30 Aralık 2010 Perşembe

Zaman, Mekan ve Kestane Ağaçları

Kedi insanı/köpek insanı gibi bir ayrım zaman ve mekan için de yapılabilir. Mesela B. tam bir zaman insanıdır. “3 yıl önce bugün”, “5 yıl sonra bugün” ve “yaşlanıyoruz” gibi cümleleri sıkça kullanır. Derdi ağırlıklı olarak zamanladır, benimse mekanlarla. Hayatımda, başın yastıkta bıraktığı gibi yer etmiş mekanlarla çok güçlü bağlar kuruyorum. Sanki her biri kişisel tarihimin bir müzesiymiş gibi. Bu lüzumundan güçlü bağı ilk defa ortaokulda, yemek saatinde bomboş kalan sınıfı izlerken fark etmiştim. Lisemin kampüsüne zaten aşıktım. Asırlık binaları ve bahçesi hep huzur verirdi. Okuldan sonra, kestane ağaçlarının altındaki banklarda oturmak –ağaçlar kafama kafama kestane fırlatmadığı sürece- bir keyifti. ODTÜ’ye geldiğimde ilk fark ettiğim –okulun içinden otobüs geçtiğini dehşetle fark ettikten sonra yani- yolun iki tarafındaki kestane ağaçlarıydı. Hele onlar sonbaharda sararınca kendimi iyice evimde hissediyordum. Aşık olduğum yağmurlu bir gecenin sabahı elimde bir el ve yalın ayak yürüdüğüm okulda ayaklarımın beni götürdüğü yer bölümdü…ve tabi ki Devrim. O zamanlar Kızılay’da bir SSK iş hanı vardı. Hala var ama o zaman vardı. Limon’un yeni kapandığı zamanlardı. Gölge revaçtaydı. Sadece SSK değil tüm Sakarya’da bir rocker egemenliği söz konusuydu. Gölge’nin taşınmasına denk gelen zamanlarda bu egemenlik türkü bar ve pavyonlara geçti. Biz de SSK ve Sakarya’dan geçtik. Zaten zaman da geçiyor ve birbirimizi duyabileceğimiz, rahatça oturup iyi kokteyl içebileceğimiz yerlerin peşine düşmeye başlıyorduk. Hem Sakarya hem de bizim için bir dönem kapanıyordu.

Yalnız ben dönem kapamayı pek beceremiyorum. En başından beri yazdıklarımla da bunu kanıtlamışımdır herhalde. Önce köfteci Doktor amcaya sonra da SSK’ya gittim eski bir dostla. Tam göreceğimi görmüş geri dönmeyi kabul edecekken üst katta eskilerden bir mekan gördüm, içim aydınlandı. O üst kat ne dramalar görmüştür; sağanak yağmur altında bağıra çağıra ne ilan-ı aşklar, ne kıskançlık krizleri, ne koşarak basıp gitmeler, bir itip bir çekmeler. Hatırlıyorum, tutkuyu aşk sandığım yıllardı. Aynı mekanın tuvaletinde yüzüme bakarken buldum kendimi. Nereye gitti o küçük kız? Kırmızı rujunla ona benziyorsun ama o değilsin. Draman içine mi kaçtı, konuşsana be kadın! Zaman geçer biz değişirken mekanların aynı kalması çok etkileyici. “Sen benim sabitimsin” diyordu bir adam bir kadına. “Hayır, sabit olan burası” demek istedim, “o kadın artık yanında olmadığında gene buraya geleceksin bu anın anısında onunla yeniden beraber olmak için. Onu burada arayacak ama bulamayacaksın. O sırada başka bir adam, hayatında onu sabit aldığını söyleyerek etkilemeye çalışıyor olacak kadını. Bunu bilerek bir yudum daha alacaksın. Mekanın kapanmasına yakın da yalpalayarak çıkıp gideceksin şu kapıdan. Hepsi bu.”

Sabitler ve değişkenler…sayı görünce panikleyen bir insan için iddialı metaforlar bunlar. Binalar yıkılıyor, aşklar bitiyor, insanlar artık yaşamıyorken neyi sabit alabiliriz? Geride kalan saç tokaları, kokular…yani hatırlayıştan başka neyi? Her şey değişirken ihtiyaç duyuyoruz buna. Güvende olduğumuzu bildiğimiz bir yer kalsın istiyoruz dünya üstünde. Hatıramızın kilitli bir odada toz tutarak da olsa saklandığından emin olmak. Üç yıl, beş yıl, on yıl sonra karşısına geçip “beni hala sevdiğini bilmek istiyorum” diyebileceğimiz biri kalsın istiyoruz. "Bir aşıktan çok daha fazlası", bir sabit. “Ev gibi bir adam” belki. Kendimizi kandırmayalım, içten içe buna hala inanıyoruz.




*Bunu yazdıktan sonra akşam haberlerinde SSK'nın yıkılacağını duydum. Yerine de bina yapılmayacakmış. 


29 Aralık 2010 Çarşamba

Ayçiçekleri

Neden böyle sulu gözlü oldum ben? Yeni bile değil bu halim.
Sevdiğim biri vardı. Bir asır önce. Herkesin vardır. Herkes ilkin farklı sanır kendi sevgisini. Daha çok, daha büyük, daha kuvvetli...bu kadar zaman sonra artık bir şey sanmıyor insan. Film izlerdik, ağlardım. Aptal gibi hissederdim kendimi, utanırdım. Doğa kanunu: kendisini sevenin gözlerinden göremiyor insan kendini. O kadar da aptal görünmüyormuşum meğer, bilemezdim. Geç de olsa öğrendim öyle görünmediğimi. Gene de en olmadık şeylere ağladığımda hep o ağlayışım geliyor aklıma. Tıpkı şimdiki gibi.
Çok düşündüm. İçki mi? Gecenin etkisi? Hormonlar? Aşk bile değil. Ölüm... Ölüm hep ağlatır beni. Hiç sekmez, dayanamam. Yok oluşlar, bir daha göremeyecek oluşlar, hatıralarda yaşayışlar hep ağlatır beni. Güzel şeylerin kayboluşundan daha korkunç bir şey gelmiyor aklıma. 
Bu sefer Vincent van Gogh'la ağladım. Evet, başardım bunu. Neyse ki kimse görmüyor artık. O yüzden kendi kendimle dalga geçiyorum ben de. Can sıkıcı rasyoneller gibi kurcalayıp durmaktan usanmıyorum bir de: iki bira içtim, ondan olamaz. Hormonlar? Sabit. Gece? Her zamanki kadar. Müzik? Salya sümük ağlatmaya programlanmış dev yapım Holywood film müziği gibi, I don't wanna miss a thing gibi bir şey. O zaman neden? Neden, neden, neden cevap ver rasyonel özne, neden? 
Resim...kaybettiğim en güzel şeylerin ilkiydi belki de. Yıllar sonra tesadüfen sardırdığım İngiliz yapımı bir bilim kurgu dizisi sayesinde ve Van Gogh'un suretinde, içimde bıraktığı ve yerini asla dolduramadığım boşluğa dokundu. Ne içki, ne gece...kendimden başka suçlayacak kimsem yok bu gözyaşları için de. Tamam belki bir de o şarkıyı o sahneye uygun gören insanın bok yemesi olabilir biraz...ama sadece biraz, çok değil. 
Bir kere başlayınca öyle durmuyorum ki. Sanki bir kez bir şeye gözlerim dolunca, o güne kadar ağladığım her şey geri geliyor ve hepsine birden ağlıyorum. Aşklar, ölümler, kayıplar...yeri doldurulamayacak ne varsa. İnsan yeniden aşık olur, biliyorum çünkü öyle diyorlar...ve doğumlarla hayat sürekli yeniliyor kendini ama bu demek değil ki boşluklar dolar. Toulouse Toulouse'dur ve Van Gogh da Van Gogh. Picasso? İkisinin de yerini dolduramaz, doldurmamalı da zaten. Hayat yeniliyor kendini ama boşlukları doldurarak değil, onları üst üste yığarak. Tıpkı bu ağlamalarım gibi. Geri gelmeyen her şey gibi. 



-al işte gene aynı yere döndük.
-sanırım hep olduğumuz yerden bahsediyorsun?
-aslında maalesef evet. birbiriyle kafiyeli devrik cümleler, geçmiş gitmiş aşka referans, ne kadar aptal göründüğünü tasvir etmekle yetinmeyip ne kadar aptal olduğunu da aşikar etme falan filan. kendine saygın nerede senin?
-dikkat et, tam arkanda!
-salak.
-içimden başka türlü yazmak gelmiyor ne yapayım. 
-bir şey yazmasan olmuyor mu? yazdıkların da pek bir şey ifade etmiyor zaten, malum. 
-bilemeyiz. 
-saçma sapan bir dizide çalan saçma sapan bir şarkıya ağlamışsın, bunu kimin bilmeye ihtiyacı var?
-bir kere dizi...tamam biraz dünyayı kurtaran adam gibi gelmişti en başlarda ama efsane bir dizi ve şarkı da...evet tam bir kız şarkısı, buram buram dram kokuyor falan ama sözleri vurdu sanırım biraz.
-gına geldi dramından.
-haklısın.
-tabi ki haklıyım.
-senden nefret ediyorum.
-ben de senden.
-iyi geceler.
-iyi geceler. 

28 Aralık 2010 Salı

Molto bene, allons-y!

My wandering days are over -Belle&Sebastian
I dont't love anyone -Belle&Sebastian
Moving on -Kimya Dawson
You love me -Kimya Dawson
New Soul -Yael Naim
Too long -Yael Naim

(Başlıkları alt alta okumak? Ne münasebet!)


Bu gece Belle&Sebastian ve Kimya Dawson gecesi. Neden biraz da Yael Naim olmasın?
Solgun sarı renkli -sırf bu yüzden bile vintage denmeyi hak eden- bir şifonyere karşı (leb-i şifonyer?) oturmuş doğum sonrası sendrom yüzünden günlerdir yüzüne bakamadığım tezimi önüme almış düzeltmeye çalışıyorum. Bitmiş işi kurcalamak, pişmiş aşa su katmaktan farksız. O yüzden hiiiç kasmadan cut paste yapacağım. Cut'n Paste, bir nevi Rock'n RollConclusion'ı da artık Einstein usulü, referanssız meferanssız dan dun döşerim. Özgüven eksikliğimle mütemadiyen bir halat yarışı içinde olan egomdan bahsetmiş miydim? Oh evet, bütün bir sonuç bölümünü aklımda kalan tortulardan döşeyebilir ve alıntıladığım bütün o adamlardan daha heyecan verici bir şey söylemeyi başarabilirim. Boşuna master of science denilmiyor, öyle değil mi? Science be my bitch!


Yok be, neyse ki bir iki toparlayıcı kelam etmişim de sil baştan toparlamama gerek kalmadı. Yalnız bir 'çalışmanın kısıtlılıkları/zayıflıkları' temalı paragraf eklemeliyim. Bu parlak fikir de elbette benden çıktı. "Çünkü ayağım 35 numara" deyip işin içinden sıyrılmak istiyorum ama akademi camiası henüz buna hazır değil. Nasıl olsa etrafından dolanıp gene aynı şeyi söylerim ben. Değil mi ki akademi biraz da bunun üstüne kurulu ve ben -tez hocamın da takdir ettiği üzere- inatçı karının tekiyim. 


Hala tezden bahsediyorum değil mi? Ama işte aşk böyle bir şey, sürekli ondan bahsetmek istiyor insan. Bi seni konuşurum diye şarkısı bile var. Geçen şey geldi aklıma: "Gerçek aşk" ne saçma bir ifade. "Gerçek" diye nitelendirmek zorunda kalınıyorsa tek başına "aşk" işkillenmemiz gereken bir durum değil midir? "Aşk"ı ne zamandan beri pejoratif kullanıyoruz? Kaldı ki o bizim kendi pejoratifliğimiz, şahsi hayvanlığımızdır. Gerçeği kolpası olur mu lan bunun, aşk aşktır işte. Böyle ibne gibin, puşt gibin bişey.


"For all your big talk about being ready for a relationship, deep down you're single. It's your default setting" dedi bugün Barney Ted'e. Çok içerledim. Panikle telefona sarılıp, evlenecek olan arkadaşımı aradım "n'olur sil o +1'i!" diye. "Ne de olsa ayşec." diyerek kafadan +1 demişti de işgüzar gelin. Hayır sonra yanımdaki boş sandalyeye bakıp bakıp yuvarlayacağım rakıları, film kopacak, ne düğün hatırlayacağım ne bir şey. Kaldı ki "Samantha Jones değil Bridget Jones bekarı" kategorisine giriyormuşum. Öyle buyurmuştu 8 kadından biri. Kavgada söylenmez be! Yani bilinir ama söylenmez, bırak bari havam kalsın. Ya da bırak ya, havam da batsın bu dünyayla birlikte!


Şu son paragrafı yarın eklerim bence. Bir şey yok zaten. İşte "şöyle sıçtım, böyle sıçtım...püü beş para etmez de bir tez yazdım, yazmasam daha iyiydi" kıvamında gözünü çıkaracağım tevazunun. Yok be, mütevazı değilimdir ki ben. Batırdıysam batırdım derim ama "şurası da on numara oldu haa, tadından yenmiyor!" da derim. İşte ben bunları yarın derim. Şimdi biraz daha Doctor Who izleyeyim. Çok tırsarsam How I Met Your Mother'la taçlandırır, öyle uyurum. Süper plan. Ayşec. the Magnificent


Doctor Who demişken, David Tennant çağrıştırdı: Big Bang Theory "smart is the new sexy" diyor ya, böyle saçmalık duymadım. Smart has always been the sexy and it always will be! The Doctor karakterinin David Tennant'ı bile çekici kılması başka türlü açıklanamaz. Böyle de koyarım tespiti. Koyar da giderim vuslata ermeye dikdörtgen suratlı Matt Smith'le (argümanım çürümüyor çünkü kendisi biraz ebleh bir Doctor). Dur ya haksızlık etmeyeyim, inceden bir Oleg Menshikov'u andırmıyor değil hani Tennant. Anlamlıymışçasına bakan zeytin gözlüler derneği eş başkanı (takım elbise ve pardösü değişkenlerinin etkisi sabit alınarak). 


(Bu blog işinde playlist hazırlamanın kesin daha pratik bir yolu var ve ben bilmiyorum, değil mi? 8tracks miydi neydi o zımbırtı? Neyse uzun iş şimdi, sonra bakarım.)


*Allons-y, Fransızca'da let's go demek. David Tennant'ın canlandırdığı Doctor'ın sıkça kullandığı bir cümleydi. Keza molto bene. O da İtalyanca çok iyi demek. Onun anlamı allons-y'den daha ayan beyan tabi. Yalnız "dilden dile" diye düşünürken Semra isimli televizyon kahramanının sözlerinin "Daldan dala" adlı remix'i aklıma gelmişse buna bir son verme vaktim de gelmiştir. 



27 Aralık 2010 Pazartesi

Ms. Grumpy

Amerikan filmi klişesi gibiyim. Hani gösterirler ya şişman, gözleri yarı açık bir adam yağ ve terden görünmez olmuş beyaz atleti altından göbeğini kaşıyarak kök saldığı kanepede sürekli bir şeyler yiyerek televizyon izler. Bir Doctor Who 5. sezon, bir How I Met Your Mother 1. sezon izleyerek iki saatte bir yemek siparişi veriyorum. Kök saldığım kanepe benim bile değil. Arkadaşlarımın Ankara'daki evlerinin işgalinin ikinci haftasını doldurdum. Klişe artı yüzsüzlük. 


Dün Doctor Who'da da ağlamayı başardım. Inception gibi bölüm çekmişler ben ne yapayım! David Tennant'ı ilk gördüğüm zaman "bu ne lan, ibiş!" demiştim ama Matt Smith'ten sonra mumla arıyorum. Dizideki bu regeneration olayı heder ediyor beni. Tam alıştım derken hoop papyonlu doktor! Ama hani takım elbise, converse, pardösü? Gene de izleyeceğim, sardım bir kere. 




Bir de dün bir isyan hasıl oldu ki anlatamam ki anlatacağım tabi ki. Durduk yere sinirlendim şu Puccaesque bloglara: Kimliğim ifşa olmasın da yapıştırayım oraya bir Marilyn Monroe/Audrey Hepburn, şuraya buraya pin up hatun resimleri, ondan sonra hayatımdaki insanlara takma isimler vererek yazayım ha yazayım aşk, seks, ilişkiler üstüne. Anlıyorum, Carrie Bradshaw birçoğumuzda "onu ben de yazarım lan" etkisi bırakmış ve Hank Moody de bu özgüveni biraz törpüleyip derinleştirerek de olsa pekiştirmiştir. Fakat olmuyor işte, bir sakil duruyor o bloglarda. 


Önce acaba dilden mi diye düşündüm. Yok, sadece o da değil. İlişkiler hakkında konuşmak başlı başına saçma geliyor bana. Muhabbet esnasında baya mesai harcıyoruz bu mevzuya ve keyifli de ama oturup ciddi bir şeymiş gibi yazması? Tükenmez bir malzeme olması cazip herhalde. İlişkiler hakkında herkes kendi küçük bilgeliğini geliştirmiş olduğu halde bazıları daha deneyimli ve dilleri daha pabuç kadar da olunca kim tutar. Kimse tutmasın zaten, herkes her şeyi yazsın. Ama saçma. 


Gittim yepisyeni bir mail adresi aldım, onunla da yepisyeni bir blog açtım kendime. Bu sefer ben de deşifre etmeyeceğim kimliğimi dedim, gizem yapacağım. Hem de İngilizce yazacağım, yeni mecralara açılacağım. Pembe sarışınlığı; sarışınlık da aptallığı çağrıştırır hep. Fonu pembe yapacağım. Acımasızca yazacağım, hiç acımayacağım. Her şeyi çözmüş, hepsini bilmiş edalarında canım ne isterse onu yazacağım. Dalga geçecek kafa bulacağım. Bu ne be, mıy mıy mıy. Kendimden içim kıyıldı. Yardır kızım ayşec. 


I ıh, iş çıkmayacak o blogdan. Dashboard'u daha komplike, onunla cebelleşmek lazım bir müddet. Hem bir iki yazıdan sonra sıkılırım. Ne yazacağım ki boş boş? Hem kimseye söylemeyeceğim de birileri denk gelecek? İnternetin sınırlarını merak ediyorum aslında. Oturduğum yerden yazdıklarımla dünyanın neresindeki insanlara ulaşabilirim acaba. Dünyanın bir ucundaki bir insanın aklındaki anahtar kelimelerle benimkilerin örtüşme ihtimali çok acayip değil mi? Kültürel emperyalizm vesaire, elbette değil. Hayır, gene de acayip.


Bir de bu yeni blog fikrinin How I Met Your Mother izledikten sonra olgunlaşmış olduğu gerçeği pek umut vaat etmiyor. Ted Mosby kafasıyla yazarsam istemediğim duygusallık dibimde biter gene. Belki de hepsini bir kenara bırakıp olduğum kişiyle barışmalıyım. Acımasızca ve sert, alaycı bir üslupla yazmak için çaba sarf edeceksem öyle yazmanın ne anlamı var? Yeni bir blog açmamın nedenleri arasında sorumluluğunu almak istemediğim sözler sarf etme ihtiyacım mı var? Beni yakından tanıyan insanlar tarafından yargılanmaktan muaf olmak belki? 


İnsanlık hali. Her ne kadar "sorumluluğunu alıyorum" dese de her yaptığının, ağzından her çıkanın sorumluluğunu aynı kuvvetle alamıyor insan. "Arkasındayım" demesi boş bir cengaverlik olarak kalabiliyor. İçindeki şeytanları uluorta sergilemek de az cengaverlik değil. İçimdeki şeytanlar dürtüyor bir yandan, "ne hayrını gördün ki şu dönüştüğün kadının" diye fısıldıyorlar. "Sümsük, mıymıntı, paçoz..." diye de düz gidiyorlar baya. O gazla açtım bakalım bir blog ama bir kapatma tuşu varsa lank diye de kapatırım...


ps: vardı. "delete site" diyordu, "eyvallah delete" dedim. gene kendime neyi yediremediysem başlamadan bitti. canım çektiğinde ingilizce yazmamı mazur görürsünüz artık...






Ms. Grumpy (temsili resim)


mr. unhappy - julie delpy http://fizy.com/#s/1miyh4 (serbest çağrışım)

25 Aralık 2010 Cumartesi

Asla ve Daima

Kaç yıl var ki "asla" ve "daima" demeye dilim varmıyor. Boyumdan büyük, hayata büyüklük taslayan laflara hayat eninde sonunda güler geçer gibi geliyor. Öyle şeyler oluyor ki gülüp geçiyor da. 


"Ne köfteci doktor amcaya ne de rembetiko'ya bir daha asla gitmeyeceğim" diye geçirince içimden, hayatı beklemeden kendim güldüm içimden geçene. Mekanlar ve hatta insanlar bile bir yere kadar tutuyor, insan asıl mekanlar ve insanlarla özdeşleştirdiği anılarına tutunuyor. Köfteci doktor amcanın yarım ekmek köftesine hayran değilim, ya da rembetiko'nun birasına. Çok acı, çok ayıp ve büyük haksızlık biliyorum fakat sırf bu özdeşlikten dolayı görüştüğüm insanlar, gitmeye devam ettiğim mekanlar var.


Öte yandan, geçmişine tutunarak yaşayan bir insanın o geçmişin parçalarıyla ilişkisini sürdürmek suretiyle geçmişini canlı tutmasından doğal ne olabilir? Zamanda geri gitmek bile değil, hayatı sabitlediğin zamana attığın demiri daha da ağırlaştırmak bu. Ta ki istesen de yerinden kaldıramayacağın kadar ağırlaşana dek. Kulağa biraz psikopatolojik geliyor lakin psikopatolojinin istisna değil norm olduğu kanaatindeyim.


"Bir daha asla bahar şenliğine katılmayacağım", öyle mi? Uzunca bir dönem kurduğum özdeşlikten dolayı muhafaza ettiğim herkesin, her yerin ve her şeyin -tek bir söz bile etmeden- en uzağına kaçmak istiyorum. Madem silemiyorum, insan beyninin bana tanıdığı bütün olanakları bu kaçışa, bu kopuşa, bu terk edişe vakfetmek istiyorum. Marifet değil ama bugüne kadar sevdiklerimi hep terk ettim zaten. Başıma buyruktum; korkak, çocuk ve aptaldım. Oysa şimdi birini, bir yeri, bir şeyi ilk defa gerçekten terk ettiğimi hissediyorum. Bunu yapabilmek aylarımı aldı ama işte ilk defa sırtımı dönüyorum. 


"Depresif şeyler" yazmaktan hoşlanmıyorum, hedeflerim arasında küçük bir ibrahim sadri olmak yok. Tam bir drama queen olabilirim ama arabesklikten fellik fellik kaçarım (müzikten değil tavırdan bahsediyorum). Ama işte yaşadığım bu, hissettiğim bu, aklımdan geçenler bunlar ve bunları böyle açıkça dile getirmek belki de bugüne kadar yaptığım en cesurca şey. Hem de hiç bir zorunluluğum yokken oturup "böyleyken böyle" diye anlatmak...kim kimi "daima" sevebilmiş ki.


Geçmişi belki silemem ama terk edebilirim.






24 Aralık 2010 Cuma

All I Want for Xmas

Üslubum kadar rahatlayabilseydim ben de keşke. Halbuki imzalar atıldı, oy birliğiyle “bu tez olmuş” denildi. Kala kala az bir ekleme-düzeltmesi, onu hocaya yeniden göstermesi, format kontrolü ve gene imzalar, imzalar kaldı. Bunlar da bir şekilde hallolacak, biliyorum. O zaman hala ne bu huzursuzluk? Ankara basmaya başladı sanırım. Hatta bölüm. Hiçbir şey pürüzsüz iyi ya da pürüzsüz kötü değil. Keşke yazıldığı gibi yaşanabilseydi hayat. O zaman bütün arkadaşlarım birlikte olurdu, var olduğunu bile unutmak istediğim adam bu isteğime saygı gösterirdi ve tezim ciltlenmiş olarak yazıldıktan-sonra-yüzüne-bakılmayacak-tezler rafında yerini almış olurdu. Öyle olmuyor. Aşk bitiyor, tez bitmiyor arkadaş. Yol gidiyor, ben gidiyorum, ömür bitiyor, tez bitmiyor.

Ama işe yarıyor. Tez yani. Dün gece fark ettim ki bundan bir makale çıkarmasam bile ekmeğini yiyebileceğim. Ankara’da bir mekan vardır -isim vermeyeyim- gece çıkıldı mıydı, eninde sonunda oraya gidilir. “Nereye gitsek, ne yapsak” konuşmaları usulen yapıldıktan sonra “kimi kandırıyoruz, tabi ki oraya gideceğiz” denilir ve gidilir. Herkes herkesi orada bulur. Tanıdığa rastlamamak imkansız gibidir. Dile kolay beş yılımı verdikten sonra kapıda “hoş geldin ayşec.” diye gülücüklerle karşılandığım yer de, Ankara’dan taşınmakta olduğumu söylediğim zaman rakı ısmarlandığım yer de burası. İnsan gençliğini ve karaciğerini bir mekana vakfedince, mekan da vefa sahibiyse bir geri dönüşü oluyor tabi. Yalnız dün geceki başka bir şeydi. Kapıdaki görevliler, vestiyerdeki çalışan derken en son mekanın ortağıyla sigara yasağı muhabbeti ediyordum. Bir onla tanışmıyorduk, tamam oldu. Küçük konuşmamızın sonunda -kara kaşım kara gözüm hayrına olmayacağına göre- denetimci olabileceğimden şüphelendiği için olsa gerek bir bira ısmarladı. Sahada edindiğim datanın gerçek olmasına çok güldüm. Bu “ısmarlama” işi şehre ya da mekana özgü değil. Neyse, sonuç olarak tezimin bu kadar somut bir getirisi olacağını hiç düşünmemiştim. Hoş, gene de bilimsel etik zart zurt diye başta istemedim ama saham değil bir şey değil, ne etiği dedim sonra. Su bile içmedim sahamda, eh bir bira alayım hadi.

Sırada bir CV hazırlamak ve gönlüme göre doktora programı bulmak var. Madem adamlar bende bir ışık görüyor, denemeden heba etmiş olmayayım bari. Doktoraya başvurmuş olayım da sonradan başımı dağlara taşlara vurmayayım. Nasıl olsa iş bulamam, başını vur dur artık oraya buraya. Tabi önce bir konu, bir research proposal lazım. “Ana akım hocalarla yapamazsın sen” gazını da almışım, kim tutar. İyice bir şey sanmaya başladım kendimi. Çok okumam gerek bu dönemde. İyice geriledim, saçma sapan bomboş bir şey oldum. En basitinden, çıkmayacağım Pandora’dan. Önceden aldığım Nietzsche ve Heidegger’i de keyif için okuyacağım artık. Jüri sırasında Dadaloğlu benzetmesi yapılan Foucault’yu da öyle bölük pörçük değil kitap kitap okuyacağım. Uslu bir sosyolog olursam bir gün Derrida bile okuyabilirim, aporialarını sevdiğim.


23 Aralık 2010 Perşembe

Buram Buram Ilgıt Ilgıt Tez Jürisi


Tez bitti. Tez hiç biter mi? Hiçbir şey olmamış gibi boşlukta kaybolup gider mi? Tez bitti. Master bitti. Zor oldu ama bitti.

“Ne o heyecanlı mısın” diye soran hocama “ne heyecanı, psikosomatik abide gibiyim” derken zerre mübalağa etmiyordum. Bilinen ne kadar stres belirtisi varsa hepsinin yanına bir tik attım. Uyuyamadım, yemek yiyemedim, hatta yediklerimi de tutamadım. Bu sefer de uykusuzluk ve açlıktan başım dönmeye ve zangır zangır titremeye başladım. İki saat süren jürinin sonlarına doğru başımın istemim dışında küçük düşüşlerde olduğunu fark edince elim kolumla destekledim. Sanırım gene de kötü görünüyordum ki hiç öyle beklediğim gibi gıkım çıkmadı. Hocam “biz şöyle düşündük” diyerek söz aldıkça onu başımla onaylamakla yetindim. Onunla hemfikir olmadığımız bir noktayı da şu tanımadığım hoca destekledi, sonra onlar tartıştı biraz. Sonra işin içine moderniteyi (bence modernizmi) sokan hocamla da küçük bir tartışma yaşandı ve ben bir iki küçük cevap ve müdahale dışında başımı hafifçe sallayıp onaylamakla yetindim. Yalnız iki kere kaşımın kalktığını hatırlıyorum.

Jüri henüz başlamadan çay getirip çikolata ikram ederken ister istemez bir “ben ne yapıyorum” dedim. Anneannemin günlerinden beri elimde tepsiyle bu kadar hanım hanımcık salınmamışımdır. Ta lisansın başında –şimdi evlenmekte olan- arkadaşımızın “yani kadın her yerde kadın” diye bitirdiği sunumu bile geldi aklıma. Ben de başka bir açıdan bakmayı tercih ettim: Bu usta-çırak hiyerarşisini seviyorum ki ben. Demli çaylar feda olsun, tepsi tepsi taşırım.

İki saat sürdü ama jüriye damgasını bir buçuk saat konuşan A. Hoca vurdu. Biraz “bundan daha iyisini yapabilirdin” ve “bu tez başka türlü yazılabilirdi”ledikten sonra yaptığı benzetmeyi kolay kolay unutmayacağım herhalde. “Hani Cem Yılmaz’ın bir şeyi var ya 10 adımda Anadolu Rock diye, ona benzemiş bu” (?!). Beklediğim eleştiri cümleleri arasında Cem Yılmaz beklemediğim bir isimdi! “Hani diyor ya ‘bana inanmıyorsanız (eliyle de taklit ederek) Dadaloğlu da diyor”. Ben de aynı şekilde durup durup Foucault’luyormuşum. Dadaloğlu-Foucault?! Savunmamı yaptım tabi ama kesmedi: “Söz meclisten dışarı, siz bize bu işi böyle öğrettiniz hocam. Benim için de orada asıl önemli olan bir hikaye anlatmak ama bilimsel olarak kabul görmek için uymamız gereken bazı kodlar var maalesef”. Tamam, bu kadar düzgün cümle kuramıyordum belki o sırada ama buna benzer bir şeyler söyledim ve hocam da sağ olsun şapkasını önüne koyup destekledi beni. Ben de koydum gerçi: “Doğrudur, Foucault orada duruyordu, ben tezi üstüne kurdum hocam…ama yersiz olduğunu düşünmüyorum”.

Şu “sen bir dışarı çık bakalım”lar çok fena yalnız. Eşinin doğum yapmasını beklerken volta atan heriflere benziyordum. Bir de ben volta attıkça topuk sesleriyle çınlıyor bölüm ama düşünceli olacak durumda değilim, içim içimi yiyor. Neyse girdim ve yüzlerinde master’ımın finiş çizgisini müjdeleyen ifadeleri gördüm. Gerçi bunu bir iki saat kadar idrak edemedim ama olsun. Herkes gittikten sonra toplantı salonunda hocamla çay bardaklarını toplayıp tepsilere koyarken yaptığımız konuşmada duygusallaştım. Jüride toz kondurmadığım tezi başladım yerin dibine sokmaya, “bir şey gördüm ama adını koyamadım” da “literatürdeki halihazır konseptlerden yararlanmak zorundaydım” da “anlattığım şeyi karşılamak için yeni konsept üretmem gerekirdi” de… Biraz moral verdikten sonra “adını koymak konusunda korkak davrandın” deyince “tam sırası” dedim, “kaldır ayağı göster ‘hoca hoca, ben bu 35 numara ayaklarla yazdım bu tezi sen ne diyorsun’ diye”. Dilimin ucuna geldi, diyebilirdim de ama demedim. “Küçücük bir kızım ben” dedim, “hadi len eşek kadarsın” diye cevap geldi. Eşek kadarım değil mi, ehehe…sıpayım hatta.

Yani bitti. Bir dönem kapanıyor işte. Paralel giden bir başka dönem gibi gereğinden fazla uzamış bir dönem. Yanımda olmasını istediğim ve yanımda olan herkese nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Yanımda olmasını istemesem de yanımda olduğunu belirten fakat yanımda yöremde göremediklerime ise söyleyecek sözüm yok, kalmadı, o yüzden susuyorum. Bu en mutlu günümde arkadaşlarım ve ailem yanımda olduğu halde bir şeyler hep eksik, gülümsemem hala buruksa ve bunu fark ettiğim her an kendimi pataklayasım geliyorsa…bu mutlu sonu artık her şey için yeni bir başlangıç olarak tarihe not düşmek en iyisi. 


22 Aralık 2010 Çarşamba

Tez Boğmacası #5 (Son?)

merhaba,
en fazla 5-6 saat sonra kalkacağım.
yarın 11'de tez jürim var.
heyecanımı gidermek için uptown'da içtiğim bir kadeh merlot'yu bir diğeri ve evde 3 fıçı bira izledi.
geçti mi derseniz, hayır zerre işe yaramadı.
maksimum 10 sayfa olması gereken sunum metnim 16 sayfa ve kısaltamıyorum.
nefes darlığım arttı, gerginliğim had safhada.
bunun dünyanın en önemsiz şeyi olduğunun da bilincindeyim fakat ne diyor üstat: "anlamak çözmeye yetmiyor."
öyle bir hava yarattım ki sanki bir sürü insan okuyor bunu, halbuki alakası yok. 
oysa istiyorum ki öyle olsun, bir sürü insan okusun bunu ve paylaşsın heyecanımı.
heyecan çünkü ben yarattım bunu, ben yazdım, ben yaptım.
kendimi tanıdığım kadar iyi biliyorum keyifli geçeceğini fakat işte insan karşı koyamıyor bu heyecana. 
annem babam aradı akşamüstü. babam biliyor kendisine benzediğimi, ben de artık kabullendim hatta hoşuma gidiyor. "sakın sinirlenme" dedi, "provoke edeceklerdir fakat sakın kızma". kesin köpüreceğim sinirden, fakat bunu söylemesi bile öyle iyi geldi ki... babasının kızıyım, evet ne var! siz de kafamı bozmayın arkadaş, o el o bele gidecek!
bi bok olacağım bu işin sonunda, kolay mı?
yarın sosyolog oluyorum. öss'den daha heyecanlıyım ve daha anlamlı bir an yaşamadım bugüne kadar. kariyer alanında yani. yoksa çok anlamsız bir hayatım olmadı. hayır...olmadı.
tekel'e patladım: "vay arkadaş! 3 aydır sigara içmiyorum, sigaramın light'ı çıkmış, bu ne lan maviş maviş!" bir paket 2001 aldım, sonra yarı yoldan dönüp bir de çakmak ama yakmadım, yarın o jüriden sağ salim çıkarsam yakacağım bir tane. belli olmaz, öyle bir geçer jüri ki daha devam ederken yakarım. 
her kim okuyorsa bunu...sen...siz...bir başkası...güya teknoloji ama gene de tam bilemiyor insan...beni tanıyan, tanımayan...bana şans dileyin olur mu? kendime güvendiğim halde korkudan ölüyorum çünkü. belki de ben jüriden çoktan çıkmış olduğum zaman okuyacaksınız bunu, olsun...iyi dilek, iyi dilektir :)



20 Aralık 2010 Pazartesi

Tez Boğmacası #4


Sunum hazırlamıyor, tezimi Türkçe'ye çeviriyorum adeta. Nefes darlığım stres seviyemle doğru orantılı olarak arttı. Jüriden sıkılma sinyalleri aldığım halde sunumun hepsini yapmakta ısrar edersem panikleyecek ve orta okuldaki konuşma hızıma erişeceğim muhtemelen. Sinir katsayımı da hesaba katarsak hem yüksek sesle hem de tane tane fakat anlaşılması zor bir hızda konuşacağım muhakkak. 


Çok iyi olmasa bile en azından orjinal ve keyifli bir tez yazdığımı düşünerek kendimi rahatlatmaya çalışıyorum. Bunu ben yaptım, ne kadar kötü olabilir ki diye elektroşoklar gönderiyorum egoma ama ı ıh, yemiyor. Bu gece geç bir saatte, bir destan uzunluğuna ulaşan sunum metnimi bitirir, yarın da üstünden geçerim. Sunum esnasında da muhtemelen göz ucuyla bakmaktan fazla bir yüz vermem metne. Sunum benim neyime zaten, doğaçlama insanıyım ben. Hocam da hazırlama demişti ama gardımı almadan gider miyim hiç? Pışık! Gözümden kaçan bir tutarsızlık kalmamış olsa bari. Buna dayanamam işte. 


Nasıl kısa keseceğim ben bu sunumu? Keyifli bir tezin sunumu daha da keyifli olmalı halbuki. Sıkıldıklarını görürsem paniklerim. Hocam gözümün içine bakarak pis pis sırıtacak muhtemelen, ben de ona bakmamaya çalışacağım. Arkadaşı çok insan bir akademisyene benziyor, ona bakarım. Beni dinlerken not alırlarsa da paniklerim. Her hamleyi taarruz gibi algılamaya yatkınım şu aşamada. Beni tanıyan iki hocam beni kışkırtıp sinirlendirerek eğleneceklerdir, bu provokasyonlara gelmemeliyim. 


Neyse neyse, bunları yarın düşünürüm. Çarşamba'ya daha çok var...hı hım, evet. Çarşamba'yı sel aldı, bir yar sevdim el aldı. Mesela. Ben sakinim. Sunumumu hazırlamayı bitireceğim ve ödül olarak bir bölüm Doctor Who izleyeceğim. Who deyince aklıma gelen tek şey World Health Organization. İstatistikler, akciğer kanseri, eğilimler, korelasyonlar...Şarkı ne güzel. Evet evet, şarkı. Koca bir yarınım var, koca bir yarınım var, koca bir yarınım var....Ya aptalsam, ya farkında değilsem? Ama hayır, aptal olduğumu fark edecek kadar zekiyim. Neyim ne? Paradoks mu bu şimdi! Ya beni üzmemek için kimse söylememişse aptal olduğumu? Ama ya o övgüler? Ne övgüye ne yergiye kulak asmayın diyen Kipling değil miydi? Ne de severim Kipling marka çantayı.


Biri şimdi önüme bir yüzde koysa o kadar rahatlayacağım ki: Aklın şu kadar, akılsızlığın şu kadar. Tamam diyeceğim, en azından biliyorum ne kadar olduğumu. Bu kadar hazır olduğum halde biraz mübalağa ederek anlattığım gerginliğimin sebebi sınanmaktan hoşlanmamam. Yarışmayı da sevmem mesela. Kendine güvensizlik mi başarısız olma korkusu dolayısıyla mükemmeliyetçilik mi bilmiyorum. Bütün muhtemel açıklamalar listeleniyor zaten aklımda. Konu bu değil. Sevmiyorum. Çıkıp da kendimi kanıtlamak zorunda olmaktan hoşlanmıyorum. Ondan sonra bana ukala diyorlar çünkü ters tepiyor. Ters teptiği eşikten sonra da burnum düşse eğilip almam. 


Şu sunumu hazırlamayı bitireyim de gerisini yarın düşünürüm. Scarlett O'Hara yöntemi. Onun da kendine hayrı varmış gibi, neyse. The Doctor gel jürime gir allahsız! Çok sıkışırsam TARDIS'e at götür beni bu diyarlardan ("bu diyarlar" meaning this time&space), companion'ın olayım. Gerçi matematik zekam sıfıra yakın ve koşarken üçüncü metrede tıkanırım ama olsun. Jürinin eline düşeceğime Sontaran'lara Dalek'lere yem et beni. Bilimkurgu bile sevmezken Dünyayı Kurtaran Adam teknolojikliğindeki diziye sardırma derecem inanılır gibi değil. Kahve, biraz daha kahve...Şarkı, şarkı çok güzel. 

19 Aralık 2010 Pazar

Beyaz Hava

Gökyüzü beyaz. 
Kalbim kadar beyaz, bu sayfa kadar beyaz bu gökyüzünü bana ayırdığın için teşekkür ederim Ankara. Evden çıkmıyorum. Çıkarsam Kuğulu'ya yürürüm. İyice üşüyene kadar bir bankta oturur, sonra da kalkıp içebileceğim bir yer ararım Tunalı'da. Voodoo çok uzak, Random'la Kıtır çok yakın. Café des Cafés'ye gider sıcak şarap içerim muhtemelen. Gözlerim dalar gider, çıkaramam. O yüzden çıkmıyorum evden. Sanki jürimde the Doctor olacakmış gibi 4. sezonu bitiriyorum. 
Bu akşam başlayacağım sunum için hazırlanmaya. Ne diyordu Lefebvre'le Certeau bir bakarım, Foucault'yu kalben biliyorum zaten. To know by heart'ın çok pespaye bir çevirisi oldu bu, neyse. Yarın ve sonraki gün de kütüphanedeki karellere kapatırım kendimi. Bunalınca çıkar kırmızı koltuklardan birine oturur dışarıyı seyrederim. Aşağı inip bir kahve içer, tekrar kapanırım karele. Geri gelmeyecek sıradan bir günü özler gibi özlüyorum bu rutini. Kitapların arasında olmak müsekkin bir ilaçla aynı etkiyi ediyor, sakinleşiyorum. Her an geçmişin dev dalgalarıyla boğuşup boğulan ruhum baygın fakat nefes alır halde kıyıya vurmuş gibi huzur buluyor. Oysa ki okul, bu dev dalgalardan müteşekkil bir ada. Kütüphane, fırtınanın gözü oluyor bu durumda. 
Ece Temelkuran'ın yazısını okudum sabah. Aylin Aslım'ın bir şarkısına gönderme yapmış. Kullanıldığı diziyi düşününce zavallı şarkı dedim, ne yapmışlar sana. Gene de bilmiyorum, doğru gelmiyor. Geri gelir diyor şarkı. Geri gelmiştim de, fakat sabit alamazsın ne geri geleni ne de geri gelineni. Hem, geri gelmez herkes ve her şey. Misal, zaman. Geri alamayız, gelmez. Arkada gölgelerini, yankılarını, kokusunu bırakarak gider ve gider sadece. Sıcaklığını esirger ki hatırlayış bu kış günü kadar soğuktur hep. 
Ellerim soğuk, gökyüzü beyaz. Geri alınamayan, her an biraz daha geçip gidiyor. 



18 Aralık 2010 Cumartesi

Tez Boğmacası #3

Aslında tez boğmacası demeye dilim varmıyor zira keyfim yerinde. Her ne kadar bölümün yakınından geçmek bile beni dark side'lara gark etse de kendime pabuç bırakmamak için azami gayret sarf ediyorum. Başka şeyler aklıma gelmesin diye sadece tezi düşünüyor, sadece tezden bahsediyorum. Biraz can sıkıcı ama öteki türlü de epey can sıkıcıydı. 


Dün tezimin çıktısını alıp jüri üyelerine verdim. Bir tanesi benim tanımadığım, hocamın arkadaşı olan bir hoca. Komşu okuldan. Bir iki sefer görüşmemiz dışında pek tanışmadığımız için ondan korkuyordum ama dün aksine sevindirdi beni. Kendisini "okumaktan kurtarmak" için tezi biraz anlatınca gözleri benimkiler gibi parladı, heyecanlandı, keyiflendi ve "süper!" dedi. Sonradan bakmam için makaleler önerdi filan. İnsancıl akademisyenlere her gün rastlamıyoruz...


Ve böylece Çarşamba günü jüriye giriyorum. Bu insancıl hoca teorik tıkanıklığımda benden yana görünüyor. Kendi aralarında tartışmaya başlayıp beni unutabilirler bile. Yok yok, keyifli geçecek. Sunum hazırlamak değil de kendime notlar çıkarırım. Çatır çatır savunurum tezimi. İnanıyorum çünkü tezime, seviyorum tezimi. Bundan emin olduktan sonra gerisi teferruat gibi kalıyor, altından kalkarım gibi geliyor. Bir güven geldi, hadi bakalım...


Dün gece o kadar güzel kar yağdı ki Ankara'ya. Kentin normallerine göre ılık bir hava vardı. Yerler buz değil. Sadece kocaman, yumuşacık kar taneleri. Sevdiğim insanlarla birlikteyim. Jüri tarihimin belli olmasına kadeh kaldırıyoruz. Daha ne? Bundan daha mutlu olmayı bekleyebilir miyim? Hakkım var mı buna? Ah ama "deserve's got nothing to do with it" değil mi... Bir bakıma yok, bir bakıma öyle çok var ki. Bu da "gulyabani diye bir şey yoktur ama olabilir de" gibi oldu, neyse...


Dark side'ı Koruma ve Yaşatma Derneği... Bit artık, bit. Azalarak da değil -azalmıyor çünkü- kıp diye bit. İşimdeyim gücümdeyim, yirmi dört ayardayım arkadaş. Daha ne dark'ı ne side'ı. Kabak tadı. Hayır, düşünmüyorum artık. Tezimi düşünüyorum sadece, jürimi düşünüyorum. Bir de acıktığımı düşünüyorum.


Yalnız o kadar güzel bir hava var ki şarkı söyleyesi geliyor insanın. Eymir buz gibidir şimdi ama ne güzeldir kim bilir. Soğuk gibi ama güneşli, berrak, insanı canlandıran, elem keder savar bir hava var. 


(bir şarkı takıldı aklıma, şimdi bir de şiir.)

16 Aralık 2010 Perşembe

Tez Boğmacası #2

Ben bu okula aşığım. Kampüse girmemle yüzümün gülmesi bir oldu. They can't take that away from me diyor ya şarkı, onun gibi. Bunu benden kimse ve hiçbir şey alamayacak gibi. Bölümde tez hocamı bulamayıp biraz oyalandıktan sonra tam merdivenlerden iniyordum ki burun buruna geldik ve o muhteşem yüz ifadesi: Hasstir yakalandık. "Ben de seni arayacaktım". Hı hı. 


Ondan sonra gene 3 saat blok tartışma tabi. Tezim başıma yıkıldı desem yeri. "Bu tez yanlış" gibi bir noktaya geldik neredeyse ama kanımın son damlasına kadar savundum tezimi. Neden savunma dendiğini anlamış oldum. Her biri istisnasız en az 3 saat süren diğer görüşmelerimizden farklı olarak kendime güvenliydim bu sefer. Yenilgiyle titremeyen sesim yüksek bile çıkıyordu. Konuşan bir ego gibiydim. Akademik hiyerarşide bir böcekle aynı statüyü paylaşıyor olsam da bu tezi ben yazdım. Bu konu beni bunca heyecanlandırdığı için, inandığım için yazdım. Yalnız teorik olarak öyle bir yerde kitlendi ki...eleştirisinin haklı olduğunu görebiliyorum fakat elimden bir şey gelmiyor. Bahsettiğim şeyi karşılayan bir kavram yok, ben de literatürde halihazırda kullanılan bir kavramdan sebeplendim fakat o da yeterli değil, o yüzden de baya eğilip bükülmesi gerekiyordu. Sahi ne dedim ben orada: "Elimizdeki kavramlara uysun diye toplumsal gerçekliği eğip bükmektense toplumsal gerçekliği karşılaması için kavramları eğip bükmeyi tercih ettim". Daha az sümsük ve daha makul bir hareket yeni bir kavram yaratmak olurdu ama böcekliğim ağır bastı. Ben benim jürim olsam "yetmez ama evet" notu verirdim bu teze. 


Bu arada henüz tartışmamızın ortasındayken bir arkadaşımız "gözlerim yanıyor" diyerek fırladı karşıdaki odasından. Biber gazı bizim bölüme kadar gelmiş. Bir iki saat içinde sloganlar yükseldi zaten. Tabiri caizse hiç tınmadık. Öğrencilere destek vermeye giden öğretim üyelerine katılmaktansa benle kalıp tezi tartışmayı tercih etti hocam, oysa bıraksa ben de gidecektim. Onun yerine iki çay doldurup geldim, devam ettik. Bizim okulda yürüyüş yapılması, slogan atılması, bir şeyin protesto edilmesi istisnai bir durum değildir. Aksine okulun ruhuna içkin bir şey bu. 1 Mayıs'larda söylediğimiz gibi "ODTÜ yürüyor, gelenek sürüyor". Dolayısıyla biz de işimize baktık. Kafasını masaya vurdurmayı beceremedim bu sefer ama "saçım da yok ki yolayım" dedirtmeyi başardım. "Hocam, sakalınız var, ehe ehe". 


Tezin çıktısını alıp jüri üyelerine vermem gerek şimdi. Yarın da olsa savunacak durumdaymışım ama okumaları için vakit verelimmiş tabi. Sunum hazırlamayımmış, sıkıcı oluyormuş öyle. Çıkışta hep beraber Kumsal'a içmeye gidermişiz belki. O jüriden sağ çıkabilecek miyim acaba? Analizimi beğendiğini biliyorum. Aslında aynı şeyleri söylüyoruz fakat literatüre onun kadar hakim olmamam derdimi ifade edecek kavramları bulmamı zorlaştırıyor. "Ben bu işin altından kalkamadım hocam" dedim. Baktı ki süngüm düştü, duygusala bağladım bağlayacağım, verdi gazı verdi gazı. Tezi ithaf ettiğim hocam da aramıza katılıp, ondan da güzel sözler duyunca biraz toparladım. Tezimi ithaf ettiğim hocam, hocamın da hocası. Yıllar var ki arkadaşlar tabi. Beni sevdiklerini, bana güvendiklerini biliyorum. O yüzden her şeyden çok onları mahcup etmekten korkuyorum. Ağzımdan aptalca bir söz çıkacak, analizim tutarsız ve zayıf görünecek diye ödüm kopuyor. 


Ama bu akademik havayı nasıl özlemişim, anlatmam kabil değil. Her ne kadar "doktoraya başvurup başvurmayacağımı bu jürinin tavrı belirleyecek" diye saçmalasam da, "ben buraya aitim" diye geçiyor içimden. İnanılmaz bir aidiyet hissi. Sonra, Ankara'da hava öyle güzel ki. O insanı kesen soğuğu başlamamış daha. Yağmurlu ve berrak. Doktorayı da burada yapmak gibi çılgınca bir fikir yalayıp geçiyor aklımı, "saçmalama" diyorum. "Bu şehirle tek bağın akademik değil ve maalesef sen istesen bile kimse alamayacak bunu senden". 


If'in kapısında "hoşgeldin ayşec." diye karşılanmak acayip keyifliydi yalnız. Bir gülümseme, bir sarılma, bir adamın masasından edilip masaya konma filan. İnsanın hoşuna gidiyor ister istemez. "Vay be" diyorsun, "iz bırakmışım". E iz bırakanlar unutulmaz. İyi veya kötü ama unutulmaz. Bir ara barın köşesinde oturup If'e baktım. Boğucu kalabalığı ve sigara dumanı eksikti. Gene de özlemişim. Oradan çıkıp Rumeli'de bol sarımsaklı tuzlama içmeyi de. Arkadaşlarımdan blues dinlemeyi de. Aklınızda bulunsun, Ankara'da Voodoo Blues. Reklam mı? Evet, reklam. 


Süngümün düştüğünü gören hocam ben odasından çıkarken "tezine inan" dedi. "İnanırsak olur" değil mi be hocam? Çıkışta da gider ıslatırız değil mi? "Keyifli bir tez" keyifli bir kutlamayı hak eder en nihayetinde. Hem hocamın hocasının eleştirdiği analizlerin çok üstüne çıkmışım. "Kimin öğrencisi" dedi gururla. Mutlu olmalıyım değil mi? En kötü ayak planıma sadık kalırım. Çok köşeye sıkışırsam, 35 numero ayaklarımı kaldırıp masaya koyarak "efendi efendi, ben bu ayaklarla tez yazdım, sen daha ne diyorsun" diyebilirim. Ayak argümanı. Hocamın Stalingrad argümanından iyidir. Gülerek hocamıza gösterdi bir de o son paragrafı "bak bak bir de bok atmış bana" diye. Ah be hocam ben sana hiç bok atar mıyım? Sadece biraz dikbaşlıyım, o kadar.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Instead

Yolda
Otobüslerdeki bu film izleme işi iyi oldu. İki, haydi bilemedin üç filmde İstanbul-Ankara tamam. Bütün otobüse şoförün gönlünce yayın yapan o tek ekrandan bahsetmiyorum elbette. Her koltuğun kafasının ardına yerleştirilen, seçenekli meçenekli olanlardan bahsediyorum. Eskiden ne çok düşünürdüm şu yolda. 6 saati sadece düşünerek geçirdiğim olurdu. Pencereden akan ağaçları, bulutları, evleri izlerken fark etmezdim bile düşündüğümü. Dalar giderdim. Kulağımda bir şarkı, belki o bile yok. Hiçbir şey düşünmüyorum şimdi. Yanımda tezim var, okumuyorum. Düşününce burulmam gereken kimse de yok. Ben de oturmuş iyi niyetli bir yerli romantik komedi izliyorum. Otobüs mola yerine yaklaşıp da görüntü kesilince fark ettim aptal aptal gülümsediğimi. Hemen düzelttim yüz ifademi. Neredeyse aptal yerine konmak kadar nefret ediyorum aptal görünmekten. Aksi gibi hiç eksik olmuyor başımdan. Basbayağı aptal olduğum için olabilir ama bu çok can sıkıcı bir ihtimal. Arabanın içindeyken camlara dışarıdan hortumla su tutulmasına bayılıyorum. Islanacakmışsın gibi ama cam var. Çok süper teknoloji değil mi şu cam, su geçirmiyor lan. Hava geçirip su geçirmeyen ayakkabı üretecekler mi acaba bir gün? Kafamı kaldırınca Bolu’nun tepesinde gördüğüm kar bu sene gördüğüm ilk kar. Ankara’ya yaklaşırken düzleşecek yeryüzü, ağaçlar seyrelecek. Bir ton tabela var, gişeler, sınırlar…halbuki hepsinden önce bozkır müjdeliyor Ankara’ya az kaldığını. Müjdelemek? Evet, güzeldir Ankara. Özledim.




Denizlere çıksa da sokaklar, bozkırlardan geçer yolumuz…
İstanbul’da da oluyor bazen. Simmel’in blasé’siyle açıklanabilir mi emin değilim. Boğaz Köprüsü’nden geçtiğimi fark etmiyorum, fark etsem de fark etmiyorum. Dikkat etmeye çalışıyorum halbuki. Alışmamaya, şımarmamaya çalışıyorum ama elimde değil. AŞTİ’de inmiş, valizimi almak için beklerken AŞTİ nostaljisi kafasını uzattı on sekizinci peronun kapısından. Bi siktir git dedim, aklından bile geçirme. Karşılamalar, kucaklaşmalar, vedalaşmalar, ağlaşmalar ve buna benzer bütün o sahneler…defolun gidin başımdan. Hırçınım evet, ve buna hakkım var. Kendimi güç bela attığım taksi terminalden çıkarken bir an için gider gibi oldu aklım ama yakaladım. Binalar, ışıklar…bakıyor görmüyordum, Ankara’da olduğumun ayırdına varamıyordum. Hep böyle olsun, arkandan ışıklar akıp giderken sen hep orada kal. Sol tarafta Bahçeli’yi görene kadar dank etmedi bir türlü. Cinnah’ın yeşil ışıklandırmaya maruz çınar ağaçlarını görünce iyice anladım: Ankara’dayım. Geri dönüp durduğum şehirde. Oysa bundan sonra bahar şenliği bile getiremez beni buraya. Cüppemi giyip, diplomamı aldığım gibi vın. Görüşmeyelim.


Yarın bölüme gideceğim. Gün, mekan basma günüdür. Yapacak bir şey olmayınca yapacak bir şey olmuyor. Ben de istemiyorum cazgırlık yapmak ama serde sosyologluk da olunca o elin o bele gitmesi farz oldu. Serde var mı sahiden? Pek sanmıyorum. Zaten cazgırlığım kapısına kadar sürecek muhtemelen. Kapısını tıklatacağım, ne ses gelecek ne kapı açılacak. “Hocam orada olduğunuzu biliyorum, açar mısınız” diyeceğim. Duymayacak. Telefon edeceğim, “haa içerdeyim yaa dur açıyorum” diyecek. Gülerek açacak kapıyı, “n’aber ya, ben sana dönmedim değil mi” diyecek. “Hayır hocam, dönmediniz” diyeceğim ve olaylar gelişecek.


O değil de…ODTÜ kampüsünü sevmekten vazgeçemeyeceğim ben. Beşeri binasını, bahçesini evim gibi hissetmekten vazgeçemeyeceğim. Ben vazgeçmeye pek yatkın değilim. Onu anladım. Uçarım, kaçarım, akarım, kokarım hatta içine sıçarım ama vazgeçmem. Çoktan vazgeçtiği halde saksı gibi duran insanlar vardır, bir de hiç vazgeçmediği halde en uzağa kaçan. Anladım ki ben kaba saba genellemeler diyarında ikinci gruptanım.


Ne olur hiçbir şey bozmasın bu sefer keyfimi. Arkadaşım bugün master oldu; ben atılmadan evvel toplayabilirsem jürimi master olacağım… yakın arkadaşlar, güzel şehir, rakı, şarap, bira…daha ne? Keyifsizlik şımarıklık olur şu durumda. Gerek yok. Hayat güzel…kar filan.


13 Aralık 2010 Pazartesi

Tez Boğmacası #1

2 ay 3 haftadır sigara içmediğim bilgisi akciğerim ve kalbime ulaşmamış gibi görünüyor. Çay ve kahveyi de azalttığım halde çarpıntılarım devam ediyor ve nefes alıp vermekte hala zorlanıyorum. Eğer psikosomatikse sigaraya yeniden başlayacağım. Ha öyle ha böyle, bari keyifle. 


Yere yakın boyuma rağmen kilom ideal kilomun 10 kilo üstünde seyrediyor ve bunun beni jüriden çıkana kadar hiç enterese etmemesine karar verdim. Sonrasında arkadaşımın düğününe kadar taş olmaya da karar verdim. Zor karar veririm ama bir kere verdim miydi iş inada biner, yaparım. Kırmızı elbise taşıyacağım, kolay mı! Hem ayrıca bu kadar çirkin olmaya alışık değilim. O yüzden de ortalıkta fazla görünmemeye çalışıyorum. 


Ben büyüyünce bunu kimseye yapmayacağım. Hoca olursam ki olmayacağım ama olursam ve tez öğrencim beni cebimden, evimden ve ofisimden defalarca arıyorsa önemli bir şey olabileceğini düşünüp o telefonu açacağım. Fındık kadar beyniyle bok gibi bir tez yazmış bile olsa irtibatı koparmakla terbiye etmeyeceğim hiçbir öğrencimi. Müsait değilsem de o telefonu açıp müsait olmadığımı söyleyeceğim. Doç.'tan sonrasını kestiremiyorum tam, hele Prof.'tan sonra söz veremem ama Yar.Doç.'ken yapmayacağım bence. Yapmam yani. Hoca olursam ki olmayacağım.


İletişim çağıymış...peh! Mekan basmaktan iyi iletişim mi olur! Baskın basanındır diyerek aldım biletimi. Hazır Bolu kapanmışken, kar buz, tam zamanı. Good old Kamil'le Ankara yolları taştan. Mini topuklu yeni ayakkabılarımı giyer, biraz olsun hanım hanımcık görünürüm diyordum ama belli ki bu sefer de taa okulu kazandığım zaman aldığım dağcı botlarını geçirip Kocaayak gibi cirit atacağım ortalıkta. Karda buzda ne topuğu ne ayakkabısı. Ankara'nın soğuğunu bile özledim desem? Yerlerin buz tutması hariç...İstanbul'a benzemez hiç, ayna gibi olur, durduğun yerde kayarsın. Kabus. Aslında karışık hisler içindeyim Ankara'yla ilgili ama hislerime tahammülüm kalmadığından hiç girmeyeceğim şimdilik. His? Bok!


Tezi baştan sona okudum. Kendimi öpesim geldi. Ne cümleler yumurtlamışım öyle! Bazı yerlerde 5 sene önceki o salak ses tonum yok değil: "Böyleyken böyledir!". Lan bir sakin, bir ağırdan al, bu ne özgüven? Özgüven değil de bir cesaret var. Ne derler, samimi bir çaba. "İyi bir deneme" demişti tez hocam da. Kendi altından kalkamadığı şeyin ben kalksam gider Columbia'nın kapısını çalardım zaten "hu huu ben geldim bebişler!" diye. İyi bir deneme, samimi bir çaba olması egomu zedelemiyor şimdilik. Jüride illa ki yerle bir olacak, aceleye lüzum yok.


Keyifli bir tez olmuş. Etnografi olmasından kaynaklanıyor olabilir. Yaptığım şeyin etnografi olduğunu da tezi yazdıktan sonra fark etmiş olmam...neyse. Okuması keyifli, bir şey söylüyor tez. Aynı lafı döndürüp dolaştırmıyor. 102 sayfa, kısa ve öz. Böyle böyle. Bir benzeri de yok. O güzel. Belki vardır, belki de ben bulamadım. Dışarıda bıraktığım bir ton teori olmalı...Bunları düşünmek öldürüyor beni. İyi de ne yazacaktım yani, dünyada göç mü?! Olduğu kadar ki olmuş bence. Bana sorarlarsa. Bana sorsunlar, çakayım altına imzamı geçireyim. 


Bazı yerlerde kullandığım üslup bilimsellikten uzaklaşmış biraz. Gösterişli yazmaktan sıkıldığım yerler oralar. "Eğlenmeyeceksem ne anlamı var" dediğim yerler. Bilim sıkıcı olacak diye bir kaide mi var? Ayrıca eğlendim dediğim biraz müstehzi bir üslup kullanmış olabilirim, hepsi bu. Çok az. Hocam "bu ne lan?!" demediğine göre kabul edilebilir bir seviyede tutmuşum. İnce alay, en sevdiğim. Bilimsel de olsa en nihayetinde bir metin bu, elbet bir ruhu olacak. Bazı yerlerde abarttığımı fark edip geri bastım zaten yoksa "alın götürün bunu edebiyat fakültesine" diye siyah takım elbiseli adamlar çıkabilirdi oradan buradan. Bir dakika ya, zaten Fen Edebiyat Fakültesi'ndeyim ben değil mi? Hayır ama işte, bölüm olarak edebiyat. 


Sürünceme uzadıkça kendi kendimi yiyorum. Kendi kendimi yemeye programlı gibiyim aslında. "Olmadı bu tez" diyorum, "teorisi sallanıyor hala". Kafasını birkaç kez masaya vurduktan sonra ne demişti ama hocam? "Savunabileceğin her şeyi yazabilirsin, tamam". Yazdım. Ya savunamazsam? Savunurum. Savunmuş olmak için değil inandığım için. Tezime inanıyorum. Zayıf yönleri elbette var, her bilimsel çalışmanın var. Ayrıca bu alt tarafı bir master tezi, intihal olmadığı sürece çok büyük bir problem çıkarmamalı bence. Olmadığına göre tamam işte. Bunu şu demiş. Eleştir. Bunu bu demiş. Eleştir. Bunu o demiş. Eleştir. Güzel demişler ama bence şöyle daha iyi. Küçük böcek. "Bence"ymiş! Sen kimsin ki? Farklı bir göz, daha fazlası değil. Böcek.


Bu şekilde yazarak birkaç A4 doldurmaktan korkuyorum çünkü yapabilirim. Stres seviyem o seviyede seyrediyor. Bu sefer okunması için değil ama sırf içimden atmak için bunu göze alabilirim sanırım. Çok korkuyorum. "Çalıştığın konuyu o odada en iyi bilen sen olacaksın" demişti hocam. Öyle de...yoğunlaşmadım ki de Certeau'ya, Lefebvre'e filan. Temellerini alıp oradan yürüdüm. Onlar da "Marx ne demiş?" diye sormayacaklar ya canım! Hakikaten dünyada göç olur o. Daralttık herhalde. Daralttık ama ben de darlandım. Asıl ithaf ettiğim hocam okursa ne düşünecek kim bilir...emeklerim haram olsun der mi ki? Ya derse? Bir de matah bir şey gibi ithaf ediyorum adama ama ya değilse? 


Ben küçükken...yani Derya Baykal henüz sadece tiyatrocuyken ve hatta Ferhan Şensoy da Varsayalım İsmail'ken, evde bulduğum ıvır zıvırları şimdiki Derya Baykal maharetiyle birleştirip bir şeye benzetir, evimize gelen misafirlere hediye ederdim. O zamanki kafamın içine girmeye çalışıyorum da...sevdiğim insanlara onları sevdiğimi göstermek için küçük de olsa emek sarf ettiğim bir hediye vermek istiyordum. Yoksa satıyor muydum lan? Yok yok hediye ediyordum. Bir gün misafirler giderken anneme geri verdiklerini mi gördüm yoksa evin içinde mi buldum bilmiyorum ama hediyemin kabul edilmediğini fark ettim. Kalbim çok kırılmıştı. Bu ithaf işini ona benzetiyorum şimdi. Sevgimi, saygımı, minnetimi, hayranlığımı...artık ne denirse onu ifade etmek için elimde bu tezden daha değerli bir şey yok şu anda. Onun da değerinden henüz pek emin değilim. Sonradan evin bir yerinde bulursam halim nice olur düşünmek bile istemiyorum. 


Karışık hislere gelince...Ankara ve hatta ODTÜ hakkında nasıl hissedeceğimi kestiremiyorum artık, ya da nasıl hissettiğimi bilmiyorum (bu kadar çok "his" deyince ne kadar itici oluyor değil mi?). Ankara, gerçekten aşık olduğum tek şehir (şehre aşık olmaktan bahsetmiyorum ama aşık olunca otomatikman şehir de bir güzelleşiyor tabi). ODTÜ'nün her köşesi ayrı bir anımı anlatıyor bana, yanından geçerken geriye sayıyor seneler ve sahneler canlanıyor bugünmüş gibi. Oysa bugün değil. Aksine çok, çok uzağım o günlerden ve o kızdan. Uzaklaşmak istediğim için uzağım, olmak istediğim insan oldum. Gene de geri alamıyorum zamanı. Öte yandan, geri almak istediğim zaman beni ben yaptı. Artık geri almak falan da istemiyorum zaten. Fakat işte bazı mekanlarda asılı kalıyor bazı zamanlar ve ben dönmek istemiyorum o mekanlara. İşin kötüsü bizim kampüsü İstanbul'dan bile çok sevdiğim, ev bellediğim zamanlar vardır benim. Ankara'nın o telaşsız, munis huzuru vardır. Belki bir anlam ifade eden geçmişten soyutlayarak düşünüp sevemez insan mekanları...ama ya anlamını kaybetmiş bir geçmişten? "Bütün özdeşlikler iptal!" desem iptal olur mu bütün özdeşlikler? Anlamını kaybetmesini istiyorum bir şehirden, çok şey mi istiyorum? Aşık oldum diyorum ya...aslında bir aşk varmış kafamda, onu yaşamışım ben, ona inandırmışım kendimi. Böyle baya metafizik falan, baya güçlü kuvvetli, baya derin bir bağ. Hepsini ben hesapladım, evet, ama hepsini yanlış hesaplamışım. Matematiğim oldum olası berbattır zaten. Böyleyken ne suçu olabilir ki bütün bir şehrin? 


Amma yazdım...buraya kadar okuyan olmuş mudur? Bence olmamıştır. Daha da yazmayayım. Fazla oldu. Yazdıkça dökülüyorum çünkü. Ne var ne yoksa döküyorum. "Ketumluk erdemdir" yazıp asacağım evin görünen bir yerine, bu ne canım! Kişisel hesaplaşmalar, bit artık. Tez boğmacası, sen devam. Az kaldı. 


11 Aralık 2010 Cumartesi

Much ado about nothing #10

12 Aralık Pazar için Kara Kış Fırtınası diyor Ece. İstanbul-Ankara yolu kapanmış bile. Ah be Ece, ne olurdu şu haftanın günlerinden birinin altında Jüri de yazsaydı. Bu insanı yıpratan sürünceme bir bitseydi. "Olmuş" deselerdi ya da "olmamış". İkisine de razıyım artık. Yeter ki bitsin. Hocam rahat, uzatmanın son tarihi olarak görünen 17 Aralık'ın pratikte pek de bir bağlayıcılığı olmadığını biliyor. Ben de biliyorum ama stres seviyemi azaltmıyor, arttırıyor bu. Anlatamıyorum bir türlü. "Tutuştun değil mi" diye gülüyor telefonda, "tutuşmadım" diyemiyorum. Telefonda dediğim, en son iki hafta önce konuştuk. Ulaşamıyorum. 


Baştan okuyorum tezimi. Hem gözüme çarpan küçük hataları düzeltiyorum hem de çalışmış oluyorum. Öyle ya savunacağım meredi. Türkçe mi İngilizce mi onu bile bilmiyorum, switch language ayşec. Eyvallah, switch language de yasa biraz zorluyor, hukuk mukuk. Yoksa evelallah, aslanım kaplanım. Ne aslanı yaa, kükreyen minik fare


Geçen sene bu aralar sahaya çıkmaya hazırlanıyordum. Saha dediğim Nevizade. Nevizade deyip geçmemek lazım. İçmesi keyifli, çalışması zor. Bir senedir gitmeye yüzüm yok, tanıyan çalışanlar "bitmedi mi hala" diyorlardı. Gerçi şimdi gitsem çoktan unutmuşlardır herhalde. "Sigara çalışan küçük bir kız vardı" diye geçmişimdir sokağın kısa tarihine. Halbuki o küçük kız yazdı o sokağın tarihini. O yüzden ne kadar berbat bir tez yazmış olursam olayım, oradan birkaç referans verilir diye düşünüyorum. Berbat da değil ayrıca, gül gibi tez. 


Hastayım...ilk kar düştü İstanbul'a. Biraz toparlanıp çıkmalı ve tatlı niyetine son dakikaya bıraktığım yeni Ece ajandamı almalıyım Kabalcı'dan. Karar da veremedim ki...en az yarım saat dikileceğim gene o rafların önünde. İlla ki alacağım, Ece'siz olmaz. Cemrelerin düşmesini yazmasıyla tavlamıştı beni ilk. Sonra baktım 21 Ağustos yaprakların sararması, 6 Nisan kırlangıç fırtınası, 4 Nisan kuşların ötme zamanı, 2 Mart soğukların kırılması... isterse yalan olsun hepsi, cemrelerin düşmesini müjdeleyen ajandam var be daha ne olacak! "Dördüncü cemre yüreğime" diye not aldığım zamanları bilir Ece. Hey gidi...nereden baksan altı yıldır birlikteyiz. Babıâli Yokuşu'ndan çıkarken dükkanı gördüğümde nasıl sevinmiştim. İçeri girip bütün çalışanları öpmek ve sizi çok seviyorum demek gelmişti içimden. Günlük tutmaktan bahsediyorduk o sırada. Hatırladım şimdi.


Nasıl da haddinden fazla tabulaştı şu "seni seviyorum". Onu deyince bir şey oluyor, çok acayip bir şey "seni seviyorum" demek. Yoo değil. Ben herkesi seviyorum. Asıl "sevmiyorum" dersem bir acayip olur, kolay kolay da diyemem zaten. Kasiyer, şoför, kapıcı, sevgili, hoca, arkadaş, garson...seviyorum. Esirgenecek bir şey değil ki bu. Esirgenecek olan ya da bir kişiden hariç herkesten kendiliğinden esirgenen şey kelimelerle ifade edilebilir, edilmesi gereken bir şey değil zaten. Onu söylemek, söylememek ya da tam aksini söylemek hiçbir şeyi değiştirmez. Alt tarafı bir söz, her söz gibi yalan olma ihtimali bir yana içi boş ve anlamsız bir söz. Hani diyor ya adam "sözde değil gözlerinden bellidir" diye, o hesap. Birine gözlerim gülümseyerek sıkıca sarılırsam, bir de "seni seviyorum" demeye ne hacet. 


Evinden çıkmış asansör beklerken bir an durmuş ve az önce çıktığım evinin kapısında bizi uğurlamak için bekleyen o dağ gibi adamın yanına koşup önünde durmuş "biraz eğilir misiniz?" demiştim. Epeyce eğilmesi sayesinde şappadanak öpmüştüm tonton yanağından. Hiçbir şey söylememe gerek yoktu, Oğuz Aral biliyordu işte onu nasıl sevdiğimi. Sonra Nurhayat...artık görüşemesek de umarım biliyordur onu ne çok sevmiş olduğumu. Kendi annemden sonra en çok sevdiğim anneydi. Bunu ona hiç söylemedim, belki de söylemeliydim bilmiyorum...ama pek doğru bir zaman değildi. Biz ve beklediğimiz geniş zamanlar... Bazen de söylemek lazım belki, bilmiyorum. Zaman kimseyi beklemiyor.


Tipi başladı. Kuşlar zorlanıyor uçmakta, savrulup duruyorlar. Balkon kapısının üflemeli müzik aletine dönüşümü başarıyla tamamlandı, demin bir fa verdi yanlış atmıyorsam. İstanbul-Ankara yolu kapandı. Antibiyotiğe verdim gene kendimi. Dün gece uyumadan önce iyi bir düşünce bulup düşünmek istedim, hiçbir şey gelmedi aklıma. Peter Pan'da vardı hani, güzel bir düşünce düşünebilirse havalanıp uçuyordu. Rüyalarımda sık sık uçtuğumu görürdüm ben de. Uçmaktan geçtim, tek istediğim iyi, güzel bir düşünce. Aklıma yeni aldığım ayakkabılar geldi sadece. Onları düşünüp mutlu oldum, öyle uyudum. 


Bu gece bitirsem şu tezi okumayı...Bir sunum hazırlasam yarın...Hocam arayıp "tamam" dese, "gönder diğer jüri üyelerine de"...Göndersem, jüri için bir tarih belirlesek, sonra toplanıp gitsem ben Ankara'ya...Onlar da "tamam" deseler, "olmuş bu"...Çaksalar imzaları, basımıydı boku püsürüydü uğraşıp halletsem, bir an evvel dönsem Ankara'dan...Ama tabi ODTÜ kimliğimi almasalar, ilişiğimi kesmeseler. Neyse, bunu sonra düşüneceğim. 


(savrulmak, sürüklenmeyi çağrıştırıp da zeki müren linki verince bir diğer şarkı izledi onu: http://fizy.com/#s/1aj5pj . çağrışımlarım hiç hayra alamet değil ya bu akşam, hadi bakalım...)


Hasta nazım çekilmiş gibi ferahladım yazınca.

9 Aralık 2010 Perşembe

Küfürler Kifayetsiz, Yumurtalar Rafadan

Mümkün değil. Bunlar olup biterken -gizli saklı falan değil hepsi açık, her şey göz önünde, şeffaf devlet yerine şeffaf şiddet- kafayı öte yana çevirmenin, başka tarafa bakmanın imkanı yok. Bakmamak, görmemek, delirmemek işten değil. Gene de buraya yazmayayım diyorum, yeri burası değil diyorum ama taş oluyor elim, utanıyorum. Öyle şeyler oluyor ki bu memlekette ben, aşkı sevdayı aklıma getirebildiğim için utanıyorum kendimden. 


Çok yağmurlu günlerde hasıl olan türden bir imkansızlık arz ediyor bu durum. İstanbul'da yağmur yağıyor mesela. Beşiktaş'taki evimin penceresinden izliyorum, dinliyorum, ara sıra balkona çıkıp kokusunu içime de çekiyorum. Güzel yağıyor işte meret, dalıp gitmek işten değil. Aşk mümkün müdür hala diye soruyor ya Levent Yüksel, gerçekten bilmiyorum. Fakat romantizm şu aşamada pek mümkün görünmüyor. Su bastığını, daha basmadıysa da basacağını adım gibi bildiğim semtlerin isimleri geçiyor bir bir aklımdan. Akşam haberleri gözümde canlanıyor. İnsanlar can derdindeyken yağmur romantizmi yapılmıyor, yapılamıyor. Halbuki allah kahretsin, aşk da sevda da hayata dair. Belki de en güzel yeri hatta ama insan utanıyor işte, utandırıyorlar. Oysa Emma Goldman, dans edemediğim devrimde ben yokum diyordu. 


19 yaşında hamile bir kızın polis tarafından coplanarak bebeğinin öldürülmesini okuduk. Ben de çok küfür biliyorum ama yetmiyor. O yaşta çocuk peydahlamasaydı diyenler bile oldu. Malum, ülkemiz ağaları beyleri çok önemserler çocuk doğuracak kızların yaşını başını, hazır olup olmadığını. Misal, Ünzile sadece bir şarkı adıdır. Hamile haliyle eylemde ne işi vardı? Kadın haliyle eylemde ne işi vardı? Öğrenci haliyle eylemde ne işi vardı? Eylemde ne işi vardı? Ne eylemi? Ne kadını? Ne çocuğu? Ne insanı, ne hakkı?


Nimetle oynayan beyinsiz üniversite öğrencilerine ne demeli? Fakat Otisabi'nin Twitter'da söylediği gibi bugün yumurta yiyenlerin sıvı yumurta işine çoktan girmiş olmaları bile bir öngörüşlülük, başlı başına bir beyin emaresidir. Kaldı ki devletin terörü, şiddeti, akarı kokarı sızıntısı olmaz. Yumurta gibi ateşli silahlarla ortalığı menemene çeviren olsa olsa bir takım beyinsiz öğrencilerdir. Onlar da montlarından bellidir zaten. "Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir" lakin protesto için slogan atan da yumurta atan da faşisttir. Zaten devlet faşist olamayacağına göre yumurta atanlar hem beyinsiz hem faşisttir. Susturulan milletvekili mağdur, susturulan öğrenci menfurdur. Böyleyken böyledir.


O kızın bebeğini kaybetmesinin kimi gazetecilerce romantize edildiği söylendi. Dayanamayacağımı bunu okuyunca anladım. Hem haklarını arama hem de çocuğunu doğurma cesaretini gösteren 19 yaşında üniversite öğrencisi genç bir kadının romantize edilecek hiçbir tarafı yoktur. "Romantize etmek" sözünü üstünlük sağlamak, rasyonel görünmek, ahkam kesmek adına favori pejoratif terimler listesinden eksik etmeyen yazarların ifade özgürlüğüne saygıda kusur etmediğime göre bu yorum karşısında duyduğum mide bulantısını ifade etmemde sakınca yoktur herhalde. Bu ne ilk, ne son, ne de başımıza gelebileceklerin en kötüsü maalesef fakat bunu bilmek, kendimi o kızın yerine koymamı ve içimin yanmasını engellemiyor. 


Devletin askeri ölünce şehit, dağdaki vatandaşı ölünce ölü deniyor. Peki romantize etmiş olmuyorsam sorabilir miyim, bonkör devletinin annesine 600 TL kürtaj parası ödemeyi teklif ettiği o bebeğe ne diyeceğiz? 







8 Aralık 2010 Çarşamba

İlk Gençlik

Durduk yere aklıma geldi. "İlk gençlik" terimini YKY'den çıkan bir kitabın isminde görmüştüm ilk defa. Pejoratif kullanılan "ergen" teriminin kibarcası gibi geliyor şimdi, incitmemeye, küçük görmemeye çalışanı gibi. 10-11 yaşlarımdayken okuduklarım geldi aklıma. Yeşil Kiraz'ı andım durduk yere. Türk filmi kafasına sahip olduğum için çok sevmiştim o zaman ama kızım olursa okutmam herhalde. Enid Blyton'ın Yaramaz Kızlar serisi vardı. Tenten kadar şevkle takip ettiğim tek seri belki de. Sonra Küçük Vampir serisi. Vampirleri hala bir korku teması olarak göremiyorsam ondandır. Şimdi gelip benim de penceremi tıklatsa hiç korkmam ki diye düşünürdüm yatarken. O dönem Füsun Önal da baya baya yazıyordu. Her kitabı ayrı bir cinsel devrim gibi kalmış aklımda. Sosyalize olduğum toplumun diliyle yazıp tam aksini söylüyordu her seferinde. Cinsellikten rencide olmamayı almışım ondan; cinselliğin atla deve, namusun iki bacak arasında olmadığını. Zaten biliyordum, farklı bir şey de söylememişlerdi bana ama o onaylıyordu. 13-14'üme geldiğimde sadık bir Leman-Lemanyak okuyucusu olduysam onunla bir ilgisi olmalı gibi geliyor şimdi. 


Ama aklımda yer etmiş o hayali karakteri hangi kitap ya da kitaplardan derleyip oluşturdum bir türlü bulamıyorum. Büyünce nasıl bir şey olacağımı çok merak ettiğim yıllardı. Belki 12 belki 13 yaşındayım. 90'larda gençliğini yaşamış grunge ablalarımız vardı önümüzde. Küpeli, deri ceketli sevgililerinin motorlarının arkasına atladığı gibi basıp giden deli dolu, asi, postal giyen, posta koyan ablalardı bunlar. Alaycı bakan gözlerinin içi gülen, kıvırcık saçlı, kısa elbisesi çiçekli, gümüş yüzükleri ve kolyeleriyle neredeyse resmini çizebileceğim kadar net ama hiç tanışmadığım ablalar. 22-23 yaşı temsil ediyorlardı benim için. O yaşın nasıl yaşanması gerektiğini. Ben nasıl olacaktım? Neye benzeyecektim? Nasıl bir hayatım olacaktı? Oha belki sevgilim bile olurdu! Platonik aşk makus talihim değildi belki de. Tellerimi ve gözlüklerimi çıkarıp gittiğim bir okul partisinde aslında ne kadar güzel olduğum anlaşılacaktı belki de (şişman da değilmişim meğersem). Hoşlandığım çocuk etrafındaki taş kızları arkasında bırakıp yanıma yaklaşarak dans etmeyi teklif edecek ve gerisi bir masal olacaktı. Hayal bu ya gecenin sonunda minik bir buse bile olabilirdi. Tabi ondan sonra gözü benden başka kimseyi görmeyecek ve biz sonsuza kadar mutlu yaşayacaktık.


Doktora yapmam ilkokula başlamam kadar tartışılmaz ve doğal bir aşama olduğu halde üniversite çok uzak görünüyordu. O kadar yaşamam gibi geliyordu, hayal bile edemiyordum. Galatasaray Lisesi'nin kazanabilmiş olsam Paris'te moda okuyacaktım ama ya şimdi? Gene moda okuyacaktım ama nasıl, nerede? Mimar Sinan'a hazırlanmaya seneler sonra karar verdim. Ama ondan çok çok önce, daha 11-12 yaşımdayken -şimdi nereden esinlendiğimi asla çıkaramadığım- şu hayal meyal karakter ve gelecek kurgusu vardı aklımda. Tıpkı o ablalar gibi çılgın bir hayatım olacaktı. Dans edecek, eğlenecek, dağıtacaktım. Bu hisli genç kız ayaklarını bırakacak (bkz. iyi kız-kötü kız dikotomisi) gönlümce serserilik edecek, kimsenin de gözünün yaşına bakmayacaktım. Çirkin ve şişman olduğum için platonik aşklarımdan bulamadığım yüz ileriki yıllara oldukça katı ve acımasız sirayet edecekti. Buram buram rövanşizm kokuyordu hayallerim. Şu çirkin ördek safhası bir geçsin hepinizin burnundan fitil fitil getireceğim diye geçiyordu içimden. İşte o gelmesi beklenen çılgın yılların gazı bu kafa olacaktı. Sonra, aklıma nereden gelip yerleştiği bilinmeyen hikayeye göre onunla tanışacaktım.


Tıpkı o grunge ablalar gibi resmi o kadar netti ki oturup çizebilirdim neye benzediğini. Çoğul değil tekil bir figürdü ama o. Hikayeye göre deli dolu zamanlarımdan sıkılmaya, yorulmaya başladığım zamanlarda tanışacaktık. 24-25 yaşıma tekabül ediyordu bu da. Belki de kendimi bir takım belalar içine bulaştırmayı başardığım bir dönem olacaktı. Ben hiçbir şeyden tat alamaz, biraz da çaresiz bir haldeyken o gülümseyerek gelip "merhaba" diyecekti. Uzun saçları, küpesi, oduncu gömleği içinde düz renkli bir tişörtü vardı. Deri bileklikleri ve çok güzel elleri de vardı. En önemlisi gülümsüyordu ama sadece ağzı ya da gözleriyle değil, tüm varlığıyla gülümsüyordu ve sadece bana değil topyekun hayata. İlkin "bu ne be" diyecek fakat daha ilk görüşümde onun farklı olduğunu anlayacak ve içimden de olsa sarsılacaktım. Nasıl bir belanın içindeysem onu uzak tutmaya çalışacaktım fakat o her şeye rağmen yanımda olmakta ısrar edecek, beni bırakmayacaktı. Astım krizlerimde bile hayata bağlayacaktı beni. 


Sesi kulaklarımı okşayacak, teni dokunduğu yeri iyileştirecekti tenimde. Ten kokusu hayatımda duyduğum en güzel koku olacaktı. Kanepede sarılıp yahut biri diğerimizin kucağına yatmış vaziyette kitaplar okuyacaktık, bir sürü kitap. Öte yandan, huysuz bir tayla uğraşır gibi sabırla uğraşacaktı benimle. Ne yaparsam yapayım vazgeçmeyecekti. Tanışmış değil nihayet birbirimizi bulmuş gibi hissedecektik. Birbirini arayan iki yarım gibi. Aklıma geldiğinde hala inanamıyorum bazen. Sihirli bir kürede görür gibi görüyor, daha doğrusu yazıyordum geleceğimi. Bir kehanet ki kötü cadı da bendim iyi yürekli prenses de. Hafızamı gerçekten zorluyor fakat ne yaparsam yapayım bu hikayenin ve bu karakterin bileşenlerini hangi hikayelerden aparttığımı bulamıyorum. Bunu tek başıma durduk yere hayal etmiş olamam. Her ne kadar şimdi bakınca retrospektif bir kurgu gibi görünse de sahiden prospektif. Hatta evdeki hesap, çarşı pazar filan. 


İlk gençlik deyip geçmemek lazım, insanın hayal gücü ürkütücü derecede kuvvetli olabiliyor. Aklım fikrim aşkta meşkteymiş gibi görünüyor ama tam öyle değildi. Kariyer planımı 6 yaşındayken yapmıştım, o cepteydi. O plan geçerliliğini 18 yaşıma kadar kaybetmediği için hayal gücüm de serbest kalıyordu. Tabi sonra o serbest kalan hayal gücümü ve bok varmış gibi onu izleyen kalbimi sivilceli bir oğlan çocuğunun tekine duyduğum platonik aşktan topluyordum her sene. Ne de olsa oduncu gömlekli aşk bir gün gelecek ve beni tüm bu sivilceli saçmalıktan ve bunları da izleyecek olan bir üst beden saçmalıklardan kurtaracaktı. Modern bir peri masalı kurguluyordum sanki. Kimsenin beni bir kuleye hapsedeceği yoktu, ben kendimi bir hayata hapsedecek ve oduncu gömlekli prensimin gelmesini bekleyecektim. Geleceğinden zerre şüphem yoktu. Onu tanıyor, ona kayıtsız şartsız güveniyordum. Sadece tanışmamıştık, hepsi bu. 


Biliyorum, çok aptalca geliyor ya da ayaküstü uydurmuşum gibi ama değil. Ne kadar aptalca da olsa hayal kurabiliyormuşum o zaman. Az şey mi?  


(http://www.youtube.com/watch?v=oPHsu8nhwGk ah o mor elbise..)