14 Aralık 2019 Cumartesi

2019 da biterken

10 yıldır devam eden bu blog, sevdiğim adamlara yazdığım yazılarla dolu. Yine de onlarla değil benimle, benim hayatla kurduğum ilişkiyle ilgili hepsi. Kendimi anlatmak için, derdimi anlatacak kadar yazdım. Böyle ortalık yere. Okudular. Anladılar veya anlamadılar, anladıklarını sevdiler veya sevmediler ama okudular, okuyorlar. 


Sanırım en ağır yazılar son bir iki yıl içinde yazdıklarım; bana sevgilim demeyen, elimi tutmayan, sevmeye ve yaşamaya yeteneksiz adamın yazdırdıkları. Hep yeteneksizdi belki ama bana karşı hep böyle değildi, hayır. Ona duyduğum sevgiyi anlatabilmek için yeni bir lisan icat etmem gerektiğini düşündüm ilk zamanlar; etmeliydim, edebilmeliydim de. Verdiği o yakıcı, derimde iz bırakan derin acıyı anlattım sonra. Sonra da bütün lisanımı kaybettim, dilimi yuttum. Her şey karardı. Yeni bir lisan ararken lal oldum.


Öyle susmuş, küskün otururken ben, buruk geniş gülümsemesiyle biri çıktı karşıma. Hiç üstüme varmadı. Kendi acısını anlattı. Kalp kırıklığının ortak bir dili var sanki. O zaman çözülür gibi oldu dilim, gözü yaşlı kısa kesik cümlelerle anlatmaya başladım. Beni dinledi. Hem de anladı. En çok buna ihtiyacım vardı. "Canım çok yanıyor" diye ağlarken azarlanmamaya. Onu dinlerken kendi acımdan çıkıp açtım gözlerimi. Malum, neresi acıyorsa kalbi orada atar insanın, dünya tek o ağrının etrafında döner. Onun sağ çıktığı fırtına benimkinden şiddetliydi. Hiç kolay olmamıştı, hâlâ da değildi ama devam edecek gücü kendinde bulabilmişti yine de. Kahramanım oldu. Güç verdi bana. Yaralarıma tuz basmadı, üstünü örtmedi; mis kokulu merhemler sürdü etrafına, iyileşmelerini bekledi, bekliyor. İyi olmamı istemekle kalmadı, bunun için çabalıyor ve çabası sonuç veriyor.

Dumanı üzerinde bir enkazın ortasında incecik bir dal uzatıyor başını göğe. Çok yavaş, çok sessiz. Asıl mucize bu. Biriyle tanışınca değişmiyor hayatın, sen değişmiyorsun, her şey düzelivermiyor. En yüce değer emek sahiden. Birlikte emek vermek, bir şeyler kurup inşa edebilmek mucize. Bu karanlık, soğuk dünyada yaşamaya devam edebilmek için sevginin değerini bilmek zorundayız. Geçmişe saplanıp bugünü hoyratça harcayamayız, yapamayız. Bir tek bugünümüz var doğru dürüst. Yarının hayalinden, onu inşa etmeye çalışmaktan alıkoymaz bu. Yarının gölgesinin bugünün üzerine düşmesine de izin vermem ama. Kim bilir, kalbim yine kırılabilir ama bir başka fay hattının daha korkunç bir uğultuyla kırılıp bütün yaşamı yok etmesine bu kadar kolay izin vermem herhalde. Yaşadığımı hissedebilmek için acıya bel bağlamaktan vazgeçerim hatta, kim bilir. 

Elimi tuttu. İyi ki varmışım. Var olmamak üzereydim halbuki. Beni hayatta tutan tek şey Müjgan'dı. İyi ki atmamışım kendimi hızla akan trafiğin ortasına. İyi ki devam etmişim nefes alıp vermeye. Kendimi unuttum. Yaşamaya nasıl tutkun olduğumu unuttum. Yeniden hatırlatıyor bana. İrili ufaklı güzellikler getiriyor hep. Güzel bir koku, bir tat, bir şarkı, belki ufacık bir şey ama hepsi muazzam bana göre. Yaşamak çünkü, güzel. Bir hayvanın sevgisine ortak olabilmekten tut da bulaşıkları makineye birlikte yerleştirmeye varasıya güzel.

Elimi tutmayan adama üzülüyorum hâlâ. Ben unuttuğum bir şeyi hatırlamaya çalışıyorum. O ne yapacak? Bana "Yapamıyorum" diyen adam şimdi nasıl yapıyor? Bir kadın, bir kadın daha... Kimse onu benim gibi sevebilecek mi? Onun şefkatiyle de alay etmez, acıyan gözlerle bakmaz umarım. Hırçınlığı, hoyratlığı ve ayrık ön dişleri arasından içine bakıp onu görebilecek mi kimse? Filmlere, filmlerimize birlikte ağlayabilecek mi, replikleri ezbere bilecek mi? Hepsi olur, olabilir... Peki o bunların değerini anlayıp sürmesi için emek vermeyi göze alabilecek mi? İntihar eder gibi içmeye devam ediyorsa kim kalacak, kalabilir yanında? Kim olduğu önemli değil, hiçbiri önemli değil bunların. Her zerremize işlemiş Yeşilçam'ın melodramdan ibaret olmadığını, son sahnedeki gibi sevginin ve emeğin ayrılmaz olduğunu görebilecek mi? Bir hayat kurabilecek mi? Kadını geçtim, yaşamayı sevebilecek mi hepten ölmeden? "Konuştuğumuz her şeye boş ver, gel ağla istediğin kadar" diye bastırsam sineme, derman olsa, olabilseydim keşke. 


* Görseller https://www.instagram.com/3uncuadam/. Sadri Alışık'ın fotoğrafı, yarım kalan filmi Ayyaş'tan...

28 Ekim 2019 Pazartesi

Şarkıların Gözü

Yavaş yavaş unutmaya başladığımı fark ettim, kayıt düşmek istedim. Mezdeke'yi saymazsak pek mutlu şarkım olmamış galiba. Mutlu veya değil, şarkıları çok sevdim. O yüzden onlar da özgür olsun artık, çıkıp gitsinler. Tuhaf değil mi, yazgısı şarkılara bile yazılıymış en baştan, tarihin akışını değiştirip her şeyi başlatan şarkıda yazar foreshadow yapmış. 


Gitme Sana Muhtacım, Zeki Müren
Beni Yalnız Koma, Melike Şahin
Senden Bana Yar Olmaz, Nim Sofyan
Sevince, Erkin Koray
Gönül Salıncağı, Erkin Koray
Mihrabım Diyerek, Leylâ
Hep Sonradan, Ahmet Kaya
Her Şey Seninle Güzel, Melih Kibar-Çiğdem Talu
Baharda Kuşlar Gibi, Özdemir Erdoğan
Düşürdün Aşkın Narına, Sümeyra
Yarim Derdini Ver Bana, Sümeyra
Gülünce Gözlerinin İçi Gülüyor, Emel Sayın
Sana Doğru, Ajda Pekkan
Dertler Benim Olsun, Neşe Karaböcek
Sans Toi, Corinne Marchand
Geçti Dost Kervanı, Ruhi Su
Tutsana Ellerimi, Hümeyra
Taşlar Oynadı Yerinden, Kalben
Yara, Kalben
Gesi Bağları, Selda Bağcan
Dila Hanım (1977) film müziği
Olmaz Böyle Şey, Yeşim
Sultan (1978) film müziği, Cahit Berkay
Umutsuzlar (1971) film müziği, Yalçın Tura
O Mahur Beste Çalar, Ahmet Kaya
Rüya, Ezginin Günlüğü
Ne Ettim Sana, Melike Şahin
Hepsi Geçti, Melike Şahin
Kalbin Yok mu, Marc Aryan
Kusura Bakma, Sezen Aksu
Her Şey Bitmiştir Artık, Rana Alagöz
Olmaz Olsun Böylesi, Erol Evgin
Beni Kaybettin Artık, Kamuran Akkor
Erkekler Ağlamaz, Nilüfer
Dönsen Bile, Nilüfer
Gocce di Memoria, Giorgia
Sus Duymasın, Hümeyra

27 Eylül 2019 Cuma

Aaahh Müjgan!

Bencilce olmakla birlikte bu bir sır değil. Köpek sahibi olmaya dair en ufak bir düşüncem yokken Müjgan'ı sahiplendim çünkü sevginin kıymetini bilen bir canlıya sevgimi vermeye ihtiyacım vardı (Sadece bakışlarımız ve şapşallığımız benzediği veya ikimiz de terk edilmiş olduğumuz için değil). Sevilmeye ihtiyacım olduğunu ise çoktan unutmuştum. 

Birine onun düşmanı olmadığını söylemekle düşman niteliğinden sıyrılınmıyor. Birini çekip vurduktan veya defalarca bıçakladıktan sonra da ona düşmanı olmadığını söyleyip gidebilir insan. Ömrümde, bütün ömrümde beni en çok üzmüş, kırmış, aldatmış kişi düşmanım değil midir? Ona değilse kime düşman denir? Düşman ne, kötülük nedir... gerçekten içimden gelmiyor artık düşünmek. Umurumda değil sanırım. Ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi işte. Herkes mutlu şimdi. Konu kapanmıştır. 

Eylül ayı beni asla hayal kırıklığına uğratmadı. Doğum günüm yıl dönümleriyle, yıl dönümleri ay dönümleriyle çakıştı. Edebiyat malzemesi bu hazan mevsimi, hüzün mevsimi ya da güz, neyse ne, tekrar ayağa kalktığım mevsim oldu hep. Yeniden doğar gibi (Yeniden doğmak, ironik bir şekilde, yalnızca bir kere doğduğunun farkına varmak aslında). Her defasında güçlenerek değil, abartmayalım. Eksildim, azaldım, hâlâ paramparçayım. Uzun bir uykudan uyanmış gibi kaslarımı esnetiyor, eklemlerimi kıtırdatıyorum. Her defasında kolum kanadım acıyor kırık yerlerinden. Yine de yeni güne uyanmaya devam ediyorum. 

Kara kara düşünüyorum: Bir kere indirecek oldum duvarlarımı, ilk defa bu kadar zırhsız, duvarsız, üryan kalacak oldum. Neler oldu... Nasıl yandı canım, nasıl acımaktı o. Yine de ne çok sevdim Tanrım! Bunca sevebilmeyi dilerim herkese. Bunca yoğun ve şiddetli, bunca gözü kara ve hesapsız, karşılıksız gerekirse. İzi kalan yarayı bir madalya gibi taşıyacağım hep. Bana yaşamanın, bir kalp sahibi olmanın hakkını verdiğimi hatırlatacak. Var, bir de kırıklığı var tabi. Kara kara düşündüğüm o: Yanan elimi ateşe bir daha nasıl uzatacağım? Arkasına kaçıp köşesinde büzüştüğüm duvarları nasıl indireceğim, zırhımı nasıl çıkaracağım üzerimden, ne vakit dilim çözülüp yeniden sevgi sözcükleri sarf edeceğim? Ne zaman, nasıl? Kim verecek bunun hesabını? Ben. Yine ben vereceğim. Sızlanmak yersiz. Sevebilme yetisi karşılığında ödenen küçük bir bedel bu devasa korku. En başından beri her aşamanın sorumlusu sadece benim. Eyleyen özne bendim. İçinden çıkmanın bir yolunu da yine ben bulacağım. Kendi hayatımda kurban değilim ben, acımayı reddediyorum kendime. 

Erekselliğe düşmek de varmış ama duyduğum acıyı duymadan vardığım yere varamazdım. Sevmek için savaşmadan sevilmekle barışamazdım. Sevdiğim türlü sevilmeye ihtiyaç duyduğumu itiraf edemezdim. Bu karanlık, bu gürültü içinde uzattığım ellerin havada kalmasından yorulduğumu kabul etmeyi kendime yediremezdim. Bir elin bana uzatılacağını hayal edemezdim. Kolum kanadım kırıldığı yetmezmiş gibi yeni edindiğim korkular elimi kolumu bağlıyor. Hayal bile edemiyorum, aklım almıyor. Savaşın artık bittiğini, barış ilan edildiğini idrak etmekte zorlanıyorum. Öylesine hazırdım ki her güçlüğü göğüslemeye... huzur aklımı karıştırıyor. Büzüşüp kaldığım yerden bir türlü çıkamıyorum, kendimi bırakamıyorum... henüz. 

Hatırlanmama düşüncesi karşısında her zaman dehşete kapılan ben, bu dünyada yalnızca bir kişinin nazarında ölü olmayı arzuluyorum şimdi. En fazla bir elmayla karanfil kokusunda, siyah beyaz bir filmde veya bir iki şarkıda devam etmek yaşamaya. Yok olmayı arzuluyorum hocam. Kendimi yeniden var edebilmek için. 

21 Ağustos 2019 Çarşamba

Sızlanış

58. gün berbat başladı. 

İşten eve ancak gece dönebileceğim için Müjgan'ı uzun gezdirmek amacıyla Ortaköy'e uzanmışken sancı saplandı. Çocuğun hiçbir yeri koklamasına izin vermeden acele ettire ettire eve zor attım kendimi. İlaç alıp kanepede bayıldım ağrıdan, o da benle birlikte kıvrıldı, esirgemedi sıcaklığını. 

Kendimi toparladım, evden çıktım. Belediyeye birkaç metre kala doluya yakalandım. Akşam kokteyl hikâyesine giydiğim elbiseyle topuklu ayakkabılar kendimi dar bela ofise atabildiğimde suya sokup çıkarılmış gibiydi. Arkadaşımın ofiste tuttuğu fazla ayakkabılar hayatımı kurtardı. Hele büyük gelmemeleri mucize kabilinden. 

Aklım Müjgan'da. Evimin fazladan tek anahtarı en son 58 gün önce gördüğüm insanda. Yüzümü kızartıp eve uğramasını, Müjgan'ı bir tur gezdirmesini rica ettim. O da kendi hayatıyla cebelleşiyor. Ortalıkta anahtar filan da yok. Yüzüm kızardığıyla kaldı, Müjgan da çitin içinde. 

Yağmur durup durup boşalıyor hâlâ. Bari akşam kokteyl mekânına toplu taşıma yerine taksiyle gideyim diye düşündüm (yağmurda taksi, İstanbul'da?) yanımda yeterli nakit yok. Arkadaşımın emanet ayakkabılarının ıslanmaları riskini alamayacağım için mecbur, kendi ıslak ayakkabılarımı giyeceğim çıkarken. Toplu taşımaya razıyım, yine sıçana dönmesem bari. Müjgancık çok bunalmasa o kadar saat. Nasıl bunalmasın yavru, kolay mı? 

Buraya yazmayayım da kime diyeyim derdimi, kimden yardım isteyeyim? Kavanozları aslında açabiliyorum, evet ama günün ağırlığından kime yakınayım, hem nasıl yakınayım hiç hakkım yokken, herkesin hayatı bundan on kat daha ağırken? 



18 Ağustos 2019 Pazar

Büyü

Daha en başta, buraya yazarken kendimi tutmayacağım diye söz vermiştim kendime. Kimi zaman incitmek pahasına yazdım, yazıyorum. 

İşin doğrusu kendimi yorgun, kırgın, hayalsiz hissediyorum. Dileksiz uykular uyuyor, beklentisiz sabahlara uyanıyorum. İncinmek hafif kalır, orta yerimden gürültüyle kırılmış gibiyim. Kaza süsü verilerek, taammüden. "Büyü"... Zaman zaman anımsar gibi olsam da sonra yine boş gözlerle uzaklara dalıyorum. Doğal herhalde. Ne de olsa daha 55. gün. 

Aldatılmak korkunç. Bir başkasıyla sevişmekten bahsetmiyorum. Zamanın hafifçe yavaşladığını hissettiğin ılık bir anda mutlu ve huzurluyken, öyle ki içinden "Ne olur zaman dursun" diye Tanrısız dualar sarkıtırken, karşında içleri gülen bir çift gözde de aynı mutluluk ve huzuru gördüğünü düşünmek; bir ömür ya da yıllar değil, batsınlar yerin dibine, o kısacık ânın içinde kurduğun yuvanın başına yıkılması aldatılmak. Benle hiç mutlu olmamış, asıl bensizken mutluymuş. Sen ne güzel, birlikteyken ne rahatız derken dikenler üzerinde yürüyormuş meğer. Başta ben de seviyordum da sonra geçti. Tam aynı değil şimdi. Geçti. Enkaz menkaz, neyse ki anların velayeti bende. Bakamazdı zaten, onları da düşürüp kırardı. 

Büyü sözcüğü dönüyor kafamın içinde birkaç gündür. Kırık bir söğüt dalından farkım yok ki... Gerçeklik bile ayaklarımın altından kayıp gitmişken büyüye nasıl inanırım? Bir daha aldanmayacağımı nasıl söyleyebilirim kendime, inanır mıyım? Keşke daha sık aldansaydım bugüne kadar. Daha kolay gelirdi belki. Bunun can sıkıcı bir rahatsızlık gibi geçebileceğini hiç bilmiyordum. Bense vaktinden geç yakalanılmış bir çocukluk hastalığı gibi geçiriyorum: ağır, yıpratıcı, tehlikeli. Büyüye inancımı da hepten alıp götürmesinden korkuyorum. Götürmeyip bırakmasından daha çok korkuyorum. Genel olarak korkuyorum. Kaçıp saklanasım var. Ah be ne firariydim... En fazla gözlerimi yummaya enerjim var şimdi kaçmak için. 

Yalnız bir defa istek üzerine yayından kaldırmıştım bir yazıyı, onu da şimdi geri yüklüyorum. 

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Halhal-ı Pür Melâl



Karşı kıyının radyosundan erişip kulaklarımı öpen klasik müzikle yürüyerek Roma merdivenlerine geldim. Üzerinde ne yazdığını çok merak ettiğim taşın üzerine tüneyip kitap okudum biraz. Sonra dikkatim dağıldı. Bu sarı sıcak kadrajın, bu sesin içine karışıp gittim. Kaç dakika bilmiyorum, bıraktım iplerimi. 


İlk defa bu yaz halhal yok bileğimde. Unuttum. İlk defa. Ne çok anlam yüklerdim halbuki. Küçüklüğümden bu yana her yaz halhaldan başka şey takmadığım çıplak ayaklarımla koşar, yaz sonu da dilek dileyerek denize atardım halhalımı. Kendimi bildim bileli hep tek bir dileğim vardı: Çok âşık olmak. Mutluluk opsiyoneldi. O yüzden pek dikkate alınmadı sanırım.

Hindistan'dan gümüş bir halhal alana dek sürdü bu dilekler. O halhalı atmaya kıyamadım. Halhalsız tek bir yaz geçirmedim ama. Denizin sularına gömmeyi bırakmış olsam da yaşama sevincimi, umudumu, aşka inancımı simgeliyordu. Bir gün gelip de unutabileceğim, Mazı'ya gelirken geride bırakabileceğim aklımın ucundan geçmezdi. Bu kadar mı kötü durumum,  hiç umut yok mu?

Kırkım çıktı  halbuki. Yeni doğan bebeğin mi yoksa yeni ölen mevtanın mı kırkı, onu zaman gösterecek. Kırk günü geçti; nefes alıp veriyorum, güneş doğup batıyor. Kırklarca gün daha geçecek, biliyorum.

Yarın Bodrum'a inip güzel bir halhal alacağım kendime. Sonra da turkuaz suyun içinde güneşle oynaşmasını seyredecek, altı yaşımda aynı şeyi seyrederken duyduğum katıksız mutluluğun aynısını duyacağım. Hem de inanmadığım ve inanmayacağım kadere inat, izinin kalmasını hiç beklemediğim yaranın, iki insanın geçirdiği müşterek zamandan arta kalabilecek en saçma yaranın olduğu ayağıma takacağım halhalı. En nihayetinde bunu ben diledim. Ben istedim. Eğer yaşamaya devam edeceksem halhal en çok bu yaralı ayağıma yaraşır.

1 Ağustos 2019 Perşembe

Taze Söğüt Dalı

38. gün. Birini sevme düşüncesiyle bir gün yeniden barışabilecek miyim?


Yaşamın her zerresine göbekten bağlıyım zaten. Gün içinde gözüme takılıp da gülümsediğim ayrıntıları bir bilseler... Gözlerim aşka gülüyor; anamın karnından çıkıp da açıldıkları an gülmüşler sanki. Ne akıttığım, ne de geride bıraktığım hiçbir yaş her nasılsa solduramadı bu gülüşü. Ta ki son zamanlara kadar… Yüzüme bu denli koyu bir gölge düşmemişti hiç.

Yoksunluğun acısını değil, beni var kılan sevgiyi yazmaya çalışmalıyım; taze yaramı sağaltacak olan budur belki de. Gözlerinin içine gülümseyerek bakarken ve sen elbette bunun üzerine gözlerini içinin karanlığına kaçırırken ben bulabildiğim her aralıktan içine giriyorum aslında. Küflü loş dehlizlerini el yordamıyla hissederek ilerliyorum içinde. Ben sana bakarken, o âna kadar yaşadığın her ânı, pişmanlıklarla delik deşik ettiğin geçmişini okşuyorum usulca. Duyduğun ürperti, ılık parmak uçlarımın senin sıvası dökülmüş soğuk duvarlarında bıraktığı izler. Pişmanlıkların, geleceğine daha fazla gölge düşürmesin diye adaklar adıyor, kuytularında yeşerttiğin kavruk ağaçlara çaputlar bağlıyorum. Ben senin gözlerine bakarken çavlanların düşüşü çağlıyor kulaklarımda, bilemezsin, havada asılı oynayan su damlaları gökleri rengârenk kuşatıyor. Sen istediğin kadar siyah giy, ben seni ismini bile bilmediğin renklere ayrıştırıyor, her birini ayrı ayrı sevip tekrar birleştiriyorum siyahında.

Esmer geniş yüzünü küçük beyaz avuçlarımın içine aldığımda tutup dokunduğum şey yalnızca bir insan yüzü değil artık, var oluşumun uçurumunda duruyorum. Sevgimin vardığı uçsun sen. Bir adım sonrası uçurum, dibini göremiyorum. Aslında bakamıyorum bile korkumdan. Hâlbuki kendimi bıraksam kanatlanıp uçarım belki. Kara kıvırcık saçlarının uzarken aldıkları virajlarda savrulup dalgalanıyor saçlarım. Göğüs boşluğun aşiyanım. Birlikte gülüp birlikte ağladığımız anlarda kurduğum yuvaların ince dallarını hep o mis kokulu çukurdan topladım. Yeryüzünde yapayalnız olmadığımı bileyim diye doğmuşsun sanki. Diş çıkarmış, birbiri peşi sıra sarsak adımlar atmış, koşmuş, okuyup yazmayı sökmüşsün… Sonra aşka gülen gözlerimle ben geldim dünyaya. Diş çıkardım, sarsak adımlar attım birbirinin peşi sıra, koştum, okuyup yazdım, çok sevdim; vapurda dışarıyı seyrederken denize değiverecekmiş gibi uçan kuş sürülerini izlemeyi mesela. Ne o kuşlardan bir şey bekledim ne senden. Karşılıksız, kendiliğinden oluverdi. Başladığı gibi de bitti. Ben kuşların uçuşunu hatırlıyorum. Sen de unutma.


“…[V]e ben, tutkusunu bu şiddete katık edip büsbütün koyultan kadın, son şarkının kırık güftesi. Bir güç var içimde. Saçımın telinden ayağımın ucuna dek hissettiğim. Bir güç. Aşk olduğunu düşünmeyi sevdiğim. Mayası mayamla bir; yolum yoluna, yolu yoluma çıkmış az insan var içimdeki cemreyi alevlendiren ama her kimse onu bir mecra kılıyorum içimdeki aşkı özgürleştirmek için. Kaçaklık ruhumda var, onu topraklıyorum.” (9 Nisan 2017)



 

20 Temmuz 2019 Cumartesi

Yuvasız

26. gün. 
Yalanlar işittim. Ağlayarak bir sigara yaktım, sonra bir tane daha. Ben ağlayıp sigara içerken "İlişkin bitti, bitti, kabul et artık bunu" diyordu yanımdaki adam. Donup kaldım, hiçbir şey diyemedim. İlişkim bitti evet, normal bir ilişki de sayılmazdı. Peki sevgimi ne yapacağız, o bitmedi, bitmek bilmiyor. Acım sevmekten. Böyle özlemek içimi kavuruyor. Hak ettiğinden veya değdiğinden değil, başka türlüsü elimden gelmediğinden. Birine çok değer vermek -gereğinden az mı çok mu kim ölçüp biçebilir- değersizleştirir mi insanı? Bu beni zavallı mı kılıyor? Bundan korkuyorum bir yandan. Diğer yandan, yüceltici bir tarafı var böyle sevebilmenin. Birkaç basamak yukarısında durmak gibi hayatın. Saygısını kaybediyor muyumdur sevmeye devam ettiğim için? Sevgisi olmadıktan sonra bir önemi var mı? Hiç sevgisi var mı? 

Müjgan da heder oluyor benimle. Perdeleri kapatıp, klimayı açıp yattım bütün gün. Biraz geldi sarıldı, sonra gitti karşı kanepeye yattı iç geçirerek. Bütün hüznümü emiyor yavrucak. Bu hafta içi açık hava gösterimlerimiz var. Saçma sapan saatlerde çalışacağım. Evde pek olmayacağım, dolayısıyla çitten çıkamayacak o da. Tam desteğe ihtiyaç duyduğum zamanlar... Böyle bir ihtiyacım olduğunu söyleyebilmek bile yeni sayılır benim için. Oysa söylemenin, yazmanın bir faydası yok artık. Yalnızım, o da yalnız kalacak. Yalnız ve mutsuz iki kadın olarak devam etmeye çalışacağız hayata. Hiç bundan kötü olmamıştım. Parkelere sarılıp ağladığımı bilirim ama parkeyi gözyaşlarımla ıslatırken bile bu kadar yerde değildim. Bu ben miyim, buna bile inanamıyorum. 

Herifin biri çıkıp benim de ağzıma sıçacakmış demek... Onun şeref hanesine mi yazılıyor acaba? Açıktan değil de gizli gizli. Güçlü bir kadının gücünü kırabilme rütbesi. Buna izin verebilecek kadar güçlü olduğumu söyleyen bir argüman da var. 

Ne düşünüyor, aklından ne geçiyor? Ne istiyor, ne bekliyor, ne umuyor? Ya ben? Ben bir hayat kurabilirdim onunla. Düzeltmemiz, elden geçirmemiz gereken çok alan olurdu belki ama güzel bir şey olurdu en sonunda. Birlikte uğraşmaya didinmeye değerdi. Ona göre ben buna değmiyorum. Başka türlü bir şey onun istediği. Kimse bilmiyor. Benim istediğim ise o. Kimse takmıyor. Ancak buraya yazıyorum işte. Sessizlikle konuşuyorum. Telefondaki gibi. Yine de "sesinin kendi elleri, kendi dudakları var" hâlâ eminim, o ellere dudaklara yeniden dokunmak güzeldi bugün. Kısacık anlarda yuva kurduğumu söyleyiverdim ya telefonda... Düşünmemiştim daha önce ama tam öyle sahiden. O yüzden yuvasız bir serçe gibiyim 26 gündür. Balkondaki kuş yuvası biraz can yakıcı oluyor bu açıdan. Yuvam var, beni almıyor. 

"Daha kötü"... Daha kötüsü var mı bilmiyorum. Daha iyi nasıl olabileceğimize dair sıra sıra fikirlerim var ama, kimsenin umurunda değil onlar da. Bir güç var içimde, "İzin verin güzelleştireyim dünyayı, hayatı..." diye bağırası var avazı çıktığı kadar. İzin vermiyorlar. 
Boğuluyorum. 


15 Temmuz 2019 Pazartesi

Kaybımın Yası

21 gün oldu. Kaybımın yası hafifleyeceği yerde her geçen gün ağırlaşıyor. 

Tam 12 yıl önce dün, âşık olduğum çocuktan ayrılmış ve böylece, o sırada tam idrak edemesem de hayat hikâyemin yönünü değiştirmiştim. "İlk âşık olduğu kişiyle evlenmesi gereken biri" olmadım hiç. Öyle yapsaydım bunun herkesi mutsuz edeceğinden bugün de eminim. İlk defa o söylemişti çok güzel sevdiğimi. Yıllar sonra da en iyi yaptığım şeyin bu olduğunu işittim. Anlaşılan o ki bir sabit varsa o da sevgim. Her on yılda bir arşa çıkıyor.

10 yıl önce psikiyatr söylemişti kaybımın yasını tuttuğumu. Baş edebilmek için bu blogu açtım, yazmaya başladım. Baktığım zaman, bir arpa boyu yol alamadığımı düşünüyorum şimdi. Hatta durum daha da kötü sayılır. 12 yıl önce irademin vargücüyle bir karar almış, kendimi de onu da perişan etmek pahasına eyleme geçmiştim. Bugün ise irademin hiçbir hükmü yok. Maruz bırakılıyorum. Tek başıma perişanım.

İki yıl önce tanıştığımızda bu hale gelebileceğim aklımın ucundan geçmezdi. Yazık ki hayatla kurduğu (ya da kuramadığı) ilişki çok geçmeden sirayet etti. Her şey güzel giderken birdenbire gitmediği ortaya çıktı. Elle tutulur, tutunabileceğim hiçbir açıklama olmaksızın kalakaldım. Aradığım, hatta aradığımı bile bilmediğim her şeyi bulduğum insan, bulduğum her şeyi alıp gitti. Geriye kalan boşlukla birbirimize bakakaldık. Sonra ben dibe çöktüm. Sonra geri dönmesiyle birlikte en yükseğe çıktım. Şile'deki birkaç gün bulutların üzerinde geçti. Kaybettiğim yüzüğümü o mutluluğun adağı gibi düşündüm. Sonrası hiç hak etmediğim işler, hiç tatmadığım kederler, yeni dipler, dipsiz çaresizlikler... Yine de sorsalar mutluydum derim. Yanındayken hep iyiydim. Dışarıyla, dışarımızla mücadele etme gücü bulabiliyordum. Her gün o nefretin altında eziliyorum şimdi. Sevgisizlik bir yandan, nefret bir yandan. Sudan çıkarılmış, can çekişmesi izlenen bir balıktan farkım yok. 

Müjgan olmasaydı imkânı yok parçalarımı bir arada tutamazdım. Belki istifa bile ederdim. Nasıl olsa anlamı kalmadı. Günler bir an önce geçsin diye kendimi uyuşturmaya bakardım. Bu defa ben perdeleri açmaz, evin içinde karanlıkta yatar ha yatardım. Kimseyle konuşmadan, parmağımı oynatmadan. İçimden gelen bu. Bunun dışındaki her şeyi zorunluluktan yapıyorum. İşe gidip gelmeyi, akbil doldurmayı, gülümsemeyi, Müjgan'la oynamayı, mutfak alışverişini. Hepsi, yapmak zorunda olduğum için. Başka bir canlının canından sorumluyum. Müjgan'ı hayatta tutmalı, onu mutlu etmeliyim. Zaten ancak onun mutlu olduğu anları görünce biraz çözülür gibi oluyor buzlarım. Bizde anlaşılamayan şeylerden biri de buydu: Mutlu etmeden mutlu olamazsın. Ve ben o kadar kolay mutlu oluyordum ki... Ne kadar kıskansa yeridir.

Tek bir satır daha yazmayayım diyorum. Sonra nefes alamıyorum. Baş ağrısı, kalp ağrısı her yerimden çıkıyor acısı. Yazsam da çıkıyor ama en azından içimin koyu karanlığından dışarı atmış oluyorum sözleri. İçeride kalırlarsa çürüyüp beni de çürüteceklerinden korkuyorum. Mesela ne kadar güzel söyledi "Yapamıyorum" diye. Nasıl net. Şimdi artık yapabiliyor demek. Mutluluktan kanatlanmış olmasa bile -belki havalara uçuyordur ne bileyim- iyi herhalde. Olmasını istediği şey oldu. İyi hissediyor olmalı. Bari o hissetsin. Hem, elma da seni sevmiyor diye kızılmaz ki elmaya. 

Bu ölme duygusunu yazarak anlatabilirim sandım ama beceremedim. Sonra gene denerim. 



7 Temmuz 2019 Pazar

Gel ya da Git


Aimez-vous Melih Kibar?

Günler geçiyor. On iki gün oldu. Sayarsam kolay geçeceğine inandırdım kendimi. Henüz pek bir faydasını görmedim. Her gün vapura biniyor, işe gidip işten dönüyorum. Sabah kalabalıkla birlikte ilerleyip vapura binerken (hepten yapayalnız hissediyorum o anlarda), vapurdan inip otobüse yürürken bu çalıyor kulağımda. Bulut Aras'tan kazık yedikten sonra işine gücüne bakan, dolmuşa yetişip temizliğe giden Türkan Şoray gibi hissediyorum. Bunu ilk düşündüğümde sınıfsal duyarsızlıkla suçladım kendimi. Sonra bunun ortak kadın deneyimlerini baltalamasına izin vermek istemedim. Hâlâ çalıyor.

Gündelik koşturmacalar, stresler, sıkıntılar veya sıradan küçük diyaloglar sırasında "Ölmek istiyorum" diye geçiriyorum içimden. Kendimi öldüreceğimden değil ama istemek bedava. Dün ağzımdan çıkıverdi, "Ölüyorum" dedim Bezgin'e. Bu vesileyle üç yıldır bana yansıtmadığı öfkeyi çıkarıp attı içinden. Beni de çıkarıp atmak, hayatına devam etmek istiyor artık. Haklı. Bana bunca şey yapmış bir adama âşık olup ona olmadığım için kırgın, kızgın. Yine de beni bu şekilde itham ederek (?) paylaştığımız onca şeyi değersizleştirmesi kırdı beni. Hem de çok. Çok fazla. Sen de vur. Hatta toplaşıp vurun. Yere kapaklansam da vurmaya devam edin hatta. Ölmezsem cadı olduğuma kanaat getirirsiniz.

Radyoda şarkıya denk gelince sonuna kadar dinlemeden geçemiyorum ama hiç melodisi kadar neşeli geçmiyor günler. "Sızlamaz!" diye cevap veriyorum yine yüksek sesle. Sızladığını biliyorum oysa. Sadece yeterli değil (01:08:00). "Yapamıyorum" derken yükselen sesini aklıma getiriyorum hep. Hayatım o an orada son bulsaydı keşke. O an değil de o andan hemen önce aslında. Yine de şimdi yaşamaya devam edebilmek için tutunduğum yegane an o. 

Yıllar sonra beni kırmayı başarmış olsa da Bezgin'i anlamamam mümkün değil. Hayat adil değil işte. Değil. Elimden hiçbir şey gelmiyor. Tanışmamızdan birkaç saat önce kafamda dönen düşünceler geri dönmeye başladı. "Mutlu olmayı hak etmiyorum belki de." Ne kadar saçma olsa da bir kere aklına girdi mi çıkmak bilmeyen bir düşünce. Oysa hayır, adamın biri mutlu olmaya yeteneksiz olduğu için yaşıyorum bunu. Bunu uğraşmaya değer bulmadığı için. Kıymet bilmezlik ne fena şeymiş. Kutsal kitap gönderecek olsam bir numaralı günah yapardım. Kendi kıymetimden bahsetmiyorum. Yaşamanın, sevmenin, paylaşabilmenin, dokunabilmenin kıymetinden bahsediyorum. Ama ben de fena sayılmam tabi. İyiyim bence. Bir boka yaramasa da. 

1969 yapımı bir Yeşilçam filmi izliyordum bugün. Doktor Zhivago'nun müziğini kullanmışlar. Ona ağladım. Şimdi yüz bininci kere hangi filmi izlesem acaba? Selvi Boylum mu, Vesikalı Yarim mi yoksa Sevmek Zamanı mı... Sultan'ı belki ama Şener Şen'in Tultan dediği sahnelerde de ağlamak istemiyorum artık. Feminizme ihanet edip finale saklamak istiyorum kendimi. Bir Sadri Alışık açarım belki. Özledikçe izlerim diyordum, alnının iki yanından açılmış koyu kıvırcık saçlarını, şiir gibi uzanan favorilerini izlerim. Acıyla karışık. Keşke karışmasaydı hiç. Elbette her şey çok güzel olmayacaktı ama bok gibi olmasına da gerek yoktu. Aslında her zaman sevmek zamanı çünkü hayat çok kısa, ölüyoruz. 

26 Nisan 2019 Cuma

Lay Your Head Where My Heart Used to Be



Lay your head where my heart used to be
Hold the earth above me
Lay down in the green grass
Remember when you loved me

Come closer don't be shy
Stand beneath a rainy sky
The moon is over the rise
Think of me as a train goes by

Clear the thistles and brambles
Whistle 'Didn't He Ramble'
Now there's a bubble of me
And it's floating in thee

Stand in the shade of me
Things are now made of me
The weather vane will say
It smells like rain today

God took the stars and he tossed them
Can't tell the birds from the blossoms
You'll never be free of me
He'll make a tree from me

Don't say good bye to me
Describe the sky to me
And if the sky falls, mark my words
We'll catch mocking birds

Lay your head where my heart used to be
Hold the earth above me
Lay down in the green grass
Remember when you loved me
Remember when you loved me
Remember when you loved me

Kayıp

Bugün, teklif edildiği zaman korkudan geri çevirmemem, kabul etmem için beni yüreklendirdiğin işim gereği elime koca bir kutu dolusu, Yılmaz Güney’le ilgili arşiv malzemesi geçti. Orijinal film afişleri, fotoğraflar, baskıdan daha dün çıkmış gibi canlı gazete kupürleri, cinayet haberleri, hapislik yazıları, sevgilileri, fotoromanları, ilk defa gördüğüm fotoğraflar… Her birini tek tek incelerken nasıl heyecanlandım anlatamam, anlatmama gerek yok. “Keşke şimdi tam şurada olsaydı” dedim, “benden daha çok heyecanlanır, gözleri ışıl ışıl parlardı”. O yüzden parlayıp parlayıp söndü gözümdeki ışık. Bir iki saatin sonunda kutuya her şeyi sırasıyla geri koyup kapağını kapattım, kutuyu da masamın hemen yanına, yamacıma koydum. Yılmaz Güney’e biraz benzediğini söyledi arkadaşım. Dün akşam Süleyman’ın barındaki Sadri Alışık fotoğrafına yine gözüm dalmıştı. Bir de Fikret Hakan var... Ama seni en çok Pütün mutlu ederdi. Eğer öyle bir kabiliyetin varsa tabi. Benim vardı, kayıp. 



24 Nisan 2019 Çarşamba

Yapboz

Hiçbir zaman tamamlanmayan bir yapboz gibi. Eksikliğiyle malûl değil. Aksine, onunla var. Tamlık daha tanımlandığı andan itibaren gerçekleşmesi beklenmeyen bir ideal, bir referans noktası ancak. Çok yaklaşılabilen, vardım sanılabilen hayalî bir ülke. Yetişkinlikte de inanmaya devam etmek acı verici. Bir başkasıyla tamamlanmayı beklediğim zamanlar oldu, olmuştu. Karşında duran insana korkunç ağırlıkta beklentiler yüklemek anlamına geliyor bu. Büyük haksızlık. Sonra baktım ki iş öyle değil, mesele benimle ilgili. Her şey değişti o zaman. Sevmek büsbütün yeni bir şey oldu. Yine emek kaldı ama başka türlü. Ayakları toprağa bastı sanki. Daha sevecen, daha dingin, daha hakiki. 

Hiç tam olmadım, olmayacağım da. Fakat neden yalan söyleyeyim, hiç bu kadar eksik hissetmedim.

Yap, boz, yap, boz, yap.

21 Nisan 2019 Pazar

Yük

Hiç yaşayasım olmuyor bazı günler. Yük geliyor devam etmek. Yürürken bir ayağımı diğerinin önüne koymak, bir sonraki nefesi almak, akbil basmak, hatta şarabı açmak. Her şeyi bırakıp bir anda katıla katıla ağlamaya başlayasım var hâlâ. 

Bu bahar tomurcuklanmadan kuruyan lalelerime serçeler konuyor. Müjgan terk edilmiş, mahzun, uysal bir köpek de olsa bir çocuk en nihayetinde. Evde canı sıkılıyor. Pencerenin önündeki kanepenin sırtına ön ayaklarını dayayıp yükselerek dışarıyı izliyor. Kumruları takip ediyor çocuksu bir şaşkınlıkla. Hepsi birden havalanınca ödü patlıyor. Adını Müjgan koydum; mahzunluğu, kirpiklerini kırpıştırması da adına uygun ama öyle çocuk, öyle günahsız ki birlikte ağlaşmaya el vermiyor gönlüm. Yine de ister istemez ortak ediyorum koyu kederime. Bende yaşam izine rastlayamayınca o da iç çekip kıvrılıyor bir köşeye. 

Günler geçiyor, birbirinin aynı. Müjgan'a rağmen aynı. Ülke olanca ağırlığıyla üzerime geliyor, tek başıma karşılamak zorundayım. Boğazda gördüğüm yunusları, balkonda gün batımını, linççi güruhları; tüm güzellikleri ve tüm çirkinlikleri tek başıma karşılamalıyım, "Bak" diyemeden. 

Tek tesellim bir işe yaradığına inanmak. Her şeyin yoluna girdiğine, en azından artık biraz olsun rol yapmak zorunda kalmadığı için aklının rahatlamış olduğuna, harikulade bir kadınla tanışmış olduğuna, öyle ki gülünce gözlerinin içinin güldüğüne... Buna değmesi için en azından birimizin gülüyor olması gerek çünkü. O da ben değilim. Birlikte yaparken mutlu olduğum ne varsa tek başıma yapmaya çalışıyor, her birinden ölesiye nefret ediyorum. 

13 Nisan 2019 Cumartesi

Baharçalan

Nisan yağmurlu geçiyor. Serin ve yağmurlu. Şikayet etmiyorum bundan, aksine memnunum havanın bana ayak uydurmasına. Oysa ilk iş perdeleri açardım evi mağara gibi bulunca. Yine de kapatmıyorum perdeleri. İçerim, dışarım, her yer karanlık nasıl olsa.

İlaç, sandığımdan çok işe yarıyormuş. Bir gün almayınca dengem şaştı. Acıma aydım daha doğrusu. Dün yeniden başladım o yüzden. Antidepresan mı, uyku ilacı mı, yoksa iddia ettiği üzere psikosomatik düzenleyici mi anlamadım ama her ne ise işe yarıyor demek ki. Gün içinde sersem gibi oluyorum, kafam pek çalışmıyor ama önemi yok. 

Nisan, mayıs... Bir yıl, sonra bir yıl daha... Beline kadar uzanan bembeyaz saçları örgülü bir kadın olacağım. Yine de yüzüme bakıp dehşet içinde "Hiç göstermiyorsunuz!" demeye devam edecekler. İçimde kalan sevgileri de göstermiyorum, görmek ister misiniz, dayanabilir misiniz? 

Dışarısı serin ve yağmurlu. Bu durum hiç ırgalamıyor beni. Bahara inanmıyorum çünkü. Ara sıra güneş açıyor, o arayla sıraya sarılıp "bahar" diyoruz bence. Bahar yok. Yalnızca duyduğum bu üşüme ve iç ürpertisi. Gün gelir farklı şeyler yazarım belki, o gün gelir umarım. Öfke ve merhamet doldurur içimi, başka hiçbir şeye yer bırakmaz. Değil mi ki ömür geçiyor, o gün de gelebilir pekâlâ. Fakat bu serin, yağmurlu nisan ayında üşüdüğüm kalacak. 

11 Nisan 2019 Perşembe

Avare Mustafa (1961)

İki gün önce Jean-Paul Belmondo'nun 86. yaş günüydü. Ben de bu vesileyle Belmondo'nun adını ilk duyduğum, varlığından ilk defa haberdar olduğum filmi paylaşmıştım ve film bir Belmondo filmi değildi, bir Kemal Sunal filmiydi: Devlet Kuşu (1980). Dün, izlemeyi uzun zamandır ertelediğim bir filmi izlerken, o filmin Orhan Kemal'in aynı adlı romanının ilk film uyarlaması olmadığını fark ettim. Dahası 20 yıl arayla çekilen iki uyarlamanın yönetmeni de Memduh Ün.




1980 çevrimi Devlet Kuşu'nun aksine 1961 çevrimi Avare Mustafa bir dram. All-star senaryo ekibi Memduh Ün, Halit Refiğ, Lütfi Ö. Akad. Ayhan Işık'ın canlandırdığı Mustafa'nın benzetildiği aktör de Belmondo değil, önce Raj Kapoor (o yüzden "Avare" Mustafa), sonra Tyrone Powell. Mustafa'nın sevgilisi rolünde kendi sesi, annesi rolünde kendi annesiyle Fatma Girik. Mustafa'nın dost mu düşman mı belli olmayan iki arkadaşı Semih Sezerli ve Suphi Kaner. 




Mustafa, İstanbul'un yoksul semtlerinden birinde annesi (Muadelet Tibet), babası (Salih Tozan), iki kız kardeşi (biri Panter Emel olarak bildiğimiz Emel Yıldız) ve erkek kardeşiyle yaşamaktadır. Orta okul ikinci sınıftan "belgeli" Mustafa "bir baltaya sap" olamamış, kendisine yönelik beklentileri karşılayamamıştır. Esasen kendi kendinden beklentisi altında ezilen genç adam iki serseri arkadaşıyla birlikte boş gezmekte, her akşam içmekte, eve yalpalayarak gelmektedir. Öte yandan komşu kızı Aynur vardır. Aynur Mustafa'ya âşıktır, hayatı onunla birlikte göğüslemeye hazırdır, öyle ki "kız başına" Mustafa'dan daha sağlam durmaktadır. 

Bir gün Zülfikar Bey adında kalantor bir adam (Mümtaz Ener) gelip mahalleden bir arsa satın alır. Densiz kalantor, mahallenin küçük kara kartallarının top oynadığı bu arsaya apartman dikecektir. Salih Tozan ve ekürisi Osman Alyanak bu adama hemen yanlarlar. 

Zülfikar Bey'in eşini Halit Akçatepe'nin annesi Leman Akçatepe oynuyor. Fakat asıl sürpriz, daha doğrusu bugünden bakınca tartışmalı oyuncu seçimi Zülfikar Bey'in zengin, şımarık ve "kara kuru" çirkin kızını oynaması amaçlanmış olan Çolpan İlhan. "Amaçlanmış" diyorum çünkü 1980 çevriminde Müjde Ar'ın kardeşi Mehtap Ar'ın hayat verdiği Hülya karakteri burada ne şımarık ne de çirkin. Bu yakıştırmalar yetmezmiş gibi dönemin güzellik normları uyarınca Fatma Girik göz doldururken Çolpan İlhan "sıskalığı" nedeniyle film boyunca aşağılanıyor. Hal böyle olunca izleyicide ufak bir isyan hareketlenmesi oluyor tabi. (Yalnızca Çolpan İlhan değil Vahi Öz ve Faik Coşkun da alışılageldik karakterlerinin dışında karakterlere hayat veriyorlar.) Tamam belki biraz şımarık ama ne kasten ayırıyor sevenleri ne de Mustafa'ya sevgisi haybeden. Ben ikna oldum şahsen. 

Film açıkça sınıfsal analizi çağırdığı halde uzun uzadıya film analizi yapacak değilim, yalnızca filmin izlenesi olduğu kanaatindeyim. Bence sırf bir romanın dram ve komedi uyarlamaları nasıl olur görmek için bile izlenir. Belki bu ara pek gülecek halim olmadığından, belki Ayhan Işık insanın gözünü okşadığından, belki de 1960'ların Yeşilçamı bende ev hissi uyandırdığından bilmiyorum, dram versiyonunu daha çok sevdim. 

Keşke birlikte izleseydik. 

24 Mart 2019 Pazar

Sürgün

Sürgün verebilecek her şey sürgün vermiş gibi burada. Benden beklenen de bu şimdi. Gözleri aşka gülen taze bir bahar dalı gibi geniş bir gülümsemeyle yüzümü güneşe dönmem. Oysa sürgün verecek gibi değil de sürgün edilmiş gibi hissediyorum. Bana ev gelen bir göğüs kafesinden sürüldüm. Her iki sürgün de yaşamı sürdürmekle yüklü. Hele bazı bitkiler var, taşı delip çıkıyorlar yaşamak için. Utanıyorum onlardan.


Kör oldum sanki. Güzel bir şeye baktığımı biliyor, göremiyorum. Oysa gözlerimden birini sen al istiyordum, benim gözümle de gör dünyayı, kıymetini bilmediğin küçük güzellikleri gör. Ciğerimin yarısını alsaydın da koklayabilseydin, içine çekebilseydin portakal çiçeğinin şekerli kokusunu. Burnumun yarısını veremezdim yalnız, o zaman bana kalmazdı biliyorsun. Küçük şeylerden mutluluk devşirebilmemi kıskanırdın. Kendinle birlikte onu da alıp gittin.

Acılaştım. Daha da acılaşmaktan korkuyorum.

Ölmeyeceğim. En kötüsü de bu. Yaşam, bitene dek sürmekle malûl. Çok acı.
İsyan aşamasını bir türlü geçemiyorum. Saçmalık, haksızlık, mantıksızlık bu durum, baştan aşağı yanlış. Öte yandan bir ülke seni istemediği için sürülürsün oradan. "Ben buraya aitim" desen de nafile, bura "hayır değilsin" dedikten sonra...

Bu yoksunluk sendromu bir gün biter mi, bitecek mi bilmiyorum. Bitene kadar benden geriye ne kalacak?

Kim enkaz şimdi?

Bak, limon ağacının arkasındaki bizim ev.

Yıldız çiçeği adı.

Ağa yakalanmış yıldızlar gibi görünmüyorlar mı ama?