30 Ağustos 2010 Pazartesi

Much ado about nothing #5

Noktayı koydum. Angaryası kaldı. Referanslar, format vesaire. Noktayı koydum ama koyduğum her noktadan sonra olduğu gibi içim huzursuz. Sürekli değiştiresim var, öyle değil de böyle yazasım. Onun yerine bir bira açtım. Ne var biliyor musun, insanın mutlu olası varsa rakının ilk yudumuna gerek yok. Biranın ilk yudumu bile kâfi. İnsanın içinde olacak hocam.

Yarın tezi bu haliyle de olsa göndermek suretiyle topu tez hocama atacağım. Bir sürü düzeltme yapmamı isteyecek. Çok vakit alabilir. Jüri üyelerini toplayamayacağım belki de. İşimiz var diyebilirler ya da kısa olmasına rağmen bunu bu kadar sürede okuyamayız. Her şey olabilir. Ama hocam gene teorik tutarsızlık var derse bu sefer gerçekten ayaklarımı göstereceğim.

Otuz beş numara diye hep dalga geçerler ayaklarımla. Amuda mı yürüyorsun sen filan diye. Ya da mesela bir şeyi beceremediğinde ayaklarını göster diyorlar, "bunlarla mı" gibisinden. Bu sefer sahiden yapılabilir. Ayağımı masaya kaldırıp, "hocam bakın benim bu kadarcık ayağım var! Bu kadar ayakla post-yapısal teori ancak bu kadar uygulanabiliyor sahaya". Zaten boyumdan büyük işe kalkıştım. Boyumdan büyük herhangi bir şey bulmak zormuş gibi! Neyse..

Geceler serinledi resmen, buna ne diyeceksiniz bakalım. Kaçınılmaz hüzün mevsimi kapıda. Hele bir de tezde ciddi bir sorun çıkarsa sen artık seyreyle hüznü. Biter de boşluğa düşersem gene seyreyle. Halbuki artık değişsin istiyorum bir şeyler. Çok uzun zamandır böyleyim çünkü. İçim sevmeye, yüzüm gülmeye teşnedir halbuki. Bazen yolda yürürken bile gülümseyen, şarkı mırıldanan bir insanım ben.

Üç yıl, bir buçuk aydır böyleyim lakin. Nedenini söylememe gerek var mı? Her yazıda pul pul dökülüyor zaten. Dökülmese bile hep aynı hikaye. Burada her hikayenin kötüsü benim yalnız, yanlış olmasın sonra. Akça pakça olduğuma bakılıp sütten çıktım sanılmasın. İçerisi doluydu, yer bulamadım. O yüzden şarap fıçısına düştüm ben de. Dedim ki bütün kötülüklerin anası da olsa, cennet anaların ayakları altındadır (Tamam ben demedim, Ali Amca dedi ama haklı).

Bu kış değişiyordu her şey. Meydan okuyordum kendime. Mutlu olacağım diyordum, daha doğru olamaz hiçbir şey. Her şey sahiden de doğruydu, ben yanlıştım. Gerisin geri, sil baştan. Başladığım yere döndüm. Buraya yazmaya da öyle başladım zaten. Kendimi olmaktan korktuğum yerde bulduğum zaman. Güya kimseye söylemeyecektim adresi de. Bir ara utanıp kapadım, sonra yeniden açtım. Yazdıklarımı zaman zaman siliyorum hala.

Tanıdıklarım arasından kimlerin okuduğunu az çok biliyorum. Birçok şeyi yazmaktan alıkoyuyor bu beni. Şahsi ağlama duvarım olacaktı halbuki burası. Kendi oyun alanım dedim sonra. Çok geçmeden deneme özentisi şeyler yazmaya başlarsam şaşırmayın. Bu durumda hangisi suya sabuna dokunmak tartışılır yani. Siz gene de okuyun lütfen, benim gizli neyim var ki. Başkalarının sırları hariç neyi saklayabilmişim bugüne kadar. Çok sevdim, çok üzdüm, çok üzüldüm. Hepsi bu işte. Karşınızda böyle dururken neyi saklayabilirim ki.

Eylül'de Ankara'da olacak olmanın huysuzluğu bastı şimdiden. Eylül ve Ankara birbirleri için yaratılmış bir ay ve bir şehir sanki. Kimse ve hiçbir şey birbirleri için yaratılmaz halbuki. Bunu kendime söylüyorum. (Yağmur sesi duyar gibi oldum, ihtimal vermedim. Ne zaman ki bulvardan gene bir kaza sesi yükseldi, dışarı çıktım çünkü kaza olduğuna göre yol kayganlaşmış olmalı, yani yağmış sahiden. Ilık havayı kokladım, enfes kokuyor. Ciddi bir şeyleri yoktur umarım.)

Her neyse işte... şu tez bitsin her şey çok acayip olacak. Tam ne olacak henüz bilmiyorum ama olmalı. Tezden bir cacık olursa eğer, oraya buraya gönderirim belki. İş ararım. Akademide kalmam zarar ziyan olur çünkü. İlk iş sahilde yürümeye başlarım tekrar. Belki o zaman bu dana yavrusu imajımı da kırarım gene. Daha da önemlisi, huzur be. Aşiyan'daki o parka oturup denize bakarak elma yerim gene. Aşiyan Parkı olsun adı, öyleydi herhalde. Oraya kadar yürümüşken üstada da uğrarım, ne zamandır aklımda. Vallahi bir suçum günahım yok diyeceğim. O anlar beni. Erkek de olsa ölü neticede. İyiden iyiye bir olgunluk gelmiş olmalı. Yanında yatmakta olan eşi inceden bir huysuzlanır muhakkak. Münasip bir dille teskin ederim kendisini. "Gençlik hanımefendiciğim, gençlik işte" derim, kendini cıkcıklayan bir ses tonuyla.

Önümüzdeki haftalarda ve aylarda gerçekleşmesi beklenen ölümler ve doğumlar var, beklenmeyenlere ek olarak yani. Her mevsim gibi bir mevsim, her zamanki gibi bir zaman. Öyleyse ne yazar ki insan? Her şey her zamanki gibiyse ne söylenir? Sanırım biliyorum...

"It was the best of times, it was the worst of times, it was the age of wisdom, it was the age of foolishness, it was the epoch of belief, it was the epoch of incredulity, it was the season of Light, it was the season of Darkness, it was the spring of hope, it was the winter of despair, we had everything before us, we had nothing before us, we were all going direct to heaven, we were all going direct the other way - in short, the period was so far like the present period, that some of its noisiest authorities insisted on its being received, for good or for evil, in the superlative degree of comparison only." (A Tale of Two Cities, Charles Dickens)

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Anywhere, Everything, Never, Forever etc.

Sinemada gördüğüm için sonradan çok pişman olduğum (eskiden de pişman olabiliyordum, olduğumu kabul etmeyi yeni öğrendim) bir film var. Rüzgar Gibi Geçti ile aynı tarihsel arka zemine sahip, esas kız güzel, esas oğlan güzel falan filan ama yok, bir donukluk var. Onlar oynarken girmiş belki duyguya ama ben mümkünü yok girememiştim. Aşk filmi üstelik, ölüm de var. Ağlamam işten bile değil yani. Yok, bana mısın demedi. Yedi yıl geçmiş üstünden. Şimdi daha sulugözüm ama o zaman da frigidaire sayılmazdım. Tek bir cümleyi duyunca irkilmiştim. Duyar duymaz da –elbette ki kendimi özenle şartlayarak- ‘bu filmden yalnızca bunu hatırlayacağım’ demiştim. Tabi ki öyle oldu. Oğlan savaşa gidiyor. Kız bunu bekliyor. Arada mektuplaşmalar. Bekliyor, bekliyor… Bekleyişinin sonlarına doğru “çok özlüyorum ama kimi özlediğimi unutmaya başladım artık” gibi bir şey söylüyor. Tam böyle demiyor, benim aklımda kalan bu. Yüzünü unutmaya başlıyor, sesini, tenini, jestlerini mimiklerini. Olamaz mı, olabilir. Hayat. Hayat fakat hala korkunç bir şey bu.
Aralarında şu garip bağlardan da var hem. Senelerce görmeyip sesini duymadığın bir insanın diğerini hayata bağlayan tek bağ olarak kalmasını mümkün kılan ve sefil mevcudiyeti hayal taciri Amerikan filmleriyle sınırlı olan bağlardan. Birbirleri için hiç kimse bile olsalar gene de ne acı birini böyle unutmak. Bir parçanı bir yerlerde bırakır gibi. Birini unutmak, onunla kurduğun ilişkide olduğun kendini de bırakıp gitmek gibi. Artık hayatta olmayan anne-baba da olabilir bu, bir çocuk ya da bir aşk da. Çok dar bir zamanı çok güzel paylaştığın biri de. Bildiğin birini artık bilememekten bahsediyorum. En sevdiğin şiiri unutmaktan bile daha korkunç bu. Unutuşa en iyi direnen duyu koku olmalı. Bildiğimden değil (bir halt bildiğim yok) yazılı düşünüyorum. Peki mesela durduk yere gelir mi kokusu burnuna, yoksa duyunca mı ‘bu koku’ der insan? İlki de mümkün görünüyor. Olamaz mı, olabilir.
İnsan nisyanla maluldur diyorlar, ben çaydanlık mıyım?
Geçtiğimiz hafta, aynı gün iki farklı kadınla tanıştım. Yaşları, yaşamları epey farklı. Bildiğim kadarıyla tanışmıyorlar da ve bildiğim tek ortak özellikleri iyi içmeleri (öyle duydum). O gün içinde ikisi de çok benzer bir şey söyledi. Ne yer aynıydı ne zaman, konuşulan bağlam desen apayrı. 'Sevgi her şeyin üstesinden gelir' gibi bir şey. Güldüm. Bugüne kadar hiç sevilmedim o zaman, ya da o her şey her şey değil. 'Şunun üstesinden gelir de bu kapsam dışı'. Bazen bakıyorum da beraber ne zorlukları atlatıyor insanlar. El ele tutuştuklarında bütün dünyaya karşı yürüyebilirler, beraber güçlüler çünkü. Öyle bir güç, öyle bir bağ ki birinin eli sıyrılıp gider gibi olsa diğeri daha sıkı tutar, bırakmaz. Mücadelesiz mutluluk olmuyor. Ve bence, bilakis, hatırlayışla malul insan. Aksi takdirde ben insan suretinde bir çaydanlığım, mandalım, kapı koluyum.
p.s.: bugün de daha önce duymadığım çok güzel bir şarkı dinlemiş oldum, teşekkürler hande..

27 Ağustos 2010 Cuma

Balon Beyaz Ben Balondan Beyazım


Balkonda oturmuş çalışıyorum. Sağımda bulvarın olanca gürültüsü, önümde bir avuç ışıklı deniz. Her zamanki gibi. İnce ince üşüyorum ama ne üstüme bir şey alacağım var, ne de içeri gireceğim.

Bir şeye takılıyor gözüm, kafamı kaldırıyorum. Beyaz bir balon bu. Oysa ayın doğmasını bekliyordum ben, sen de nereden çıktın be? Tam da ayın doğacağı yerden. Şuna bak nasıl da şapşal şapşal süzülüyor. Kim kaçırdı seni elinden gecenin bu vaktinde, ne işin vardı elalemin elinde. Benim gibi kır dizini otur evinde aptal.

Neredeyse kaybolacak gözden. İçimi bir korku kaplıyor. Hay okumaz olaydım. Orta iki olmalı, demek on dört yaşında filanım. Yeni, gıcır gıcır bir kitap bulmuştum antika kütüphanemizin raflarında. Herman Hesse'in Siddartha'sı. İlk ben atlamıştım üstüne, çizik içinde bırakmıştım ama sonra silmiştim teker teker çizdiğim yerleri. Hafif iz kalmasına göz yumarak silmiştim ama. "Bak buralar önemli, iyi oku buraları" der gibi benden sonra okuyacak olana.

İşte o kitapta, Buda'nın Buda olurken yaptığı meditasyon tekniklerini anlatıyordu. Cansız objelerin yerine geçmekti bir tanesi. Emin değilim, belki hayvanlar da dahildi buna ama işte bir taşa ya da bir dala bakıp onun ruhuna giriyordu. O oluyordu. Gel de etkilenme.

Ben ne anlarım meditasyondan, öyle değil de...oyun gibi kaldı öyle. Bilakis, başardım belki de, ne bileyim işte. Otobanda arabaların sırayla ezdiği çere çöpe bile içlendiğime göre. Şimdi balonu görünce -ki artık göremiyorum, korktum. Çok yüksek ve çok karanlık.. ama kim bilir nasıl görünüyordur bulunduğu yerden İstanbul. Peki ne zaman patlayacak? Nereye kadar gidecek böyle? Ay ne zaman doğacak?

Şimdi düşününce, bunu hep yaptığımı fark ettim. Bir şeye bakıp onun yerine koymak kendini, o olmak... ne çok matah ne çok garip. Saçma, eğlenceli bir oyun işte. Mesela Kadıköy vapuruna bindin, martılar zaten kadrolu yolcu... Martı ol geç Kadıköy'e, daha iyi değil mi? Püfür püfür, hem arada simit de çıkıyor.

Mesela upuzun bir ağacın en üstteki dalına konan serçe. İki ağacın en tepesi balkonun tam hizası. Konuyorlar bazen. Ben gene korkuyorum. Sanırım yüksekle benim derdim. Denizde mesela çok açılırım. Çok derken, çok. Sevmem öyle kıyıda kenarda çimmeyi. Hele o burayı-geçerseniz-mesul-değiliz dubaları yok mu sinir oluyorum. Bir havuz kadar alan bırakıyor insana, gerisi motorize bir takım insanların keyfi için tahsis edilmiş. Yerler! Neyse onu demeyecektim. Bizim köyün koyları bizim nasolsa. Açılıyorum, açılıyorum, açılıyorum... dipsiz bir laciverdin tam ortasında korkudan apışıp kalıyorum sonra. Yüksek çünkü. Hayal gücüne gel: Su bir anda yok olacak, ben çat diye aşağıya düşeceğim. Sonra sırt üstü yüksek sesle şarkı söyleyerek, yandan çarklı ada vapuru gibi kıyıya vuran bir tip.

Herkes uçtuğunu görür rüyasında. İş değil bu anlattıklarım, biliyorum. Oysa bu aralar düşerek uyanıyorum hep. Olmazdı hiç. Bir garip. Can havliyle yatağa tutunarak açıyorum gözlerimi. Düşüyorum. Dipsiz, kadife bir lacivert. Yolunu şaşırmış, şapşal, beyaz bir balon gibi hızla yukarı çıkıversem dipten. Vurgun yer mi balonlar? Balonları da vurmasınlar. Vurgunları vursunlar. Böylece vurgun bulamayıp lakerda yiyelim biz de ve rakısız kalmayalım bir gün bile. Ama korkudan, kederden değil.. keyiften.


25 Ağustos 2010 Çarşamba

Re: FAQ

Neden bu kadar önemli? Neden bu kadar uzadı? Herkesin yapıp kenara koyduğu, çok da matah olmayan sıradan bir akademik pratik, bir ritüel için neden bu denli yaygara kopardım ve koparmaya da devam ediyorum? Bu kadar sinir stres, emek, zaman ne için?

Bana olan mesafesinden bağımsız olarak hemen herkesin yüz ifadesinde, alt yazılarında buna benzer sorular okuyorum kaç zamandır. Hal böyle olunca insan da ister istemez soruyor kendine: Sahi neden? Alt tarafı kıçı kırık bir master tezi...ya da bana öyle olması gerektiğini söylüyorlar.

Bu kadar önemli çünkü elimde başka hiçbir şey yok. Her şeyimi bu teze bağladım. Aşkın yokluğunda aşk oldu benim için. Dahası, yegane başarım ya da en dillere destan hezimetim olacak bu çalışma. Yerleri öpen tevazudan hoşlanmam dolayısıyla mütevazı değil sadece gerçekçiyim. Elim kalem tutalı beri resim yaparım. Yapardım. Kadın resimleri. Aklım ereli beri stilist olacaktım. Bunu seçtim bile sayılmaz, bu böyleydi. Doğruya doğru, yetenekliydim.

Kıyafet tasarımları, karikatürler, duvar resimleri çizerken edebiyata olan yatkınlığım da sürgün verdi. Ailesi sayesinde, çocukluğunu Behrengi, Vasconcelos ve Aziz Nesin okuyarak geçiren şanslı veletlerdendim. En yoğun okuma dönemim, hatta genel olarak kendimi en geliştirdiğim dönem orta okul-lise idi. On iki yaşımda anadolu liseleri sınavından çıktığım zaman aklımda olan tek şey o sakallı adamın das kapital denen kitabını okumaktı. Ona benzer diğer kitaplarla beraber nereye saklanıp kaldırıldıklarını biliyordum. İlk işim sandalyeye çıkıp onu almak oldu fakat benimle birlikte inmedi sandalyeden. İçini açıp biraz karıştırınca bu işin beni aştığını anlamam çok zaman almadı çünkü. "Ben bu terimleri bilmiyorum, öğreneyim de öyle..." Onun yanında duran Muazzez Tahsin Berkand ve Kerime Nadir'lere gözüm takılmış olmasa gene Leyla olur muydum? Olurdum.

Okulda zorunlu okuduğumuz distopyalar, Shakespeare'ler, Yaşar ve Orhan Kemal'ler...hepsi ince ince dokudu beni, hepsi dokundu ruhuma. Bir yandan da, Musevi ve Hristiyan arkadaşlarım gibi muaf tutulmayı başaramadığım din derslerinde -çünkü agnostisizm geçerli bir sebep değildi- sıra altından ilk aşkım Nazım Hikmet'ın külliyatını okuyordum. Platon, Rousseau, Aristo, Sokrat ben daha anlamadan çıkmışlardı aradan. Lisede Emre Kongar'a başladım, hayatımı bu denli etkileyeceğine zerrece ihtimal vermeden. Bir gün bir mail yazdım, köşesinde yayımladı, sonra kitabında. Koca koca adamlar ifademi beğendiklerini söylüyorlardı cevap mektuplarında, ilk defa yakınım olmayan bir çevre tarafından tescillenmiştim. Yoksa kendi edebi üslubum olduğu lisedeki edebiyat çevrelerince kabul görüyor, sınıfta kompozisyonumu okurken ağlayan bir iki kişi bile çıkabiliyordu.

Bunlar hiç çelmedi aklımı, benim yolum belliydi, mayamda sanat vardı ama yazılı mazılı değil çizili mizili bir sanat. Ne olduysa güzel sanatlara hazırlanırken oldu. Vazgeçtim. Kursun en küçüğü olmakla birlikte Mimar Sinan'lı abi ve ablaları zaman zaman da olsa sinir edebilecek kadar iyiydim. Gene de kaybettim özgüvenimi. Üstüne üstlük, formasyonumu şıp diye çakan hocam modanın son derece kapitalist bir sektör olduğu konusunda beni aydınlatınca hepten bıraktım. Bir gün bileğimde göreceğimi hayal ettiğim iğneliği daha takmadan çıkarmış oldum. Sonrası o kadar da önemli sayılmazdı, aklıma ne geliyorsa yazdım. Uluslararası ilişkiler, sosyoloji, hukuk, hatta anaokulu öğretmenliği.

Gerisi malum, ODTÜ Sosyoloji. Sandığımdan uzun sürecek Ankara yılları böylece başlamış oldu. ODTÜ yılları ve Ankara başlı başına bir hikaye, orası şimdilik bana kalsın. Neticede, yüksek lisansı da kendi bölümümde bitiriyorum işte. Daha doğrusu bitmeyen tezi verince bitmiş olacak. Ha sahi, çocukluğumdan aşina olduğum Birikim dergisinde bir de yazım çıktı geçen sene bu aylarda. Okuma yazmayı söktükten sonraki en büyük başarım olarak lanse ettim kendisini, sahiden de öyle olduğu için. Benim için ayrılan kopyayı aldığım gün boyunca havada yürüdüm. Soğuk fakat çok güzel bir gündü. Gorki'nin Ana'sına benziyordum o gün fakat alternatif sonu için umut dolu ilk cümlesini karalayan Tereza'ydım aslında. Güzel bir gündü. O kadar güzel olmasa her şey farklı olurdu belki.

Kırpılıp sıkıştırılmış otobiyografimin sebebi mevcudiyeti, tevazudan hakikaten hazzetmediğimi ispatlamaktı ama çok uzattım değil mi? Durum şu ki, bu tez önemli çünkü neticesinde tescillenecek olan sadece tez değil, aklım, birikimim ve bu işe olan yatkınlığım. "Bu kadar sene yaşadın, bakalım ne anladın" bu. Bir şeyler vaat ettiğim kanısında olan hocalarım için tam bir zaman ve enerji kaybı mıydım yoksa verdiklerinden fazlasını gurur cinsinden alabilecekleri isabetli bir tür yatırım mı? Neyim ben? Akıllı mı aptal mı?

Şu anda aklıma gelen üç şey var bana dair: kendime özgü namal yüzüm, eskisi kadar olmasa da bir hayli fazla yaşama tutkum ve bir de işte varlığı ya da yokluğu kanıtlanacak olan zekam. Üç saatlik bir sınav değil ki bu indirgiyor olayım, sadece master'a üç senemi verdim ben. Bu kadar zamanda bir şey anlamış ve anladığımı anlatabiliyor olmam gerek artık. Psikopatolojik bir durum söz konusu değil. Başarısızlık korkusu, özgüven eksikliği, baba meseleleri desen hangi kadında yok ki. Bir türlü kabul edemiyorum ama biraz mükemmeliyetçi de olabilirim. Çok değil, az.

Durum bu işte. Bu yüzden şişirdim herkesin kafasını tez, tez, tez diye. Konumu çok aradım ama o beni buldu. Çok da iyi anlaştık. İlişkimiz artık monotonlaşmaya yüz tutmuş olsa da hala heyecanlandırabiliyor beni. Hep bahsetmek istediğim gene o, başkası değil.

Son bölümün son sayfalarını yazıyorum şimdi. Uzun bir editleme işi için bir kaç gün vaktim var. On yedi Eylül'de notumun verilmiş olması gerek. Benden istenen düzeltmeler uzun sürer belki. Belki jürimi bile toplayamam. Her türlü aksilik çıkabilir. Hele bir bitsin, göndereyim de. Tezi ithaf edeceğim hocamın suratını asacağı yerleri şimdiden tahmin edebiliyorum. Tanrım yeter ki bitsin artık. Ne kadar kötü olabilir diye düşünüyorum, bir hat hudut gelmiyor aklıma, bilmiyorum. Artık hiçbir şey bilmiyorum, aklım boşalmış gibi. Ben yeni bir şey söylediğimi zannediyorum, belki de tek yaptığım aptal yerine koymak kendimi. Gene de cesur davranmadığımı kimse söyleyemez. Son görüşmemizde hocamın burnuma dayayıp, sınamak için değil kendi de cevabını bilmediği için cevaplamamı istediği doktora yeterlilik sorusunu gerçeklemeye çalıştım ben. Başaramasam da denedim çünkü önemliydi.

Bir egonun hezeyanlarını okudunuz. Her defasında ben de umuyorum bir daha kimsenin canını bunlarla sıkmayacağımı fakat en aşağı bir düzenli tövbekar kadar istikrarlıyım işte..

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Pırt


Tez sürecinde sona yaklaşırken dorukta olan tek şeyin heyecan olmadığını dün gece fark ettim. Zaten belli bir düzeyde seyreden gerginliğimin artık tahammülsüzlüğe dönüştüğü sabah ezanıyla birlikte ortaya çıktı.

Barbaros Bulvarı'yla aramızdaki tek yapı bu eski cami. Yeni restore edildi ve hiç de fena görünmüyor şimdi. Bahçesindeki ağaçları dipten neon yeşiliyle aydınlatan lambalarla ilgili olarak gerekli merciyi bir ara dürteceğim ama onun dışında göze hitap etmeyen bir yanı yok bana göre. Müezzin ise yeni atandı. Muhteşem hoparlörüyle birlikte. Ramazan olduğundan mı aşka geldi yoksa hep mi detoneydi bilmiyorum ama o hoparlör için uygun bir yer buldum sanırım.

Uyuyabilmek için dönüp durduğum yatakta ve sabahın köründe, Avrupalıların matah bir şeymiş gibi başvurdukları o meşhur, ikiyüzlü 'tolerans' kavramını andım. Göçmenlere tolerans, çokkültürlülük, vs vs. Konuyla ilişkim onu çalışan arkadaşlarımla konuşmalarımızla sınırlı olduğu için ahkam kesemem burada ama toleransın, tolere etmekten geldiğini ve negatif bir anlam taşıdığını bilecek kadar okuyup yazdım bugüne kadar. Bu sabah artı yirmi beş yıldır benim de yaptığım maalesef tam da bu zaten: tolere etmek. Kamusal alanı domine etmesinde beis görülmeyen islami pratiklerin gündelik hayatımdaki etkisi,bugüne kadar, tahammül eşiğimi yukarı çekmek olmuşken bu sabaha karşı o eşik lank diye yere yapıştı.

Bu şart mı, daha pratik ve kolay bir yolu olamaz mı diye düşündüm. Sonra acaba dedim, hoparlörlü delinin teki kendine bir mahalle belleyip her sabahın beşinde anlaşılmayan bir dilde bağırıp çağırsa o mahalle sakinleri sükunetlerini ne kadar koruyabilirlerdi? Bunu bir hayal etmekte fayda var. Camilerin estetiğini, müezzinlerin ezanı makamlı okuyabilmesini takdir edebilen bir inanmayan için bile durum bundan farklı bir şey değil zira.

Şüphesiz ki bir tartışma ortamında böylesi bir çıkışa gelecek ilk cevap buranın müslüman bir ülke olduğu olurdu. Bunu söyleyen aklı evvel, ülkelerin değil kişilerin dini olabileceği cevabını alır ve tartışma böylece alır başını gider, kuvvetle muhtemel bir yere de varmazdı.

Hayatı zaten alabildiğine basite indirgeyerek yaşıyoruz. Hayatımıza o veya bu şekilde dahil olan kişileri çoğunlukla birer dizi karakteri derinliğinde, ya iyi ya kötü şeklinde değerlendiriyoruz. Düşünce, Hobbes'un da dediği gibi, ifade edilmediği sürece özgür olabilir: Düşün ama söyleme. Buna uygun olarak kanunda, insanın düşünmekte özgür olduğu ibaresinin kapladığı yer bir satır, olmadığı durumları sıralayan cümle ise orta uzunlukta bir paragraf. Öyle ya, J.S. Mill halt etmiş.

Böyle şeyler yazılmaz, söylenmez. Tabu. Kır dizini otur, beğenmiyorsan da siktir git denir. Neyse ki o raddeye gelecek tartışmalara girmedim bugüne kadar. Gerginliğe, o karşısındakini ikna da değil alt etmek üstüne kurulu laf dalaşlarına asla katlanamadığım için bunları bugüne kadar aşikar bile etmedim. Duruşum belliydi, tavrımı da kendime saklayıverdim oldu bitti. Şu herkesçe malum ve dalga konusu olacak kadar sıcak olan kanım, özel alanıma giriş kriterlerimin her türlüsüne son kertede ağır bastığı için çok da sorun olmadı. Saldırganlık algılamadığım yerde kendimi geri çektiğim görülmemiştir. İnsanlar bu din konusunda epey hassas dolayısıyla saldırgan bir üsluba yatkın oldukları için bu kadar sustum belki de.

Daha da önemlisi, kimse incinmesin, kimse rencide olmasın. Peki ya biz? Yıllardır sakız olan, okullarda din eğitimi konusunu bir kenara koyarsak -ki o da inanmayanları değil Alevileri gözeten bir tartışma konusu- hakları en az gündeme gelen azınlık değil mi inanmayanlar? Bu durumda daha bile ayıp, utanılası bir şey var: adam -insan yapımı kategoriler de olsa- ırkını, rengini, -hadi ileri gidelim- biyolojik anlamda cinsiyetini seçmemiş ama sen son derece bilinçli bir kararla her türlü yaratanı bir kalemde reddetmeyi seçiyorsun. Bu ne cüret, bu ne salyangoz.

Buraya daha ne kadar suya sabuna dokunmadan yazabileceğimi merak ediyordum ki işte zurnanın pırt yaptığı yerdeyiz. Çuvaldızı "bizim tarafa" batırmadığım sanılmasın, gücenirim. Kaldı ki 13-14 yaşlarımda, henüz o yoğun okuma sürecimin daha en başındayken edindiğim "solcular iyi, sağcılar kötü" ebleh algımı yontan, "son tahlilde ne sol ne sağ, mesele insan olmakta, biz ne solcular ne sağcılar gördük" diyen ailemdi. Aynı olgun tavır belki şu açıdan beklenemezdi benden: onların gençliklerinde tanıştıkları, okuyarak ve deneyimleyerek dahil oldukları solun -onlar beni ne kadar güvenli bir mesafede tutmak isteseler de- tam içine doğmuştum. Şimdi ise onlara kıyasla 'liberal' kalıyorum.

Adı ne olursa olsun... meselenin gelip dayandığı yer: benim gibi düşünmeyen, benim inandığıma inanmayan adam yalan yanlış bilinçten mustarip; gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde midir? O zaman tartışacak bir şey yok zaten. Alt etmeye, salt egonu tescilletmeye çalışmadan anlamak istiyor musun gerçekten ve bunun için dinlemeye, sormaya, sorgulamaya ve okumaya var mısın? Mesele bu, bana göre.

Algını bu denli açmaya istekli olmak tuttuğun o köşeyi tehlikeye atar. Bu doğru. Peki ya o köşeye can havliyle yapışayım derken, ne daha akıllı ne daha aptal fakat bin bir farklı deseni, dokuyu, tadı, kokuyu ıskalamak? Bu tehlikenin farkında mıyız?




22 Ağustos 2010 Pazar

never been modern: A Letter


never been modern: A Letter: "Everyone has a particular childhood story that is recited in every possible occasion, one that makes the listeners laugh and the parents pro..."

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Çok Yaklaşmış, Duyuyorum


Dün gece o kadar eğlendiğim için bok gibi hissediyorum kendimi.

Neredeyse bir haftam kalmasına rağmen bütün bir günün yarısını yarım yamalak dolu word dosyasından ayrı geçirdim. Nietzsche'yle yaşadığım sorunların da bu firarda payı oldu. Akşam üstü kapıdan "iki bira" diye bile değil, "bi ice tea içerim böylece sersemlemem, uykum da gelmez, zaten erken dönerim" diye çıktım. İlerleyen saatlerde kafamı kaldırıp gökyüzüyle göz göze geldiğimde "off gene sabah olmuş" diye küfrü basan gene bendim.

"Bu saatte açık neresi vardır ki" diye kendi kendime mızmızlanmamdan bir kaç dakika sonra oturduğumuz yerde zamanın sadece küçük bir an durduğunu hissettim. Serin bir esintiyle ürperdiğim andı. Sonbaharın göz ucuyla bizi izlediği hissine kapıldım. Kokusunu uzaktan bile alabildiğin eski bir tanıdık, artık bildiğini bile unuttuğun eski bir şarkı gibi.

Küçüklüğümden beri duyduğum ama nedense kimseye söylemediğim şeye benziyor bu. Bazen başımı yastığa koyduğumda ve çok sessizse eğer, bir ses duyarım. Kalp atışı gibi ritmik bir ses ama daha çok kuru otlar ve dallarla örtülü, yüksek ağaçların gökyüzünü örttüğü, sisli bir ormanda elinde asası ve yere uzanan esvabıyla yürüyen uzun beyaz sakallı bir adamın yürürken çıkardığı ses. Çok basit, eski püskü bir sandalet giydiği yaşlı ayaklarının yürürken kuru otlarda çıkardığı ses. Nedense o adamın ölümüm olduğunu hissederdim hep. Çok ama çok küçüklüğümden beri böyle bir anlam uydurmuşum niyeyse. Her adımın, bana yaklaştığı anlamına geldiğini de hissederdim. Buna düşünmek denmez, basbayağı saçma sapan fakat çok kuvvetli bir his. Korku uyandırmazdı hiç, gene uyandırmıyor.

Pek aynı olmasa da dün geceki ürpertide buna benzeyen bir şey vardı. Bir mevsimi bir insanın yerine koymak mı yoksa her insanın doğduğu mevsimle kurduğu türden bir bağ mı bilmem. Sahi ben sonbaharda doğmuştum değil mi, o kadar unuttum ki bunu. Kutlamak için doğumumdan daha anlamlı bir şey bulunca yitirmiş o anlamını. Şu yeniden bulmam gereken anlam...

İşte böyle, sıradan, herhangi bir an için -sadece bir an- serin bir esintiyle durdu zaman.
Sonra içmeye, gülmeye ve konuşmaya devam ettik.
Hava aydınlandı.
Durduk yere, saçma sapan bir alt yazı geçip gitti aklımdan: Tanrım ne kadar da genciz.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Sevgili blog

Bugün çok güzel bir şey oldu. Kadrolu kabuslarımdan biriyle uyanmıştım halbuki. Aslında güzel bir güne dönüşmesinde bunun da etkisi var. Hatta doğrudan bu sebep oldu galiba.

Hocamı gördüm gene. Tezimi sordu, uzun uzun anlattım. Benimle gurur duyduğunu söyledi, sarıldı. Ayağa kalkıp arkasını döndü. Yanına gittim. Her zamanki gibi çekinerek konuşuyordum. Sadece onun karşısında böyleyim, üflese uçarım. Saygımdan elimi ayağımı nereye koyacağımı şaşırıyorum ne yapayım. Gene öyle yaklaştım yanına, tezimi kendisine ithaf etmek istediğimi, izni olup olmadığını sordum. Gözleri doldu, gülümsedi. Dönüp küçük daktilosunun başına geçti. Biraz durdu, düşündü, sonra bir cevap yazdı bana. Kağıdı elime tutuşturdu ve artık gitmem gerek, daha fazla kalamam dedi. Denizin ortasında çok yüksek bir platformun üstündeydik. Çatısı, eşyaları filan olan tıpa gibi bir ada. Uçurumun kenarına yürüdü. Onu izliyordum. Kenara geldiğinde güneş batıyordu, turuncuydu her yer. O anı beklemiş gibi durdu kalbi ve aşağı düşmeye başladı.

Vedalaştığımız ve onun yok oluşunu izlediğim bir sürü kabus görüyorum ne zamandır. Tarif edemeyeceğim kadar korkunç bir hisle uyanıyorum. Kalkıp çalışmaya başlıyorum hemen ama onun şimdiki halinin onda biri kadar bile verimli değilim, olamam. Gene de uyumanın kendisi kabus haline geldi artık. Gözlerimi kapamaya korkuyorum. Daha uzun süredir gördüğüm başka bir kadrolu rüyam daha var. O rüya. Ondan uyanması kabus asıl. Çare insomniada gibi görünüyor ama uykum canımdan bile tatlıdır benim. Çaresiz uyuyacağım.

Öğlene doğru bir an, eski fevriliğimi anımsatan bir hışımla kalktım kanepeden, mail yazmaya oturdum. Gene saygıdan titreyen fakat duygularını ele vermekten de çekinmeyen kelimelerle anlattım meramımı. Bir saat içinde cevap geldi. Bu konuyu çalışmamdan daha büyük bir şey olamayacağını ama onurlandığını söyledi. Daha da önemlisi iyi olduğunu. Ben inandım iyi olduğuna. Kötü olmasını bir türlü aklım almıyor zaten. Anlamak için en az beş altı kere okumam gereken makaleler yazsın; ellerini gene öyle şiir gibi kullanarak ama sinik bakışlarıyla delerek Heidegger'den ontolojiden filan bahsetsin ya da hiç değilse son bir kez içelim karşılıklı. "Şundan da ye" desin, itiraz edemeyeyim. Utana sıkıla koyayım ikinci dublemi. Son yazısıyla ilgili ne düşündüğümü sorarsa da, bu sefer "daha o kadar içmedim" demek yerine fondip yapıp ne düşünüyorsam söyleyeyim. Meğer sivriliğimi sevmiş benim, ben nereden bileyim.

Kalan vaktin darlığına rağmen yavaş yazıyorum aslında. Bir tek geçen gece inanamadım kendime. "Ulan tek eksiğim Nietzsche'ymiş" dedim. O cümleler benden mi çıktı, o tahlilleri tespitleri ben mi yaptım, ben mi bağladım onu oradan oraya? Bütün tezi o hızla yazsam bir ayda biterdi zaten. Lakin Nietzsche'yle saadetimiz kısa sürdü, gene baş başayız Foucault'yla. O yüzden, hiç içime sinmediği halde dayıyorum alıntıyı. Hocam, biz de gençken severdik Foucault'yu deyince suratımı asmıştım, halbuki hak veriyorum şimdi. Gene de hoşuma gidiyor o kafa karışıklıkları ve onları saklamak için kırk takla atmayışı. Oysa Nietzsche...başta kızıyordum ona. En fazla, nasıl çorba içer bu adam ya da nasıl öpüşür diye düşünürdüm eskiden. Şimdi ise, ne bileyim çok farklı işte. Gülüyorum, konuşuyorum onunla. Liseden kalma bir alışkanlık, paragrafların yanına not alarak diyaloğa girerim yazarlarla. Bir nevi laf yetiştirme. Aynı şeyi ÖSS'de bile yaptım. Bir felsefe sorusuydu, uzunca bir paragraf vermişler gene ama yazarı söyledikleri adam değil. Soru kitapçığına not almıştım onun yazarı bu değil şu diye. İmla hatalarını filan zaten düzeltiyordum. Eskisi kadar olmasa da gene yapıyorum bazen. Ne var canım..

Bu bir hafta içinde yazmam gereken çok şey var aslında ve en yanlış zamanda hiç olmaması gereken bir yerde kafam. Elimde değil. Sırf ben tez yazıyorum diye aşk ya da ölüm silinip gitmiyor yer yüzünden. Yoo, hiç zamanı değil bunların. Foucault, oui... Tanrım yeter artık. Ayaklarımı uzatıp Being and Time'ı, Will to Power'ı okumak istiyorum. Sigarayı bırakmak, güzel şarap içmek, susmak ve yazmak istiyorum. Hepsi bu. Aklıma başka bir şey gelmiyor. Gelemez de zaten.

Şu adsız yorumlar... Ne garip. Yani insanın hiç tanımadığı ya da tanıdığı ama onun o olduğunu bilmediği insanların yazdıklarından güç alması ne güzel. Teşekkür ederim. Hem okunmaya değer bir şeyler yazdığımı hissettirdiğiniz, hem de bu zor dönemde moral verdiğiniz için.

...ve Foucault, tekrar sendeyiz.





Rastlantı Yalanı
Yükleyen devoted2mimi. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaÅ�ayın!

Şarkıyı sözlerinden dolayı sahiplenmek isterdim fakat mutluluk gibi, şarkılar da hak edenlerin, yani Bengi ve Koray'ın bu :)

17 Ağustos 2010 Salı

Değil mi?

"İyi çalıştım beah" diye istediğim randımanı almış, kendimden memnun bir şekilde yattım sabah 5 gibi. Yatmadan birkaç saat evvel dikkatim oraya buraya dağılmaya başlamıştı bile. Artık, akla mukayyet olma mekanizması mıdır nedir oturdum bir sürü Grup Vitamin şarkısı dinledim. Sonra bir yazı tivitlenmişti, eksik kalır mıyım onu okudum. Okumaz olaydım da eksik kalaydım. Beş yıl önceki sesimi duydum yazıda. O zamanlar adına Aşkın Diyalektiği deyip on sayfa döşendiğim konuyu bir sayfada sermiş kadın. Olmayacak iş olduğundan değil, bilakis, biz dili pabuç misali kadınların eline bir de kalem vermeyegör. Lakin, eski bir ikilemi tuttu çıkardı su yüzüne: Sevgi neydi? Çıkarması bir şey değil, geçeceğini de vaat etmiyor, ikilen dur diyor. Oysa düpedüz çocukluktu, büyüme sancısıydı buna kafa patlatmak. Türkan Şoray'ın finali diğer türlü oynamak istemesi de mi çocukluktu? Evet. Hain adamlar sürüsü kurucu üyeleri Atıf Yılmaz ve Aytmatov.

Yirmi yaşındaydım ve aşka inanıyordum. Oysa emeğe inanarak ve tüm sorumluluğu da alarak vermiştim kararımı. Bahsi yükseltmiş, kendime meydan okumuştum. O yüzden çıkıp, o yazıya, "hayır o kadar basit değil" deme hakkım var şimdi. Çünkü değil. Ahmet Mekin-Kadir İnanır geçerli bir dikotomi değil. Diğer bir deyişle aşk ve emek birbirlerini kat'i surette dışarıda bırakan ve iptal eden değil, son derece geçirgen kategoriler. Hepsi, her şey öyle. Yaşarken, yaşaması kolay olsun diye basitleştirebiliriz elbette ve meşruiyetinden sual olunmaz bunun. Lakin bu ne yazgı ne de aptallık, bu bir seçim. Nar gibi mi kalbin ve bunu kabul edecek kadar var mı cesaretin, arkasında duracaksın. Sevdiysen sevdim diyeceksin, kaçtıysan da kaçtım. Klişeler insanın lehine değil aleyhine işler bu gibi durumlarda, medet ummayacaksın. Herkes her şeyi söyler, kulak tıkamaktansa gene zoru seçip hepsini bir bir dinleyecek, öyle okuyacaksın bildiğini.

Bildiğinin doğru olmadığını bildiğin halde ve yüksek sesle, tane tane okuyacaksın çünkü bazıları ancak böyle büyüyebiliyor. Kulak asarak, ket vurarak güdük kalınabilir ancak. Mesele varmak değil gitmek. Hatta sadece düşlemek, bulutların ardında ne olduğunu. Meraklı bir çocuk gibi, ne eksik ne fazla. Bir fazlası sorumluluk belki: Çıktığın bulutların üstünden serbest düşüşü göze alacaksın ve düşüp de kafayı kırmayasın diye ayaklarından tek tutan ailen ve yakın dostların olacak. Narkozsuz kalp ameliyatı gibi olanca şiddetiyle hissedeceksin her şeyi, sadece ölmeyecek hayatta kalacaksın. Gene de diyecekler ki insan değişmez, kandırma kendini. Coldplay dedi diye değil de Hegel ve Sting, tarihten bi halt öğrendiğimiz yok dediği için evirip çevireceksin biraz kafanda.

Sonra bir de baktım ki gücüm kalmamış "ama öyle değil" demeye. Hatta herhangi bir şey demenin sahiden de hiç bir faydası olmadığını fark ettim, öylece susuyorum. Bu susan halim, evet. Hiç bu kadar susmadım ben, susup oturmadım. Duruyorum şimdi, öylece duruyorum. Uzaklara dalıyorum. Yirmi yaşımı karşıma alıp diyorum ki "bak güzelim, Kadir İnanır zaten Kadir İnanır. Asıl darbeyi Ahmet Mekin'den alacaksın, uyu sen daha". Bunu duysa inanmazdı yirmi yaşım, bilmiş bilmiş gülümseyip "hayır" derdi, "aşk var", ve bunu derken farkına bile varmazdı aşk diye neyi kast ettiğinin.

Yirmi beş yaşındayım şimdi ve aşk vazgeçmemek.
Otuz yaşında ama genç gösteren ufak tefek bir kadın geldi geçen gün, bir şeyler söyleyip gitti anlamadım.
Avuçlarımı? Çıkarıyorum ceplerimden ve parmaklarımın arasından geçirip parmaklarını, sımsıkı elimi tutuyor rüzgar.

15 Ağustos 2010 Pazar

Gerizekalı

Tam bir gerizekalıyım, bunun başka bir açıklaması olamaz artık. Sigara içen astımlı kişilere halk arasında gerizekalı denir. Bu yetmezmiş gibi "hemi de kısa 2001 içiyorum keh keh keh" diye konuşup ebleh ebleh gülenlere de mal denir.
O sıcak biralardan, bu baş ağrısından bile kötü nefes alamamak. Bu his hiçbir şeye benzemiyor ve ben bunu bildiğim halde içiyorum. Kendimi kendimden gizli intihar etme taktiklerimden biri mi diye düşünüyorum ama insan kendinden bile bu kadar nefret edemez. Şu tez bitsin de sarma sigaraya terfi ederim belki.
Meydan okuma olmayagörsün ama en olmadık şey. Astım mıyım, sigara içerim. Atlamak yasaktır tabelası mı var, önünden atlarım. Boğulur muyum, yüzerim. Aşık olmaz mıymış, ederim. Yapamaz mıyım? Yaparım. Ergenlik desen değil çünkü ergen yapmaz yaptığımı. Bir tür karakter bozukluğu olduğuna kanaat getirdim getirmesine ama başka türlü tadı çıkmıyorsa ben ne yapayım. E oturmaya mı geldik?
15 günüm kaldı sevgili blog. Aslanım kaplanım, çok yalnızım be blog. Bizim hatuna da dediğim gibi, 17 Eylül'den sonra ciddiye alın beni. Hükümsüzüm anam.
Hayır sürekli böyle tezden bahsedesim var ya, ulan diyorum ya kuzguna yavrusuysa, ya bir numarası yoksa aslında. Aklım çıkıyor, aklım. Zaten çok vardı ya fazlalıkları atıyorum.
Haftada bir o merdivenlerde sıcak bira içmek öyle iyi geliyor ki iple çekiyorum.
Başımın ağrısı geçiyor, çalışmalıyım.
Bu 15 gün tez tez diye kafa ütülersem levyeyle dalmasın kimse olur mu? Bir gün konusunu anlatmayı ben de çok isterim ama sıkmaktan korkuyorum işte.
Bu tezden sonra ilk işim ne olacak biliyor musunuz? Bir hayal bulup onu kuracağım. Yeni nesil demonte ev eşyaları gibi çivi çivi, satır satır kuracağım hem de. "Tezini yaz, tezini bitir, tez tez tez" de olmayacak. Bir aşk, bir ülke, bir şehir, bir kitap... artık ne olursa ama bir hayal. Hindistan gibi mesela. Hiç fena fikir değil.
Temelli kaçmaktan vazgeçtim ama. Başka bir ülkeye yani. Tamam gerizekalıyım ama kendimden kaçabileceğimi sanacak kadar değil ve bu hakaret sadece bana, kimselerle paylaşmam. Bir film repliği değiştirebilir mi bir insanın hayatını? Değiştirdi işte. Değiştirmiş, farkında değilim.
Seviyorum burayı. Kore ya da Paris değiştiremez ki bunu. O merdivenleri, sıcak birayı, martı sesleriyle uyanmayı, burada gülmeyi, burada ağlamayı seviyorum. Bir gün yine bir hayalim olacak ve daha çok seveceğim. O zaman gör bak güneş nasıl açarmış.

13 Ağustos 2010 Cuma

Much ado about nothing #4

Siz kendine üstat diyen hain adamlar sürüsü, siz aldınız aklımı başımdan. Siz mesulsünüz bu durumdan. Ah sevgili Tanpınar, daha önce neden söylemediniz yollarımızın çok daha evvelden kesiştiğini. Şimdi ben, seneler sonra görüyorum ki size borçluymuşum saçlarımın karasını. Adıma şiir yazan adam bir şarkı olup aklıma girdiği için, bahtım saçlarımdan aydınlık olsun diye kapkara saçlarla gezdim kaç sene. Hem oldu hem olmadı. Şiirin son kısmıyla tanışmak da bugüneymiş: “Bir damla inciydi kirpiklerinde,/ Aşkın ıstırapla dolu rüyası/ Bir başka güzellik var kederinde/ Bir başka alem ki ruhunun yası,/ Sessiz incileşir kirpiklerinde.”

***

Akşam 7-8 gibi, batar ayak evin içine doluyor güneş. O zaman evet diyorum, insanın evi de kendine benziyor sahiden. Duvarların rengi, koltukların rengi, ahşabın rengi, kitapların, perdenin rengi hepsi, hepsinin payı oluyor bu ılık sarı akşam üstü huzurunda. Bir de piyano solosu olunca, tüm dünya dışarıda kalıyor. Ben içeride. Huzur mu? diyorum. İşte huzur. Telaş yok bu anda, sinir, stres, asabiyet yok. Hele dert, keder hiç yok. İnsanı içine çeken, sarıp sarmalayan ılık sarı bir huzur sadece. Sokak lambalarınınkinden farklı biraz. Sokak lambalarının sarı ışığında gençtim, çocuktum, aşıktım, deli deliydim. Tutkulu, huzursuz; huysuz taylar gibiydim. Ben yağmuru o sokak lambalarının ışığında izlerken geçti seneler ve boşa değil, gerçekten makbule geçtiler. Nasıl olmak istediysem öyle oldum. Neredeyse demeliyim çünkü kusursuz olamıyormuş kimse ve hiçbir şey, anladım. Dingin, durgun, ağır. Biraz kilo aldım ama ondan değil. Aksine bir güzel oldum. Hala pabucunu ters giydiriyorum kimi şeytanlara ya gene de en olmadık şeylere inanmak istemekten kendimi alamıyorum. Olsun, bu bahar epey mesafe kat ettim. Ama ne mesafe…

***

Balkonda çalışıyordum. Bir avuç denize karşı, malum. Bir avuç deyip geçmeyin, bu şehrin ışıkları alır götürür adamı. Hele bir de aksi vurmuşsa denize, dönüşün olmaz. Durdum. Acı bir türk kahvesi yaptım kendime. Bir sigara yaktım. Aldıktan sonra yüreğim dayanmadığı için bir kere bile dinlemediğim Münir Nurettin Selçuk cd’sini koydum. Bir yudum aldım, bir nefes çektim. Nedense gülümsedim. Fakat nihaventmiş Tereddüt, nasıl bilmedim diye içerledim kendime. Köfteci Doktor amcayı andım kahveyi pişirirken. Makamlardan en çok nihavendi sevdiğime orada mı kanaat getirmiştim yoksa en çok onu sevdiğim için mi hep nihavent kasetini koyardı ben gidince, bilemedim. Çok özledim Doktor amcayı. Köftesinden çok ağlaşmalarımızı ama. O söyler ben söylerim, o ağlar ben ağlarım. İçimi görüyormuş gibi gelir nedense. Bir bakışımdan anlar, bir bakışından anlarım, ağlarız. Bol soğanlı köfte yapar bana, yanına da ayran. Her seferinde içini açıp basarım acıyı ve her seferinde yanar dilim, ayran mayran kesmemecesine. Gene de basarım, dilim yandı deyip imtina etmem. Soğandan feragat etmek için çok mu geç diye düşünürüm. Zaten düşünürüm ancak. O benden feragat etmiş, ben soğandan mı edemeyeceğim. Sen soğanın cücüğü etmezsin kızım ayşec.

***

Gecenin tam üçündeyim. Sabahları -yeni âdet edindim- günün ilk ışıklarıyla yatmaya hazırlanırken açıyorum pencereyi, dışarı uzatıyorum kafamı ve nemin neredeyse asılı durduğu havadan derin bir nefes çekiyorum içime. Genişçe gülümsüyorum. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi sonsuza dek kaybetmemişim gibi. Her şeyi geride bırakabilir, yeniden başlayabilir ve her şey çok güzel olabilirmiş gibi. Onun gibi ama ondan değil. Sabah olduğundan, hepsi bu. Her şey boktan olsa da sabah olduğundan. Yani her şeye rağmen gene de sabah oluyor, güneş doğuyor filan çok acayip değil mi? Yadırgıyorum hala ama bir yandan da hoşuma gidiyor ne yalan söyleyeyim. Oysa sevmek, hiç geçmeyen bir hastalık, hiç kapanmayan bir yara gibiydi benim için. Sevginin geçmesi ne demek hiç bilmedim, bu yaştan sonra da bilemeyeceğim korkarım. O yüzden şaşıyorum ya hala sabah olmasına. Bir ben kadar daha ben kaybettim oysa (martılar da onayladı bu cümlemi. Simitlerinden epey bir çalmıştım, oradan bir garezleri olabilir). Bir ben kadar ben… Beni desene şuna, hala kime bu delikanlılık aptal kadın.

(http://fizy.com/#s/1ajao3 Ömrüm seni sevmekle nihavent bulacaktır..)

Not: Tanpınar’ın şiirleri hakkında söylediğimi geri alıyorum. "Sabah" şiiri mesela, ne güzel. Bir de Salzburg yapımı vişne likörü buldum evde. Bir de kenarda köşede duran plastik bir bardağı devirdim yanlışlıkla, misketler döküldü yere. Benim misketlerim, orada olduklarını bile bilmiyordum. Öyle işte.

10 Ağustos 2010 Salı

Sesin Senin

Kahkaha kesin bir sınırdır senin sesin için; geçmezsin kahkahaya. Bu da gülümsemeyi senin tapulu malın yapar. Gülmek sende gülümsemenin bir noktada taşkınlığı oluyor daha çok. Bu bakımdan gülümsemenin bütün öğelerini de birlikte getiriyor. İş bu kadar da değil, yeni bir takım öğeler de getiriyor. Ilıktır senin sesin. Güvenli olmaktan çok güven uyandırıcıdır. Konuşurken kimseyi dinlememene ne diyeceğiz peki? Buna karşılık sözcükleri sakıngan sakıngan kullanman var, ona ne diyeceğiz? Alırken suçsuz, verirken duyarlı bir ses. En büyük modaevini yönetecek olsa sinirli tonlar kazanacağına muhakkak nazarıyla bakılabilecek, ama, sözgelimi, hiçbir yerde belediye başkanı olamayacak bir sese. Sanırım, bakışlarla sesler arasında bir bağıntı kurulabilir. Belki de yanlıştır bu varsayım. Ama doğru olsa, senin sesinle bakışın arasında bir paralellik, hatta bir özdeşlik olduğu görülebilir. Daha doğrusu sendeki bu özdeşlik böyle bir varsayıma itiyor kişiyi. Kimbilir, başka belirtiler gibi, bakış ve ses de aynı ruhun değişik planlardaki görünümleridir belki de. Ruhun, özdeş yönlerini denediği organlar olabileceği gibi, çelişkin yönleriyle belirdiği organlar da vardır. Olabilir. Söz bitince senin sesin de biter; oysa sözü tüketen sesler vardır; söz tükenince de sürüp giden sesler vardır; söz tükendikten sonra başlayan sözler vardır. Senin sesin sözle özdeş. Çığlık değil, düşünce senin sesin. Ama etin, kemiğin malı olmuş bir ses. Ömründe bir iki kez büyük ihanete dadanmak isteyebilir bu ses. Küçük ihanetler onun düşünceyle kurduğu ilkeleri aşmaz, aşamaz. Ah! razı olma sevgilim, katıl. Katıl ama razı olma. Biraz da kendinden memnun bir ses. En büyük eleştiriyi, yadsımayı son anda yaparsın sen: Sanırım sende bulduğum en doğru gözlem bu. Oysa eleştiriyi son anda yapmak, razı oluşun ta kendisidir. Korkaklıktır da. Şu var:

Fotoğraf çektirmek için yan yana getirilmiş iki nesne değiliz biz
Güvercin curnatasında yan yana akan iki güverciniz
Mesafeler birleştirdi bizi bir de sözler
Razı olma hiçbir sessizliğe
Biliyorsun seni seviyorum
Pencereden bakmayı
Öğreteceğim sana
Sesin
Balkona asılı çamaşırcasına
Havalansın, havalansın dursun
Sokakta değil balkonda;
dışarı çıktığın zaman
romanını yastığının altına sakla;
Şiirini mutfağa koy
Boş bir deterjan kutusu vardır nasıl olsa,
Öykünü yanına alabilirsin elbet
Müziğini de, resmini de

Niçin güvenemiyorsun bana?


(Cemal Süreya, 16 Mayıs 1973)


Ben Leyla Hanım Nasılım

Günler geçiyor. Tek yaptıkları bu, geçmek. Ömür geçiyor, ben sadece bakıyorum. Tek yaptığım bu resmi geçidi izlemek. Artık resim bile yapmıyorum.

Önce karanfil ve tarçın kabuğu boyluyor kupanın dibini. Bolca kahveyi de üstüne yığıp ekliyorum sıcak suyu. Bir yudum alıp, uyumayacağım diye diretiyorum. Çoğu zaman yarım saate kalmadan sızmış oluyorum.

Oysa korkar oldum uyumaktan. Ya bir ölüm ya da bir öpücükle uyanıyorum. İkisi de öyle gerçek gibi ki dehşete düşüyorum. Ya hiç uyumamak ya da hiç uyanmamak istiyorum. Uyuyup uyanmak tarumar ediyor ruhumu. Uyandığı için ağlar mı insan, ağlıyorum.

İyiyim. Az vaktim kaldı. Elimden geleni yapıyorum. En iyisini de yapsam eksik olmayacak mı en nihayetinde. Her üzüntü, her sevinç, her uyanış gibi eksik. Bitince boşluğa düşeceğimi sanmıyorum, olsa olsa o bana düşüp kafasını yarar.

Vişne likörü yapacağım ama korkarım ki mevsimi geçiyor vişnenin. Hiç de sevmem ya vişneyi gene de yapacağım. Güzel olursa tüm sevdiklerime ikram edeceğim, olmazsa hepsini kafama dikeceğim.

Tanpınar’ın bütün şiirleri kitabını aldım geçen gün. Kabalcı’ya girmemle birlikte Promise çalmaya başlayınca hiç çıkmayacaktım aslında yukarı, dar alamet dışarı atacaktım kendimi. Atmadım. Kaçmıyorum artık. Böylece tesadüfen görüp aldım kitabı. Turgut’un bütün şiirleri ve Huzur’la yan yanalar şimdi. Geceleri ben de onların yanına kıvrılıyorum rahatsızlık vermeden. Beni sevmiş olacaklar ki sesleri çıkmıyor. Lawrence’ınkilerdeki kadar olmasa da ufak çapta bir hayal kırıklığı yaşadım Tanpınar’ın şiirlerinde, o yüzden kütüphanenin rafına terfi etti kendisi. Darılmaca gücenmece yok. Huzur kafi.

Çay demledim geçen gün. Nadiren demlerim. Hepsini bir başıma içeceğim diye ölüyordum çarpıntıdan. Sırf dem içmekle de alakası var sanırım ama bunu değiştirecek değilim. Yalnız çay demleme edimine içkin nasıl bir huzur varsa, içmesinden bile güzel demlemesi.

Bu kadar işte, hepi topu bu. Yazmaya değecek bir şey yok. Dedim ya günler geçiyor, ömür geçiyor. Geçsin, umurum değil. Yapmam gerekeni yapıyorum sadece, yapmış desinler diye. Olmam gerekeni oluyorum, olmuş desinler ve yetinsinler bununla. Doktora mı, onu da yaparım ne olacak. Maksat oyalanmak olsun, günler geçsin. Ben geçtim.

Fakat elbette biliyorum, saatler yüzünden hep. Yoksa gündüzleri çok neşeli bir insanım. Hava kararınca böyle tatlı küçük hüzün spazmları geçiriyorum. Sonra onlar da geçiyor. Ne geçmiyor ki zaten. Değil derin bir sızı, esamesi bile okunmuyor. Nisyan en sevdiğimiz yalan kendimize söylediğimiz. Hava, içim ve gözüm aynı anda kararınca aradan böyle satırlar kaçıveriyor. Görmezden gelebiliriz bence. İnsanlık hali deyip geçelim. Her şey insana dair değil mi?

Nereden çıktı bilmiyorum, “ilk taşı günahsız olanınız atsın” diye bir şey takıldı aklıma. Bir yerde görmüş olacağım, vahiy inmedi ya. Dini bir şeymiş, şimdi baktım. Nedense durup durup aklıma geliyor bu ara. Dinle minle işim olacağından değil ya vardır bir hikmeti. Hoşuma da gidiyor çünkü herkes günahsız ve biz melali anlamayan nesle heyhat aşinayız. Öyle ya, herkes günahsız ve herkesin keyfi yerinde.

8 Ağustos 2010 Pazar

Bir İstanbul Hatırası


İki bina arasından ışıldayan deniz parçasını gördüm. Işıltıya doğru ilerledim. Sağımda duruyordu, hiçbir şey olmamış gibi. Sandalyeler ters çevrilip masaların üstüne konulmuştu sadece, kapatıldığını inkar etmeme yardımcı olmak ister gibiydi. Kapalıydı halbuki, gitmişti, almışlardı.
Yola geri dönüp başladım yürümeye. Ağır ağır, öyle çıkacakmışız ya merdivenleri de. İki taraflı yüksek yüksek ağaçların birleşerek örttüğü dar yol bir de baktım Ankara’ya çıktı. İlkokula ya gittiğim ya da henüz gitmediğim yıllardan aklımda kalan Ankara: Emek’in huzurlu dar sokakları. O ağaçlar örtmekten çok koruyordu sanki. Gölgeleriyle bir oyun arkadaşıydı güneş.
Hava ayaz mı ayaz, ellerim ceplerimde. Bir şarkı tutturmuşum, durup durup onu dinliyorum. İçinde asla oturamayacağımı bildiğim yalılar sağımdan bir bir geçerken yere takılıyor gözüm. Bir yığın küçük, pembe taç yaprağı. Ne gerek vardı diye geçiriyorum içimden. Aksiliği görüyor musun, tacımı evde unutmuşum.
Daha yeni açılıyor dükkanlar, bir iki günaydın duyuyorum. Hiç biri bana değil, devam ediyorum. Denize varıyorum, aksi mümkünmüş gibi. Onu sevdiğimi söylüyorum İstanbul’a. Aklımdan bir an bile çıkmadığını, ne kadar uzakta da olsam hep sevdiğimi. Yalnız onu, hep onu. Biliyor İstanbul, bilmez mi sevildiğini.
Ellerimi cebimden çıkarıyor, derin bir nefes çekiyorum içime, türlü türlü çiçek ve kuşlar doluyor. Gülümseyerek bırakıyorum nefesimi sabaha. Güneşi de arkama almış yürüyorum. Kuzeye doğru, tek bildiğim kuzeye doğru yürüdüğüm. Yürümek sonsuzlukla eşdeğer bu anlarda. Sabahın ilk ışıklarıyla başlasam, gece olduğunda Karadeniz’in karasına bırakabilirim kendimi. Yapabilirim bunu, ya da ben öyle hissediyorum. Ne fark eder.
Yolun en kenarından yürüyorum, denize düştüm düşeceğim. En kenardan. Öyle uzak kaldım, öyle özledim ki en yakınında olmalıyım şimdi. Kokusunu, sesini içime çekmeliyim. O beni içine çekene kadar.
Nerede balık tutan amcalar görsem meraklanıyorum. Rakının kokusunu arıyor burnum, bazen alıyor bazen bulamıyorum. Bulursa kendim içer gibi keyifleniyorum. Keyiflerinden sebepleniyorum. Hem bedava hem de paha biçilemez bir şey bu. Sesim güzel olsaydı mesela, bir şarkı söyleseydim onlara. Bir ince belli de bana uzatsalardı ne çıkardı.
İstanbul’un kıvrımlı hatlarında yürüyorum adım adım. Ufacık teknelerin demirli olduğu ufacık koylar geçiyorum, kuzeyden gelen rüzgarı olanca şiddetiyle yüzüme çarpan sivri burunlar geçiyorum. Nerede olduğumu iyice kaybettim artık. Otobüs duraklarından kopya çeksem de unutuyorum nasolsa. Yanımdan geçen demirli teknelerin isimleri ise bir bir aklımda. Denizle aralarından yol geçen eski yalılar bir bir aklımda. Her şey ama her şey bir bir aklımda. Bir aklım yerinde değil ama bu da aklımda.
Biri kafayı uzatıveriyor denizden, ağzında minik bir balık. Pek ömrü kalmamış belli, yolun sonuna gelmiş gene de çırpınıyor. Buraya kadarmış demek zor, o da haklı.
Sinir bozacak kadar düz ve geniş yol burada bitiyor. Bundan sonrası daracık, eğri büğrü devam ediyor. Burada ağaçlar, banklar ve deniz daha yakın birbirine. Burası da bitip Arnavut kaldırım başlıyor ve çocuk parkı ve Hristo’nun meyhanesi. Sevdiğim yer burası. Sevdiğim bank burada. Dinlemek istediğim tek sessizlik bu, duymak istediğim tek koku. Çocuğunun büyümesini izleyen bir anne gibi şimdi İstanbul, biraz hayret biraz gururla bakıyor ya da bana öyle geliyor. Ne fark eder.
Güneş kuruldu kurulacak baş köşeye. Çantamdan çıkardığım elmayı bir hanımefendiye hiç yakışmayacak şekilde yiyip bitiriyorum. Öyle ki, o derece ki yapış yapış ellerim. Ellerinin ıslak bir bezle silinmesini bekleyen bir çocuk kadar çaresiz bakınıyorum etrafa. Pek öyle utanılacak bir kalıbım olmamasına da kıs kıs gülüyorum içimden. Yolun karşısındaki tekelden bir su alıp elimi yıkıyor, geri kalanını da kafama dikiyorum. Terli terli soğuk su içmenin o eşsiz tadı.
Bu ânı anlatmak epey zor. Tarabya’dayım. Gözlerime kapalı denemez, yumuk demek daha doğru. Düz yazı gibi olan yenilerden değil de, şiir gibi eski bir banka yayılmışım sere serpe. Güneş tepeden bakıyor. Yanaklarımın kızardığını hissediyorum. Denizin kokusu, sesi, tadı…hepsini içimde duyuyorum. Tombul bir kediyim bu anda. Az ötemde balık kılçıklarından mütevazı bir tepe, gözlerimi açmadan patilerimi yalıyor ve miskin miskin esniyorum güneşin altında.
Bu anda ne düşmek dalgalara…toprak, güneş ve..
Peki hatıra bunun neresinde? Hiçbir yerinde ve her yerinde. Hayat kocaman bir hatırlayış şimdi.

23 Nisan 2010, İstanbul

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Cumartesi mesela

Havadan sudan konuşalım. Sıcağın nemle birlikte ne kadar çekilmez olduğundan yakınalım.
Yeni bir şarkı bulalım kendimize. Acıklı değil keyifli olsun.
İçkinin midemi artık kötü ettiğinden bahsederken, haydi sigarayı bırakalım de. Olur diyeyim, sonra bırakmayalım.
Yeni bir yer bulalım gidecek. Biranın hem ucuz, hem de güzel olduğu. Kafam bir şeye atmış, telefonu kapatmışsam barında tek başıma oturup içiyor, gelmeni bekliyor olduğumu bileceğin bir yer.
Yeni bir çiçek bulalım kendimize. Hep senden beklemeyip ben sana alayım.
Yeni bir hava durumu, yeni bir gün, yeni bir sayı.
Bambaşka bir mevsimde buluşalım. Acıklı değil keyifli bir mevsim olsun o da.
Acımayalım, acıtmayalım, ağlamayalım.
Hiç yaşamamışız gibi değil yaşadığımız için gülerek bakalım dünyaya. Yarın ölebilirmişiz gibi çünkü ölebiliriz ama düşünmeyelim bunu, bilelim sadece.
Yaşamayı sevelim yeniden, olmaz mı, derin bir nefes alalım.
Alıp susalım. Susalım istediğin kadar.

6 Ağustos 2010 Cuma

Önce Öp, Sonra Erkan Oğur Beni

Tezin teslim tarihi yaklaştıkça buraya yazdıklarım azalıyor. Tezden başka bir şey düşünemediğim için değil. Bugüne kadar aşktan başka kimsenin tekeline girmedi zihnim. Acımasızca eleştirilmeye müsait bir durum fakat yapacak bir şey yok, bu böyle. Hem, işimin hakkını verdikten sonra düşünce özgürlüğü kapsamına girer zaten ve düşünce özgürlüğü milli sporumuzdur, malum. Gene de zihnime söz geçirmeye uğraşıyorum. Başarısız olsam bile vaktim yok kendimi ifade etmeye. Önce tez.

Günler online, gergin ve stresli geçiyor. Koca koca cümleler kurup, oha bunu ben mi dedim diyorum. Hele zekice-gibi bir şey söylersem iyice işkilleniyorum kendimden. Diyorum, ya sağlam madara olacağım ya da "bizim kız"la duydukları gururu boşa çıkarmayacak, sahiden de esaslı bir iki kelam etmiş olacağım. İkincisi olacağı takdirde, bu tezi görmesini istediğim özel biri var. Kendisine ithaf edilen bu tezin en azından haberini alıp, bana güvenmekte haksız olmadığını bilmesini istediğim biri. Şımarıklığım, aptallığım, tembelliğim yüzünden bu tez bu kadar geç bittiğinde, güneş onun için doğmayı bırakmış olacak belki de. 'Gene de' değil, o yüzden elimden gelenin en iyisinin ne olduğunu keşfetmekle meşgulüm bu ara. Yazarı olarak kendimi oldum olası eğreti hissettiğim bilimsel-gibi cümleler kurmaya uzunca bir ara verip, kendimi hayal gücümün dehlizlerine saklayacağım zamanlar yakın. Bu ayın sonunda bu tez bitmiş ve içime sinmiş olmalı.

Öte yandan, gördüğüm rüyalar çok etkiler beni. Gerçek gibi olanlardan sarsılmış halde uyanırım. Bütün gün o sarsıntının enkazı gibi dolaştığım olur etrafta. Halbuki ne güzeldi daha gözümü açmadan gülümseyerek uyandığım sabahlar. Bir de, bir de.. bir şarkıyla uyanmak. Asıl diyeceğim buydu. Bu sabah da gülümseyerek değil ama bir türküyle uyandım. Nedenini düşünmeye başlarsam, ardı ardına sıralamam, iç içe geçirmem gereken teorileri ve çözümlemeleri mümkünü yok toparlayamam. Kumarda gözüm yok da aşkta kaybeden diyorum, akademide kazansa ya?

Sevmek Nedir?

İlk defa bu yaz dinledim bunu. Canlı ve muhteşemdi. Marifet değil ya ağladım gene.
Daha "düzgün" bir kaydını bulamadım ama bu da yeteri kadar düzgün geldi bana. Daha ilk defa dinlerken biliyordum peşine düşeceğimi. Düştüm, buldum, paylaşıyorum.


2 Ağustos 2010 Pazartesi

Ağustos'un Kutlu Üçü

(sarahaten söylesem kızarsınız diye tereddüt ettim zira o kadar güzel malulsünüz ki nisyanla, kendime yakıştıramadım hatırlatmayı. fakat tesiri olmayacaksa da gönlüm razı değil susmaya. o yüzden kısacık bir not düşüyorum buraya. belki görmezsiniz bile, öyle sessiz sedasız. kutlu bir gün bugün, siz ne derseniz deyin. bir sene daha eskiyorsunuz bugün eski dostum. belki gene homurdanıyorsunuz, yüzünüz asık, aksi ve naletsiniz. yani hala güzel, latif ve zarifsiniz. bir romantik portreye benzer, ama elleriniz. ben sizi bildim bileli böyle garip, mahzun fakat her şeyden önce yaşadığınız için güzelsiniz. nice nice yıllara yaşlı dostum; nice nice sağlıklı, rakının ilk yudumu gibi güzel, huzur'lu yıllara...)

1 Ağustos 2010 Pazar

Much ado about nothing #3

I finally figured out the best thing about soberness and that's ability to lie. But that's not a very politically correct term, right? Let's say being wise enough to keep things to yourself. Like saying "sure I've never hurt anyone in my life, can't you see my fucking wings?". It's the power to pretend and make believe. Make who believe? Not even I would buy it.
What I'm trying to say is already said by a very close friend just yesterday: It's so hard to meet new people after twenty five. I can't imagine how that feels after fifty or something. No, meet is the wrong term. It's more about getting to know people or them getting to know you. It's hard either way. As time goes by, one becomes less curious about other lives. You wonder less, right? Other stories. Stories other than yours.
And if you happen to meet someone new, someone whose story you genuinely wonder about, someone whose presence in your life would make you feel better... I'm not talking about romantic shit here, romance has long been dead. I'm talking about any two people and how much should be said. I know at least one thing by now and that's alcohol should not be around. I mean a considerable amount. The amount enough for you to lose track of your revelations. It's valid even for those who don't separate life into private and public. Plus the memory issue. One forgets what is said and that's serious part of losing track. Of course it might as well be saving us from the following embarrassment.
What was that again? Familiarity breeds contempt. So maybe we should not say anything at all, not get to know anyone, not letting anyone get to know you. I know I'm blathering but you get my point. It's risky business socializing. Everyone has a fear of not being loved although to different extents. It might be big enough to make one avoid meeting new people. I'm not there yet. Not yet. I give a fuck though. I hope this will fade in time.
She's right. When you're fifteen, you have only fifteen years about which you need to tell. However now it's a little more than that. There's so much to tell. And not to tell. We have the wings and the tail after all. On the other hand, the fact that one gives it so much thought to what should be said and what should go unsaid might as well be a sign of a lived life. Plus it means that one still cares, gives a shit. That's something.
After having said so much, I don't think I completely understand why one keeps a secret about herself. What is there to keep? Privacy is still a mystery for me. I'm pretty good at keeping other peoples' secrets and respecting their privacy but.. This might be the only issue in reference to which I'm plain rather than sophisticated. Here is my modesty again. Anyway, I guess I should stop putting the blame on poor alcohol. As they say, it does not create anything but just brings out what is already there. What is there? Just another life, a story like any other.