Zaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2015 Perşembe

Alice Barker

Yüzyılı devirmiş bu kadının söylediği çok şey var ama yazıya dökmeye vakit yok. Yine de bu video şurada dursun. 

3 Ekim 2014 Cuma

Zamansal ve Mekansal Vakum

Otuz yaşıma geldim ve vardığım yaşta aklımı çıkaran yegâne şey zaman. Son birkaç yıldır, akışını izlemek başımı döndürüyordu. Çocukluklarında tanıdığım insanlar üreyip, kendileri gibi çocuklar üretmeye başlar oldular. Bir tencere satın almak için kırk hesap yaptığımı düşününce çocuk üretimi fikri dehşet verici. Aksi gibi otuz yaşındaki bir kadına fırlatılan en birinci beklenti de bu. Hadi şimdi sıra sende. Sırayı bozma. Yap şunu. Yap.

Çamaşır makinesi içinde dönen çamaşırları izleyen çocuklar gibiydim zamanı izlerken. Hayır, öylesi bir döngüsellik azamet gerektirir. Daha çok, şehirlerarası otobüste cam kenarı koltuğundan dışarıyı izleyen bir yolcu gibiydim. Her şey bir yol üzerinde görece duruyor ama otobüs öyle hızlı ki yol üstündekileri takip etmeye kalksam pin pon topu gibi sekip duracak kafam. Geçip gidiyorum ben de. Yorgunum zaten.

Neden sonra bu boşluklar, bu vakumlu alanlar belirip kaybolmaya başladı zihnimde. İsimleri, yerleri, sözleri falan filan anımsayamamaya başladım. Söz aklımda ama kimin dediği uçup gitmiş. Yüzünü çizebilirim ama ismi karanlık bir kuyunun dibini boylamış sanki. Çok güzel bir yerdi ama neresiydi? Belki de çok içiyorum. Beynim ayrı eve çıktı sonunda.

Sonra zaman algıma sıçradı bu serbest bölgeler. Bazen, unutuyorum. Hangi yıldayız, hangi mevsim, hangi ay, kaç yaşındayım? Yalnızca bir an sürüyor aslında ama hoşuma gidiyor bazen, el yordamıyla uzatıyorum biraz daha. Birkaç saniye daha hatırlamıyorum mesela. Yerçekimsiz alan gibi oluyor, ağırlıksız. Ürkütücü tabi, olmaz mı? Korku, özgürlüğe içkin değil mi? Yerçekimsiz alanda süzülüyorum saniyelerce ama belimden bir iple bağlıyım gerçekliğe. Ya o ip bir gün koparsa? Ya geri dönemezsem?

İki bin… Bin dokuz yüz… Mevsim? İnceden ürperdiğime göre yaz değil herhalde. Sevgilim var mı? Mutlu muyum? Bir işim var mı? Sonra dev bir kazan çorbaya dönüşüyor zaman. Gelmiş geçmiş gelecek tüm yıllar birbirine girmiş. Bir bakıyorsun 1300’le 3000 başlı kıçlı dönüyorlar dev kepçenin hareketiyle.

İş değil. Kim bilir, belki de yaşlandıkça işime geliyor bedeni ruhtan, zihni bedenden ayırma fikri. Nefes alıp verir gibi ölümü düşündüğüm bu yazın sonunda artık bir bedenden fazlası olmamız gerektiğine inanmaya çalışıyorum. Dine hiç savrulmadan, tinselliğe müstehzi mesafemi koruyarak ama bir çıkış arayışında. Beden gidecek. Beden kırılgan ve dehşet derecede sonlu. O gidince biz de gitmiş mi sayılacağız? Zaman ve mekanda yolculuk talep ediyorum ben. Özlediğim anlara sarılıp uyumak istiyorum. Geçenlerde izlediğim bir Amerikan filmindeki adamın vaat ettiğiyle de “yetinebilirim”.

Şimdilik. Aklımla oyunlar oynamakla yetiniyorum. Belimden bağlıyım şimdilik. Düşemiyorum.


11 Temmuz 2014 Cuma

Kimse Ölmemiş Gibi

Bazen tek bir şarkı yeter. Ama bunu siz de biliyorsunuz zaten. 

Birkaç gün sonra Mazı'ya gidiyorum. Gidiş bileti, dönüş bileti her şey hazır. Eskiden ne güzel, nereye gidilecekse anan baban paketler götürürdü seni. Yanıma ne alacağım, kaçta çıkarsam yetişirim derdi yok. 

Mazı'ya gidiyorum. Demin bu şarkı çaldı radyoda. Dinlerken dinlerken başka türlü gitmek geldi içimden. Ne bileyim işte. Eskiden nasılsa öyle gitmek. Yok, paketlenerek değil de... Kimse ölmemiş, kimseyi kaybetmemişim gibi işte. 

Taşla toprakla saatlerce oynayıp da sıkılmayan o çocuk gibi. O yaz en değerli şeyi bileğindeki halhalı olan. Yalınayak oradan oraya koşuşturan ve oradan oraya koşmayı çok eğlenceli bulan. Kıçının başının nasıl göründüğünü dert etmeyen. Bütün bebeklerini taşımaya üşenmeyen (taşıtmaktan utanmayan). Büyüklerin türkülü rakı sofrasının kenarındaki iki sandalye üzerinde dünyanın en rahat uykusuna dalan. Ana babası henüz altmış beş yaşında olmayan.

O zaman henüz bir otel ateşe verilip yakılmamıştı insanlar. Sabah evden çıkıp arabasına binen bir adam arabanın havaya uçmasıyla ölmemişti. Henüz kimse ölmemişti. Benim için. Ruhi Su ölmüştü bir tek ama o da hep var gibiydi. Çok sevilen bir aile büyüğü gibi hep bir parçamız olmuştu. Su Dede sayılmaz o yüzden. 

Bodrum yine Bodrum'du, kalabalıktı, sıcaktı ama Zeki Müren'i görebiliyordun Penguen'de dondurma yerken. Babam, on sekizime gelince Halikarnas Disko'ya gideceğimizin sözünü veriyordu. İnanıyordum. Ama zaten babam ne derse inanıyordum ben. Baba dediğin öyle bir şey. Ay'a gittim dese inanırım. Şimdi dese şimdi inanırım. 

Her yaz sonu Mazı'dan, daha doğrusu İnceyalı'dan ayrılırken kan ağlıyordu içim. Hayat orası kadar, o kadarcık, o insanlarla birlikte olsun istiyordum. Daha fazlasına ihtiyacım yoktu, istemiyordum. Küçük bir  bir pet şişeye deniz suyu, kum, çakıl filan dolduruyordum yola çıkmadan önce. 

İstanbul'a döndükten birkaç hafta sonra su iyice bulanıklaşmış ve şişenin kapağını açmak istemeyeceğim kadar kötü kokmuş oluyordu. Mecbur döküyordum. Dökerken de kan ağlıyordu içim. Mazı'ya, Mazı'daki mutlu günlere tutunmak istiyor, bir türlü beceremiyordum. Kayıp gidiyordu. Çok küçüktü ellerim. 

Zaman benden büyüktü. Annemden babamdan bile büyük. Ölüyorduk. Yavaş yavaş. Hepimiz. Küçük bir pet şişeye koyup saklayamıyormuşuz hiçbir şeyi, hiçkimseyi. Yine de her gittiğim yere beraberimde götürmeyi öğrendim. Pet şişesiz. 

Ömür geçiyor, ömrümüz. Ölmekten dehşetli korkuyorum hâlâ, hatta üzülüyorum öleceğim için, kederleniyorum. Bazen, artık daha fazla sevdiğimin ölümünü görmeden ölmek istiyorum. O iş öyle olmuyor, biliyorum. 

Bu yaz Mazı'ya öyle bir gitmek istiyorum ki 30'uma merdiven dayamış gibi değil de bu şarkı çıktığındaki gibi (Sezen, bizim Sezen'imiz iktidara göz kırpmamış daha o zaman).Kuaför koltuğuna oturtulmuş, ayakları havada sallanan ve elindeki kasetin kapağını kuaförün burnuna sokup "böyle, bir tarafı kısa bir tarafı uzun" diyen çocuk gibi gitmek istiyorum. Halhalımı her gördüğümde ilk defa görmüş gibi mutlu olmak, annemle babamı rakı içerken izlemek, annemin yeniden türkü söylediğini duymak istiyorum. Bunu da okuyorsun değil mi anne? Senin türkü söyleyen sesin benim bugüne kadar duyduğum en güzel ses. 

Ve elbirliğiyle hazırladığımız o güzel rakı soframızda kötü adamları konuşmayalım bu yaz. Ömür geçiyor, ömrümüz. Ben sizi güldürecek bir şeyler illaki bulur anlatırım. Bahsetmeyelim kötü adamlardan. Kaybettiklerimizin her birine birer kadeh kaldıralım ama. Ne olur, bu yaz yalnız güzellikler içine saklansak... Ölmek bilmeyen çirkin adamları değil de hayatımıza güzellik katıp aramızdan ayrılmış güzel adamları, güzel kadınları ansak yalnız. 

Sonra hep birlikte gülümseyelim işte. Hadi gülümseyelim, n'olur! 


16 Nisan 2014 Çarşamba

Telaş

Sarahaten söyleyeceğim. Zaten bu saatlerde, uyku tutmayıp da yatağımdan kalkıp yazdığım yazılardaki hakikat oranı oldum olası fazladır.

Bu aralar, evdeki aynalardan birine denk geldiğimde susmuyorum yalnızca. "Hayat geçiyor, naber?" deyiveriyorum. Acımasızca alaycı bir ses tonum ve yüz ifadem oluyor. Zaten kendimle sert konuşurum oldum olası.

Bu sabah evden çıkarken portmantonun aynasında kendimi fark ettim. 10 yıl öncesinden pek farkım yoktu. Converseler, başımda eşarp, bir tişört, bir kot, bir koca yüzük ve bir sırt çantası. "Ben şimdi 30 yaşında mıyım? Ama 10 yıl önce de böyle görünüyordum." Yüzüme dokundum. Hayır, bir başkalık var. Kimi kandırıyorum? 

Korkuyorum. Ama hep sandığım gibi ölmekten değil, yaşamamaktan, yaşamadan ölmekten korkuyorum. Daha ölmeden kurumaktan, kuruyarak ölmekten. Her gün aynı insan olmaktan korkuyorum. Yeni bir dehliz daha keşfetmeden, bir metrecik olsun daha derine inmeden, bu sabah nasıl uyandıysam yarın sabah da aynı kişi olarak uyanmak fikri dehşete düşürüyor beni.

Okumuyorum. Hiçbir şey okumaz oldum. Kafayı yiyeceğim. Her gün manyak gibi yeni bilgi, kültür, sanat üretiliyor. Hepsi uzağımdan bir yerden geçip gidiyor. Üretilene yetişemediğim gibi kendim de bir şey üretmiyorum. İçimdeki, doğduğumdan beri benimle olan o yaratıcı dürtünün her nasılsa beni hâlâ terk etmediğini hissettiğim halde ne bir şey çiziyor, ne bir şey yazıyorum. Yeni bir dil öğrenmeye bile kalkışmaz oldum. Her gün su verdiğim çiçeklerim var benim ama kendim, susuz, el kadar bir menekşeye döndüm. 

Yaşamaya başladığımız anda ölmeye de başlıyoruz ve ben hızla ölüyorum. Neydi bunun panzehiri? Tabi ya, tutkulu aşk. Ama kendi payıma düşeni aldım ondan. Serseri de oldum, sevdalı da. "Hayatı dibine kadar içmek" yalnız bu anlama gelmiyor artık. Ben artık fondip yapmak değil, keyifli bir rakı sofrasında sevdiklerimle uzun saatler geçirmek istiyorum. Türk sanat müziği de istiyorum ve bu konuda hiç mütereddit değilim. Bu şarkıyı ne zaman dinlesem "ne güzel yaşadım be" diye geçiyor içimden. 

Bugün Gezi Parkı'ndaki o çiçekli ağacın ve Nisan güneşinin altında uzanmış yatarken, çiçekler pat pat yüzüme, saçlarıma, kucağıma düşerken yaşadığımı hissettim. Geçen sene bu zamanlar, elektrik gidince karanlığa gömülen Tirebolu'da, sahilde Karadeniz'in deli dalgalarıyla eyleşirken de hissetmiştim yaşadığımı. Var oluşumu dibine kadar duyumsamıştım. Her bir hücremi hisseder ve her birine ayrı ayrı müteşekkir olur gibi.

Yanaklarıma her gün küçük pembe çiçekler düşmez belki, ya da bir martının kanat çırpışıyla çiçekler dökülmez saçlarımdan... daha çok okuyabilirim ama, yazabilirim, çizebilirim, gezebilirim, doğru düzgün bir sinema ve tiyatro izleyicisi olabilirim yeniden, hiçbir şey yapmasam her gün iyi bir film alıp izleyebilirim en azından. Hepsi bana yeni şeyler söyleyebilir, farklı şeyler gösterebilirler. Başka bir insan olurum böylece. Öyle çok şey var ki yapacak. O da olmasa güneşten, havadan ve sudan bana düşen payı alabilirim her gün. Hem onlar bedava.

Para kazanamıyorum diye dertlenmeye öyle daldım ki en başta neden para kazanmak istediğimi, nasıl yaşamak istediğimi unuttum. Ne sonsuza kadar yaşamak, ne de gelecekte başıma gelecekleri öğrenmek isterim. Tek istediğim, gece yatarken, sabah uyandığım kişi olmamak. Çoğalmış, artmış, beslenmiş, bir gün daha öyle veya böyle yaşadığımı hissetmiş olarak uykuya dalmak.

Atla deveden bahsetmiyorum. Yaşamaktan bahsediyorum. Sadece ve gerçekten yaşamaktan. Aragon'un bir mısrası, uyandırdığı dehşetle birlikte aklıma kazınmış -okuduklarımı hatırladığım ve deliler gibi okuduğum dönemlerde okuduğum şiirlerinden biri olsa gerek- "işer gibi yaşamak". Öyle mi oldum şimdi ben? Tüylerim ürperiyor.

Az evvel dalında rüzgarla kıpırdaşan çiçeklerin düşüp düşüp yanağımda bıraktıkları hissi anımsamalıyım. Güzel bir şarabın ilk yudumunu, iyi bir filmin son sahnesini, bitmesin diye alabildiğine yavaş okuduğum kitapları ve heyecandan bir çırpıda bitirdiklerimi, yazdıklarıyla konuşabildiğim yazarları, bir piyano solosunu, bir yasemen kokusunu, Karadeniz'in dalgalarını, Erzurum'un soğuğunu, Pokhara'nın sükunetini, Gökova'nın güneşini, sevilen insanla paylaşılan rakıyı, demli çayı, çok sevildiğimi, çok sevdiğimi, daha çok seveceğimi anımsamalıyım. Karamsarlığın lüzumu yok ama bu lüzumlu bir telaş. Çünkü hayat geçiyor, naber? 


25 Şubat 2011 Cuma

Kanyak, Ölüm ve Zaman

 * Kendisine Tekel kanyak var mı diye sorduğumda ne yapacaksınız diye soran Tekel bayi amcasının üç varsayımı olabilir: 1) Şu surata bak, bu kızda içki içecek tip yok; 2) Bu saatte (öğleden sonra) Beşiktaş Çarşısında fink attığına göre –elinde de alışveriş poşetleri- çılgın bir ev kızı bu ve tatlıya, pastaya filan koymak için soruyor; 3) Tekel kanyak o kadar boktan ki doğrudan tüketilemez, dolayısıyla müşterinin ancak dolaylı tüketime yönelik bir amacı olabilir (2 ve 3 birbiriyle ilişkili tabi). Netice itibariyle, kısa paslaşmalara sahne olan dar alanlı terbiyeme sığması düşünülemez sokmalı çıkarmalı bir cevap veremeyeceğimden gözlerimi müstehzi bir soru işaretiyle kısarak “içeceğim” dedim. 

* Ocak’ın melun 19’unda kaybettiğimiz hocamızın anma yemeği var akşam dernekte. Ne kadar sevdiğim biri adına olursa olsun bu tür toplantılara daha önce hiç gitmedim. Hatta ne kadar seviyorsam o kadar gitmedim demek daha doğru. Şimdi de ayaklarım geri geri gidiyor. Tek umudum B.’nin beni sürüklemesi. “Gidelim mi” deyip olayı haber verirken aklımın gerisinde bu da vardı belki. Son dakikada cayacağımı, “boş ver gitmeyelim” diyeceğimi biliyordum. Neden peki, neden kaçıyorum? Bu konu hakkında çok çelişkili fikirlerim var. Dün yazmıştım, beni çok etkileyen filmlerin ardından ağzımı açıp da iki laf etmek adetim değildir. Onun gibi sanırım. Üstüne söz söylemek, uluorta anmak, dallanıp budaklandırmak rahatsız ediyor. Sanki ölüm, bütün anlamını kendi içinde taşıyor zaten. Dini andıran bir yaklaşım: Nasıl ki sevdiğim kişiyle ilişkimin  yalnız iki tarafı vardı, ölümüyle kurduğum ilişkinin de yalnız iki tarafı olabilir; ölümü ve benim o ölümü nasıl deneyimlediğim. Bunun ölümle benim aramda olduğunu düşünmek elbette çok bencilce fakat değil bencilce, isterse saçma olsun böyle hissediyorum.

Yalnızca ölüm hususunda gösterdiğim mahremiyete dair hassasiyetimle çelişen ise ölümün kutlanması gerektiğine tüm kalbimle inanmam. Tıpkı doğum ya da düğün gibi ölüm de bir şölen olmalı. Törensel anlamda elbette, yoksa ölümün kendisi muamma. Ateşler yakılmalı, sofralar donanmalı, yemekler yenmeli, şaraplar içilmeli, müzik hiç susmamalı. Ölünün ardından konuşmama konusunda da çok katı değilim. Sırf artık yok ve kendini müdafaa edemez diye yalnızca iyi şeyler söylemek hiç gerçekçi değil. Gidenin ardından saydırılmalı demiyorum ama ne bileyim, çapkınlık anıları ballandıra ballandıra anlatılabilir mesela. Gülerek anlatılıp gülerek dinlenecek muzır anılar kimsenin hatırasına saygısızlık sayılmamalı. Peki kaybettiğimizin ne kadar harika bir adam olduğu bir kez daha onaylandıktan sonra ne hissetmem lazım? Kaybım beni daha fazla mı kahretmeli yoksa onu tanımakla ne çok şey kazandığıma mı sevinmeliyim? Kayıp demek bile haksızlık belki.



Anma yemeğine gitmek, hocamın artık cismen var olmadığını bir kez daha kabullenmek anlamına geliyor ve bu düşünce beni çok rahatsız ediyor. Anmak? Ne anması, hocam o benim be! Daha birkaç ay önce bir akşam üstü, onun öğrencisi ve en yakın dostu olan tez hocamın odasında karşılıklı oturmuş, utana sıkıla ona ithaf ettiğim tezimi tartışıyorduk. Dizlerimiz birbirine değdi değecek mesafede, beni hocama karşı savunurken bana dönüp gülümsüyordu. “Ee seni kim yetiştirdi” derken nasıl da gururluydu. Belki de benim kendime asla inanmayı beceremeyeceğim kadar inanıyordu bana. Tezimin kopyasını alıp teşekkür ettikten yalnız birkaç gün sonra… varken yok nasıl oluyor, almıyor kafam. Bu yoklukla yüzleşmek istemiyorum daha fazla. ODTÜ amblemine sarılı tabut, cenaze, yaka resimleri yetti bana. Hiç istemiyorum gitmek. Umarım B.’nin işi çıkmaz da sürükler beni. Sanki kendisi de gelecek ve yeni çıkan kitabından, son yayımlanan makalesinden bahsederken yine büyüleyecek bizi. Bana dönüp “Lukacs makalem hakkında doğru dürüst bir yorum yapmadın bu yaz, dök bakalım şimdi eteğindekileri” der belki. “Hocam daha o kadar içmedim” hakkımı evvelden kullanmış olduğumdan elim ayağım boşanır, ne cevap vereceğimi bilemem bir müddet. O benim paniğimle eğlenirken kadehimdeki rakıyı fondip yapıp “yani hocam şimdi aslında…” diye başlarım belki. Başlardım. Belki. Gelmeyecek ki.



                                        
* Einstein and Eddington filmini görmeyi bir haftadır bekliyordum. Unutkanlıkta sınır tanımadığım için Ece’ye yazmakla yetinmeyip saatimi de kurdum ve iki saat boyunca kitlendim. Dürüst olmak gerekirse -ki aslında neden gereksin, işkembeden atmak için hiçbir manim yok- David Tennant aşkına oturmuştum televizyonun karşısına ama film ilerleyip de, vakti zamanında içimdeki küçük sanatçıya “kay lan öteye” diyerek kendine yer açmış küçük bilim kadını “evet lan!”, “tabi lan!” dedikçe anladım ki sırf David için izlemiyorum filmi. Film, Einstein’ın izafiyet teorisinin İngiliz bilim adamı Eddington tarafından kanıtlanmasını anlatıyor. Yani bu sadece olay örgüsünün özeti. Elbette verilen fikir beni daha çok sardı. Aklımın gerisinde Pınar Selek ve Sınır Tanımayan Sosyal Bilimciler’in düşüncesiyle izleyince çok daha fazla şey ifade etti. David’in izafiyet teorisini en basite indirgeyerek, bir iki cümlede özetlediği o son replikten kendime pay çıkarmayı da başardım ya… hatta aklıma Pinhani’nin Zaman Beklemez adlı şarkısı da geldi ya, pes. “Zaman herkes için aynı geçmez, her birimiz için farklıdır” gibi bir şey söylüyordu ki bilim, aşk hepsi birbirine girdi. Zaten kafamdaki bütün düşünceler oldum olası kördüğüm bir yumağı andırmıştır. Bu kördüğüm yumağı oluşturan binlerce fikri en basit şekilde tasnif edebilmekten bile aciz oluşum, aralarında akla gelmez ilişkiler kurabilmeme olanak sağlıyor. Önümüzdeki birkaç ay içinde o yumaktan bir doktora tezi konusu çekip çıkarabilmeyi umuyorum…

* Zaman demişken…zamanla törpülenir insan, köşeleri sivriliklerini yitirir, yumuşar, uysallaşır. Zaman aynı etkiyi bende de gösterdi, gösteriyor. Fakat tek yönlü bir gelişme olmadı bu. Bilakis sivrilttiğim köşeler oldu. Ben kimseyi bilerek üzmek, kırmak, incitmek istemedim. İstediğimi zannettiğim, istediğime kendimi inandırmaya çalıştığım zamanlar oldu ama gerçekte istemediğimi ben de biliyordum. Buna rağmen, kendimi korumayı ve boyun eğmemeyi de öğrendim. Şartlar elverdiği müddetçe, istemediğim fakat dayatılan hiçbir şeyi yapmamam, duruma göre kabalık ya da dik başlılık olarak algılanabilir. Kendi nezaketime değer biçecek değilim, ikisi de pekala doğru olabilir. Öte yandan, her ne kadar sosyolojik anlayışımda sınırlara yer olmasa da, onunla iç içe geçmiş olan kişisel hayatım için yalnız bu hususta aynını söylemem mümkün değil. Aksine, kişisel hayatımda yer alan kimi sınırların ihlali beni yalnızca daha dik başlı değil, aynı zamanda daha kaba ve kırıcı bir insana dönüştürüyor. Olmak istediğim insan bu değil. Ne tuhaf ki bundan yalnızca birkaç yıl önce de ne istediğimi bu kadar iyi bilebilseydim, başkalarının üzüntüsünü bu katılıkla göze alabilseydim ve sınırları bu netlikle çizebilseydim…dahası tarih farklı gelişse ve arada geçen sürede yaşadıklarımın hiçbirini yaşamasaydım -yaşamaya ihtiyaç duymasaydım, o gün olmaktan yakındığım insan olmaktan çıkıp bugün olmaktan yakındığım insan haline gelemezdim. Ayrıca sınırlar sadece beni dışarıdan korumuyorlar, dışarıyı da benden koruyorlar. Böylece yaralayıcı olmamı gerektiren daha az durum ve kendimden yakınmak için daha az sebebim kalıyor.


** Doğrusu "konyak" ama Tekel'inki "kanyak". 

9 Ocak 2011 Pazar

Klasik

Bu bir klasik: Kamil’in tek kişilik koltuğu, en arka. Ayağımın karşı koltuktaki ayak koyma zımbırtısına ulaşmaması: bu bir klasik değil ama olsa olur. Bu kadar aralık bırakırken kıyak geçtiklerini düşünmüşlerdir muhtemelen. Sağ ol Kamil.

Evlerinde bir ay misafir kalabildiğim arkadaşlarım olduğu için şanslı olduğumu düşündüm AŞTİ’ye gelirken. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Buna benzer başka şeyler için de ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Sonra iç sesim kontrolden çıktı. AŞTİ’de bulunmaktan, hatta kendi parfümümden bile burulabildiğim için –daha doğrusu bu burukluğa sebep olacak kadar güçlü anılar biriktirmiş olduğum için şanslı saydım kendimi. Öyle böyle değil, beni bu otobüse bindirecek kadar yoğun bir burukluktan bahsediyorum. Aslında bu da bir klasik: Ne kadar saçma/zararlı/tehlikeli olduğunu bilsem de yaparım yapacağımı. Öyleyse daha da yaparım hatta. Yapardım, biraz duruldum. Sadece biraz, yoksa challenge accepted hala.

Tez jürim için geldiğim Ankara’da bir ay kaldığım halde birkaç gün daha sürecek olan tez teslim ve mezuniyet işlerini tamamlamadan İstanbul’a dönmem tam bir klasik ve bu saçma hareketimi en az açıklamak zorunda kaldığım insanlar, senelerdir aynı şeyi anlattığım halde beni dinlemekten vazgeçmemiş insanlar. Bazen kendimden ölesiye sıkıldığım -kendimi kendimden çıkarıp atmak istediğim halde benden sıkılmayan, sıkılsa da sevgisini esirgemeyen insanlara en az kelimeyle anlatabiliyorum neden böyle saçma şeyler yaptığımı. Bir şehir insana nasıl basar, nasıl üstüne üstüne gelir insanın ve bir şehirden nasıl neden kaçılır…uzun uzadıya açıklamalara gerek yok.

Uzman sosyolog oldum. Fakat -ne yalan söyleyeyim, neden yalan söyleyeyim- beceremedim sevinmeyi. Üstüne üstlük daha fazla beklentiyle karşı karşıyayım şimdi. Doktora yapmalıyım. İsteksizliğimle savaşmayı bırakıp kaderime boyun eğecek ve yapacağım gibi görünüyor. Hocalarımın, arkadaşlarımın, ailemin beklentisi bu yönde. Kendim için bir şey beklemeyi beceremediğime göre halihazırdaki bu beklentiye uyacağım ben de. Bölümün koridorlarında yürürken çıkan topuk sesini dinleyerek hoca olduğunu hayal eden bir insanın beklentisi , ümidi, planları değil ama hayal meyal bir hayali olduğu söylenebilir en azından. Akademi, iyisi mi sen al beni kollarına.


Bir gününüzün ayrı geçmediği, içini içiniz gibi bildiğiniz insanın sesini bir kapının, bir duvarın ardından ve ses çıkarmadan, varlığınızı belli etmeden dinlemenin acıklılığını anlatabilecek kelimelerim olsun isterdim. Dramın kraliçesi öyle değil böyle olunur diye hareket çekiyor sanki hayat. Öyle durumlar yaratıp içine atıyor ki insanı, kendi küçük dramalarımı cebimden çıkarmaya utanıp saygıyla eğiliyorum karşısında. Sonra da böyle kaçıyorum işte. Eee eski kaçaklardan kim kaldı! Sıkıştın mı topuk. İki gün sonra tekrar gelmen gereken şehirden uzaklaşmakta olan bir otobüsün en arkasındaki tek kişilik koltukta buluverirsin kendini. Yazık ki bu şehirler arası otobüslerin yalnızca insan taşıyanını yapamadılar hala. Eşlik eden ne kadar hayal kırıklığı ve ümitsizlik varsa hepsi de peşinden geliyor yolcuların. Sahiden de yol gidiyor ama bizim bir yere gittiğimiz yok. We’re just two lost souls swimming in a fishbowl year after year der ya kadınların en çok sevdiği Pink Floyd şarkısı da. Wish you were beer.

Bir yüz belirdi tepemde. “Gördüm ama sen olduğuna emin olamadım” diyerek şaşkınlıkla tebessüm eden tanıdık bir yüz. Beş yıl evvel birlikte çalıştığım bir arkadaş. O zamandan beri görüşmedik ama evlendiğini, İngiltere’ye yerleştiğini, çocuğu olduğunu biliyorum. Sadece beş yıl geçtiğine inanmak çok zor. “Nasıl da yaşlanmışsın” döndü dilimin ucundan. O da beni tanımakta zorlanmış. Üstüm başım aynı halbuki. Aşağı yukarı aynı kilodayım. Yalnız saçım uzun ve kendi renginde artık. Hayır, onun için aklımdan geçenlerin bir benzeri geçti onun aklından da eminim. “Vay be ayşec.. Nerede o aşık olduğu oğlanın etrafında pervane olan 19-20 yaşındaki hayat dolu kız, nerede şu kucağında laptopla dışarı yorgun bakışlar atan suratsız kadın…vay be”. Ne o bana bir şey dedi, ne ben ona bir şey dedim. Bir yandan ne yapıp ne ettiğimizi anlatırken bir yandan da “ne kadar değişmişsin” bakışlarıyla gülümsedik birbirimize. Sadece beş yıl. Haydi bilemedin altı. Gene de ne tuhaf. Ne kadar az, ne kadar çok.

Bugün bir iyilik vardı insanlarda. Alibeyköy’de otobüsten inip servise binmeye çalışırken –delikanlılığa bok sürdürmek pahasına- “yardım eder misiniz” dedim çalışanlardan birine. Onun yerine yanı başımda sigara içmekte olan bir kadın üstüne alınıp tuttu valizin ucundan. “Yok yok size demedim” diyebildim şaşkınlıkla. “Ne olacak canım” dedi dünyanın en doğal şeyiymiş gibi. Doğal, teklifsiz, tebessüm ederek. İçim ne kolay aydınlanıyor.

Fakat nasıl zorlanıyorum kendimi saklamakta. Alibeyköy’den bindiğim servisten Taksim’de inip bir taksiye attım kendimi. Cumartesi gecesi Taksim’i. Herkes zom, trafik kilit. Söylenmeye başladı amca:
-         Üşümüyorlar da…sabaha kadar böyle. O saatte niye dönüyorsun madem, devam et güne. Sabah 5’e kadar böyledir burası. Siz bilmezsiniz. Benzemiyorsunuz yani.
-         Bilmez olur muyum, İstanbulluyum ben de.
-         Yok yani gece hayatı filan.
-         Yoo bilirim. Hem eğlence ciddi bir sektör…ekonomi de dönmek zorunda.
-         Tabi tabi…orası öyle.

Ben “öyle” olmayayım istedi taksi şoförü. Benzetemedi, bundan olmaz dedi. Sen de bozuntuya verme değil mi, hayır, illa ilan edeceksin kendini. Oldu olacak “bilmem mi canım sabah 6’larda az dönmedim eve, o kadar içtikten sonra üşümüyor insan” diye tüy dik. Saha deneyimi olan sosyolog bu da kim sorarsa. Pabucumun uzman sosyologu. Neye benziyor da neye benzemiyordum acaba, nasıl bileceğim şimdi. Boşboğaz. Abbasağa’dan geçerken Müzeyyen başladı radyoda. Sesini açmasını rica edince toparladım küçük ilişkimizi. Parayı uzatırken Safiye Ayla başlıyordu. İnmeyip dinleyeyim istedim. İndim. “Dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey…” dedi Nazım. “Ben artık şarkı dinlemek değil şarkı söylemek istiyorum” dedim. En güzel şarkıyı da olsa yarıda bırakıp indim. İstedim ki bırakmayayım ama evime geldim.


Son günlerde o kadar sık dinledim ki bu şarkıyı paylaşma ihtiyacı hissettim en sonunda.



5 Aralık 2010 Pazar

Cim Karnında Nokta

...bazen de böyle olur.
hep ben mi pas geçeceğim günleri, pas geçme sırası güneşteydi bugün.
doğmak istemedi, doğmadı.
gün doğmadan bitti gün, ölü doğdu.
henüz değil ama bitti. insan mutlaka on sekizinde reşit olmaz, gün mutlaka on ikide bitmez.
şehrin ışıklarının yanmasıyla bugün de bitti işte.
daha kaç gün var yaşanacak?
daha kaç kez göreceğim aynı mevsimleri?
kaç ay daha ağrılar içinde kanayacağım ben?
hiç çocuğum olacak mı mesela? çok isteyince olmaz ya, korkuyorum biraz.
"nasıl olacak güzel kızım?" diye soruyordu meyhaneci yorgo, bilmiyorum.
nasıl olacak yorgo? sen ki yüz yaşında bir meyhanecisin, kim daha iyi bilecek senden?
ben ki ufacık tefecik bir kız, ben ki cim karnında bir nokta...nereden bileyim nasıl olacak, sen söyle.
seni bırakmayan bu şehir beni bırakır mı dersin? bıraksın gideyim vre.
leb-i derya bankları, vapur yolcusu martıları, lakerdayı hatta rakıyı bırakıp gideyim diyorum.
"artık tüm düşler öldü, terk etmeli kentleri" diyor kadın.
biz zaten en iyi terk etmeyi biliriz.
fakat salak ayrımların en salağıymış gitmek ve kalmak.
giden, durmuş yosun tutarken, kalan, cehennemin dibine siktir olup gidiyormuş. bazen.
ben? ben, cehennemin dibinde yosun tutar gibiyim.
"bir kadınım ben ve insan kadın olunca, her şeyi unutur yüreğinin içindekinden başka" diyor kadın.
her şeyim yüreğimin içinde olduğundan her şeyi unutuyorum.
korkarım ki kadınlıktan da kovulacağım bu gidişle.
kendi yüzümü, başkalarının gözünü daha kaç kez boyamalıyım?
daha kaç gülücük saçmalı, kaç göz yaşı dökmeliyim perde inmeden evvel?
çoktandır angarya geliyor yaşamak.
ve psikolojinin de, psikiyatrinin de, hevesle koydukları teşhislerin de canı cehenneme.
"ona kötü bir şey olsun istedim. bana aşık olsun istedim" diyor kadın.
insanın her istediği olmuyor be güzelim.
öyleyse, hadi...
"rakı doldur, yine eksildik biraz".

28 Ekim 2010 Perşembe

O serpent heart hid with a flowering face!

“Tamam! Kestik!” Bu sesi duyuyorum bu aralar. Kafamın içindeki sesler korosundan yırtık bir ses, bir solo. Suratsız fakat işini ciddiyetle yapan bir yönetmen sesi bu duyduğum. “Tamam, bırakabilirsin artık” diyor. Anlamsız, yersiz geliyor direktifi. Anlamsız değil çünkü anlıyorum, fakat yersiz çünkü kesmemi istediği şey de yersiz. Onun yersiz olması bunu yerinde bir direktif kılmıyor. “Dalgın bakışlarını, süzgün suratsızlığını…melankolik zırvalıkları kes artık. Bir tek devrik cümle daha duymak istemiyorum. İyice aptal göründüğün yetmezmiş gibi bir de sözcüklere eziyet etme!” Yersiz çünkü içinden çıkabileceğim bir rol değil bu.

Böyle zamanlarda yılanlara dehşetli özenirim. Eski derilerinin içinden çıkıp öylece giderler. İçinden çıktığı vakit iyice göze görünür olur eski derinin eskiliği. İçinde kalsa o kadar fark edilmez. Tutuyor çünkü onu, yaşatıyor. Keşke öyle sıyrılabilseydik yer eden acılarımızdan. Zaman hepsine yetişemiyor, malum. Bazıları öyle yer ediyor ki dövme gibi taşıyor insan. Zaman, dibe çökmesi için geçiyor sade. Artçı sarsıntılarda kalkıp bulandırıyor suyu, sonra tekrar çöküyor. Zaman, her şeyin ilacından ziyade, aşırı doymuş bir çözeltideki artan çözünen iyice dibe çökene kadar geçen vakit anlamına geliyor. Geçmiyor, çözünmüyor, çözülmüyor. Çöküyor. Seneler içinde insan da öyle.

İnsan kendine yabancılaşıyor…ama bunu bizimki zaten demişti değil mi? Güneşin altında söylenmemiş söz kalmadı, biliyorum, ama aynı hikayeyi bir de benden dinleyin…desem, anlatır mıyım sanki? Durulup durgunlaşacak kadar yaşlandım ama gururumu ayağımdan çözebilecek kadar büyümedim henüz. Issızca bir adada kıyıya çöküp, gözlerini ufka dikmiş bakan bir kaptana benziyorum. Bir gemi beklemiyor, oralı bile değil. Batan gemisini düşünüyor. Gemide çıkan yangını söndürmek için güvertede bir delik açmanın iyi bir fikir olmadığını düşünüyor. Yeteri kadar zaman sonra “ben burada ne yapıyorum” diyecek. Bir gemici olmasına rağmen orası burası tutulunca anlayacak ne kadar zamandır orada öylece durduğunu. Ufuk sen olmadan da yerli yerinde duruyor kaptan, al gözlerini ufuktan. Bir sal yap açıl. Açık denizler seni bekler. Karada çürüyeceğine denizde öldü desinler. Rom içerek elbette!