmadan uyuşup kalmak istemiyorum. Mesela neden dünyayı gezmek için ölümcül bir hastalığın son evresi teşhisi konulmasını bekliyorum bilmiyorum. Manyaklık bu. 


16 Haziran 2015 Salı

Büyü de Gel Çocuk

Teşekkür ederim, burada tutuşmuş halde çalışmaya çalışırken bangır bangır Sertab Erener gecesi yapan komşum. En azından her seferinde tematik bir tutarlılık izliyorsun. 
Ekim 1994'ten Sertab Erener. Söz-Müzik Mustafa Sandal.

9 Haziran 2015 Salı

Yine bir Haziran

Ne hafta sonuydu...

Cuma gecesi Oy ve Ötesi'nin eğitim materyallerini izleyip kanun ve genelge okumakla geçti. Cumartesi sabahı birkaç saatlik uykuyla kalkıp çıktı aldım, karbon kağıt aldım, yiyecek, su, el feneri... Öğle saatlerinde kuaförde saçım yapılırken kanun okumaya devam ediyordum. Öğleden sonra arkadaşımın düğününde hazırdım. Planların aksine gece uzayınca ertesi sabah sekiz buçukta gözlerimizi açabildik. Alarmları duymamışız. Yine birkaç saatlik uykuyla motora atlayıp görevli olduğumuz Bahçelievler'e gittik. Akşam sekiz gibi ayrıldık okuldan. Beşiktaş'a geldik. Eve girdik. Televizyon açıktı. Gözlerime inanamadım. Aslında hala inanamıyorum. Seçim sonuçlarını birkaç saat televizyondan ve Twitter'dan takip ettikten sonra çarşıya geçtik. Uykusuzdum, yorgundum. Hepsi bir rüya gibi geliyordu. Bizim pub'a gittiğimizde kutlamalar başlamıştı. HDP'ye oy vermiş vermemiş herkesin yüzü gülüyordu. Birbirimize sarıldık hep. Durup durup sarıldık. Öyle katıksız bir mutluluğu en son Gezi'de duymuştum. Tek ömrümüz bu adamlara denk geldi diye üzülüyoruz ama iki müthiş Haziran da görmüş olduk sayelerinde. 

Dün gece içtim. Gönlümce içtim. Halaylar çekildi; devrim şarkıları, Kürtçe şarkılar çalındı, kadehler kaldırıldı ama o adamın ismini ağzımıza almadık. Adını anmadan, neşeyle içtik. Orada bulunan herkes önümüzdeki günlerin zor geçeceğini bilincindeydi ama aynı şeyi söylüyorduk: Bırakalım da bu gece yalnızca mutlu olalım be. Mutluluk gerçekten de paylaşınca çoğalan bir şey. 

Sekiz haziran gecesi saat on ikiye yaklaşırken hala sersem gibiyim. Yalnızca akşamdan kalmalık değil beni sersem eden. İnanama ve korku ve düş kırıklığı. Dünkü mutluluğuma gölge etmesine izin vermediğim şeyler. İnanamıyorum. Bir gün bunların da devrinin sona ereceğini biliyordum ama kara bir bulut gibi öyle çökmüşlerdi ki sanki hiç gitmeyecekler gibi geliyordu. Korkuyorum çünkü kolay olmayacak. Bir "kaos" lafıdır gidiyor. Herkes siyaset uzmanı kesildi, koalisyonun fenalıkları sayılıp dökülüyor. Şimdi neredeyse bunu istercesine kaos çığırtkanlığı yapanlar zaten nasıl bir delilik içinde yaşamakta olduğumuzun bilincinde mi değil? Kaos diyenler, Taksim'de kutladığımız o ilk bir mayısı anımsatıyor bana. Polissiz, sorunsuz, bayram havasında bir bayram. Gezi'de daha iyi gördüm ki polis çıkarmadığı müddetçe sorun yok. Kaos da böyle olacak. Kendileri çıkartıp "bakın" diyecekler. Benim de suç dosyam o kadar kabarık olsa ben de korkardım. Ama korkularından bütün bir ülkeyi ateşe atmaktan imtina etmeyecekler. Halbuki çok büyük bir fırsat var karşımızda. Köklü antagonizmalar köstek olmasa her şey pekala çok güzel olabilir. Düş kırıklığım ise çevremdeki (aslında Facebook'taki) birkaç tanıdığın söylemlerinden kaynaklı. Benim yakın çevremde azınlık olmalarına karşın dışarıda çok olduklarını biliyorum. 

Ama biz de az değilmişiz. Artık onu da biliyorum. Ben mecliste ilk defa ne zaman temsil edildiğimi hissettim biliyor musun? "Filibuster" sırasında. Torba yasanın oylanıp madde madde geçirildiği gece meclis tv'de, kürsünün önüne oturup eylem yapan, "her yer Taksim her yer direniş", "jin jiyan azadi" ve benzeri sloganlar atan HDP'li milletvekillerini gördüğüm zaman. Orada olsam yapmak isteyeceğim şeyi yapan insanların orada olup bunu yapması... "Temsil"in en basit tanımı olsa gerek. Emanet oy kavramını pek anlamıyorum. Oy veriyorsan aklına yatmış demektir. Bu emanet değil siyaset. Beğenirsen gene oy verirsin, beğenmezsen geri alırsın. Neredeyse otuz yaşındayım ve ilk defa beni temsil ettiğini düşündüğüm bir partiye oy verdim. Körü körüne değil, eleştirel mesafemi koruyarak. Korumaya da devam edeceğim.

Sandık müşahitliği başlı başına bir deneyimdi. Seçmenleri ayrı gözlemliyorsun, parti temsilcilerini ayrı. Seçme ve seçilme hakkı kazanmış kadınlarımız seçmeme hakkını kaybetmiş maalesef. Çoğu "başlarındaki" erkek tarafından zorla sürüklenmişti sandığa. Neyi nereye basacağını, neyi neye koyacağını, sonra onu nereye atacağını dakikalarca çözemeyen kadınlar gördüm. Onları terörize eden erkekleri saymıyorum. 

Aslında seçmenden çok parti temsilcileri arasındaki iletişim beni şaşırttı. Sınıftaki tek müşahit ve tek kadın bendim. Sınıfa ilk girdiğimde bir gerginlik oldu. Sonra alıştılar. Muhabbet ettik. 80'den beri her seçimde görev aldığını gururla tekrar eden 60'larındaki Hilmi Abi vardı. Tarih öğretmeni sandık başkanı ve AKP, CHP, MHP ve HDP'li kurul üyeleri. AKP'liyle CHP'li kimlik doğrulama işini üstlenmişlerdi, araları iyiydi. Hilmi Abi pusula ve zarfı veriyordu. MHP'li ve HDP'li çocuklar da ona yardım ediyorlardı. İçimizdeki en gergin insan HDP'li çocuktu. MHP'li çocuğun gözlerinin içi gülüyordu. Erzurumluymuş. Beni bütün gün en çok etkileyen şey ikisinin diyaloğu oldu. "Ben Erzurumluyum. Bizimkiler sizinkileri yaktı ama ben bunu kınıyorum. Kimse ölmemeli" dedi. Üçümüz, ne olursa olsun kimsenin ölmemesi gerektiği konusunda mutabıktık. Mutabık olabiliyorduk. Yan yana durup, konuşup yaşayabiliyorduk. Evet şaşıra şaşıra buna şaşırdım. Çünkü en çok bunu unutturmaya uğraştılar. Halbuki bir arada pekala var olabiliyoruz. Yeter ki bize dokunmasınlar. Tek bir şikayet, tek bir itiraz olmadı sandıkta. Her şey usulüne uygun yapıldı. Kimse kayırılmadı, kimse yerilmedi. İsteyince nasıl da başarabiliyormuşuz...

İşte böyle bir hafta sonuydu.