29 Ocak 2012 Pazar

30M'den Nazlıcan



Bugün banyoyu su bastı. O bir şey değil de günlerden Pazar olması bir miktar sıkıntı yarattı, zira eli ingiliz anahtarı tutan kimseye ulaşamadık. İki saat şorul şorul aktı su. Önce kaynar kaynar aktı bir de, çok tatlı... İki saat sonunda lavabonun poposunu yerinden söküp suyun akmasını durduran bir cengaver çıktı neyse ki. Bana da musluk -pardon armatür- almak için yollara düşmek kaldı. 


30M'ye mi 30A'ya mı ne bindim, otobüsün arkasında ayakta gidiyorum. Önümde sırt çantalı bir velet -aşağı yukarı 10 yaşında olduğunu tahmin ediyorum- basamaklarda duruyor, ben de hemen arkasında. İkimizin de yüzü kapıya dönük, yüzünü görmüyorum ama saçları bıraksan afro olacak, belli. Kirpikleri de uzun, kıvrık kıvrık. Camlar buğulu, dışarıda kar atıştırıyor. Mecidiyeköy otobüsü ağır ağır ilerliyor bulvardan yukarı. Bir baktım cama bir şeyler yazıyor: Nazlıcan. Sonra sağ elinin işaret ve orta parmağını buğulu cama koyup iki yana doğru ayırdı ve birleştirdi. Kalp yapmaya çalışıyordu. Bir sürü başarısız denemenin ardından bir tanesi hiç de fena olmadı. Sonra tuttu yalnızca işaret parmağıyla küçük ve düzgün bir kalp kondurdu Nazlıcan'ın üstüne. Nazlıcan'ın bundan hiç haberi olmadı.


Beş on dakika sonra, ben hala çocuğa arkasından bakıp bakıp ah yavrum tonlamasıyla gülümserken çocuk bir blackberry çıkarıverdi çantasından. Mesajlarına baktı, kulaklıklarını taktı, müzik açtı. Ne dinlediğini de görmeye çalıştım ama göremedim. Sonra düşündüm ki ah yavrumluk bir durum yok. 10 yaşında filan ama belki de Nazlıcan'dan gelen mesajlarla dolu o mesaj kutusu ya da kim bilir, aylardır çıkıyorlar belki. Olamaz mı, olabilir. Belki de onun bunla hiç alakası yok, okulun ilk gününden beri hoşlanıyor Nazlıcan'dan ama hala açılamadı. Hem telefonla ne ilgisi var bunun, çantasından iPad 2 çıkarsa ne düşünecektim?! Yok yok, bir rahatlık vardı kızın adını yazışında. Elini tuttuğu bir insanın adını yazar gibi rahattı. 


İnmesine yakın, yarım yamalak silmeye çalıştı Nazlıcan'ı ve kalpleri. İndi. Birkaç dakika sonra camın yeniden buğulanmasıyla çocuğun cama bıraktığı her iz geri geldi. Nazlıcan, otobüs yolcularıyla birlikte Mecidiyeköy'e doğru devam etti. Ne o bunun farkındaydı, ne de çocuk farkında.

28 Ocak 2012 Cumartesi

Shivers Up and Down My Spine



Her zaman böyle değildim. Böyle paçoz paçoz gezinmezdim ortalıkta. Salaş tamam ama paçoz denemezdi. Nasıl göründüğüme özen gösterirdim. Susan Miller da ne kadar estetik takıntılı insanlar olduğumuzu söyler zaten. O eski halimden eser yok şimdi, saldım gitti. Göbeğim bir metre önden gidiyor. Mabadımla değil dağları, hükümetleri deviririm. Mabat değil coup d'état anasını satayım!


Ben gençken, yani insanlar henüz gelip gelip "aa ayşec. amma artmış la beyazların" demezken, yani sene aşağı yukarı 2006 ve biz yurtta kalır iken, dersim olmadığı halde sabahın köründe kalkar Devrim'de tempolu yürüyüş yapardım (Şaban'ın postacı yürüyüşünden hallice). Baya deli danalar gibi turlardım koca stadı. Kulağımda da bu şarkı, hırs hırs hırs diye. Neyin hırsıysa, best days of our lives halbuki. 


Bugün Gaziosmanpaşa'daki görüşmeye giderken tipi bastırdı, ona karşı yürürken bu çalmaya başladı aklımda. Yine hırs hırs yürüyordum zağar. Yürüyorduk yani, göbeğim önde ben arkada. Sonra homurdanmaya başladı bu, iyi dedim, bir pastaneye girdik. Sesini kessin diye minik bir susamlı kurabiye aldım. Parasını almadılar, ikramımız olsun dediler. Bir mahcup oldum, aklıma da gelmedi "iyi madem 3-5 tane alayım" demek. Yiyemem ki. İstanbul'un yine bilmediğim bir köşesinde tipiye karşı yürüyen kırmızı suratlı bir mağdurellayım zaten, duygusala vermem an meselesi. Çıktım, kemiriyorum kurabiyeyi. Çöpçü amca yaklaştı plastikten kesme, uzun saplı faraşıyla. Elimde tuttuğum peçeteyle işim bitti sanmış, baktı ki hala kemirmekle meşgulüm taso kadar şeyi, gülümseyip kendi halime bıraktı beni. Çöpçülerin ellerini bilmem ama bu amcanın gülümsemesi basbayağı sıcaktı.


Bana yine Erzurum yolları göründü, oradan bir şey isteyen var mı? İlk gittiğimde demişlerdi ki buraya bir gelen 7 kere gelir, "hadi len" demiştim içimden, "bir daha ne işim olabilir Erzurum'da". Her gidişimde lokma lokma yiyorum o lafı. Doğu'nun Paris'i hey yavrum. Güney Doğu'nun Paris'i tartışmalı ama Antep'e gitmiş bulunduğum için Antep sayıyorum şimdilik. Erzurum'un ise bir Paris'liğini görememiştim, bu sefer görürüm belki. Prag, Budapeşte filan da olur yani. Hindistan'da da bir yerde demişlerdi bunu bak: Buraya bir gelen bir daha gelir. Erzurum'dan ders aldığım için, hadi lan ne alakası var demedim hiç o zaman. Hm, olabilir tabi neden olmasın. Mümkünse olsun hatta, gitmek olsun yeter ki. 


Bakalım kar körü olacak mıyım yine.


Bir diğer deli-danalar-gibi-yürüme şarkısı için bkz: http://www.youtube.com/watch?v=4KUL9-eNXzQ

22 Ocak 2012 Pazar

Konya, Adana ve Erzurum görünümlü Antep

Etli ekmek molasında Konya
Ankara, Konya derken Adana’dayız. Bir az-zamanda-çok-işler sahası çünkü bu. Her gün yeni bir şehir- yeni bir otel temposunun hastasıyım. Şehrin içinden geçip gitmek böylesi ama olsun, yemeğini yiyebildiğim sürece sorun yok. Hayatımda 60 kiloyu hiç görmedim ama İstanbul’a döndüğümde görmeyi planlıyorum. Gördüğümde ne tepki vereceğimi bile görebiliyorum: Gözlerimi dehşetle açmak yerine sakince bakıp keyifle sırıtacağım zira hayat gezince, saha yiyince güzel.

***

Karşıdan karşıya geçerken Adana
Adana’dan 24 saati bile doldurmadan ayrıldık. Osmaniye Otogarı’nda beş dakika durakladıktan sonra Gaziantep’e vardık. Yıllardır kar görmeyen şehri karlar altında bulduk. Bir Ankara, bir Konya’dan sonra soğuk denemez –bir Alex değil- ama Adana’nın ılıman soğuğundan sonra (Adana’da artıyı gördük!) afalladık, yalan değil. Şimdi hiç çaresi yok, bundan sonra Antep’i hep, bu ilk gelişimdeki haliyle, karlar altında anımsayacağım. “O zamana dek hayatımda gördüğüm en güzel karlardan biriydi” diye geçecek içimden. Şüphesiz ki, bir şehre ancak gece yarısı intikal edip otele eşyaları (namı diğer mütevazı bir sırt çantası) attıktan hemen sonra fellik fellik açık çorbacı/kebapçı aramanın da bu güzellikte payı var.

İnsan kendinden kaçamaz derler, amenna… bizse el ele yürüyoruz sanki, kaçmak şöyle dursun karda kayıp düşmesin diye elinden tutuyorum. Kaçmaya niyetim yok, nedenim de yok. Buralar çok güzel. Adana’da Kebapçı Şeyhmus’a gittik. Önden etsiz bir çiğ köfte aldık, onu saymıyorum. Sonra kuşbaşı ve tavuk kanat, ardından adana. Ben hayatımda böyle güzel adana yemedim ama Adana’da yediğim adananın nefis olması pek şaşırtıcı değil sanıyorum. Ayran bile güzeldi, öyle diyeyim.

Otel penceresinden Antep
Bugün tatlı günü. Kebabı Adana’da, tatlıyı Antep’te yemek nasıl bir keyif. Yarın sabah da dönüyorum ama hiç dönesim yok. Saha kursağımda kaldı. Nasıl diyorlar, bekleyenim yok nasıl olsa. Geyikte sınır tanımayıp da bu söz karşısında hala nasıl burulabildiğime inanamıyorum. Doğruya doğru, bana saha olsun, haftalarca o uzak şehirden bu uzak şehre ufak bir çantayla gideyim. Kar yağmur çamur, açlık uykusuzluk, mahrumiyet… çok da fifi. Şu anda Antep biraz fazlaca kar altında ama zor koşulların yanından yöresinden geçmiyor… henüz. Antep bu kadar kara alışık olmadığından arabaya takmak gereken ıvır zıvır da bulunmuyor. Dolayısıyla bugün arabayla kara filan saplanırsak ufak çaplı bir saha anısı çıkabilir oradan, hepsi bu.

Antep'teki otel odası hakkında merak edilen her şey
“Beş yıl sonra kendini nerede görüyorsun” sorusu oldum olası komik gelir. Bir düşündüm, hayatıma damgasını vuran bir aylık Artvin saham da 7 yıl önce tam bu aylardaydı. O zaman aklımdan geçenleri çok iyi anımsıyorum: Bunu istiyorum. Bir kurum ya da kuruluş masraflarımı karşılasın, araştırma için uzak diyarlara göndersin beni. Ufak çantamla oradan oraya gideyim ben. Nasıl içten istemiştim bunu. Şimdi, Barhal Çayı’nın sesiyle uyumaya alışmamdan 7 yıl sonra, arada bir kafamı kaldırıp otel odamın camından kar altındaki kente istikrarla inmeyi sürdüren ince, yoğun karı izlerken “bu” diyorum, “işte bunu seviyorum”. Tam ne olduğunu da bilmiyorum, artık o her neyse onu.

***

Antepian Sarkıts
Sabah güç bela kalktım yataktan. Sahanın son günü olması münasebetiyle önce ona bir homurdandım. Sahada üçüncü gün sendromu derler, yazış olduğunu düşünüyorum. En azından bende üçüncü gün değil son gün sendromu var: Dönmek istemiyorum. Hazırlanırken ses olsun diye televizyonu bir açtım ki 7’den 77’ye. Barış Manço bacak kadar çocuklara arabada hangi koltuğa oturduklarını soruyor. Uyku mahmurluğuyla iyice sersemledim: Kaç yaşındayım? Anadolu’da bir otel odasında tek başıma uyandım ama kaç yaşındayım, buraya nasıl geldim? 5 miyim 6 mıyım yoksa 26-27 mi? Biraz televizyona kitlendim ama sonra geçti, hazırlanıp çıktım.




İmam Çağdaş/ Antep
Arabamız kara saplanacakmış, buldun da arabayı! Antep değil Erzurum anasını satayım, öyle bir kar. Bir sürü Antepli çocuk ilk defa kar gördü bugün. Neyse, buzlu stresli bir günün ardından sıcak duşumu almış bunları yazabiliyorum. Görüştüğüm insanlardan birinin çeyiz dükkanı vardı, beni evinde ağırladığı halde üşenmedi benle birlikte çıktı, dükkanından el işi bir yastık kılıfı hediye etti… çeyizlik. Yorucu sahaların ödül misali anları. Ama karlara bata çıka, buzlarda düşeyaza geçen bir günün ardından en büyük ödül İmam Çağdaş’ta yediğimiz Ali Nazik oldu. Üçü bir aradaymış, bırah ya! Mükemmel karışım budur: Patlıcan ezme, bol sarımsaklı yoğurt, üstüne kuşbaşı. Hayat bu işte.

Bunları geniş şifonyerin masasında yazdığım için arada aynaya takılıyor gözüm, yorgun ama keyifli bakan bir kadınla göz göze geliyorum. Fazla uzağa gidememiş olsa da beş günde beş ile uğramış bir kadının “şimdi nereye gidiyoruz” bakışı bu, ben bilmez miyim! Şimdi başladığım yere, sabah uçağıyla İstanbul’a dönüyorum.

Ne bekleyenim ne de dönesim var. 


saha şarkım: ne güzeldir yollarda olmak şimdi...

19 Ocak 2012 Perşembe

Vaha Aile Çay Bahçesi

On altı Ocak Pazartesi sabah dokuz buçukta İstanbul Fatih'te, Karagümrük Atikali'de yürüyordum. Geniş caddenin aşağısından yukarı vuran sabah güneşi gözümü alıyordu. Cadde ışığa boğulmuş da ben içine batmış gibiydim. Ters yöne yürüsem de gözümü almaya devam edecekti sanki. 


Hiç tanımadığım biriyle görüşme yapmak için gitmiş ama geç kalırım korkusuyla erken varmıştım. Dün yediğim Ali Nazik, hayatımın erkeği olmanın sorumluluğuyla baş edememiş, beni bir an önce terk etmenin yollarını arıyordu. Ayrılığın iyisi olmaz, sabah sabah sıkıntı olmuştu içimde. Rastgele bir yere girdim, herkes kendi yoluna gitti. Oradan, yeni doğmuş gibi çıkıp yeni doğmuş gibi davranan güneşin aydınlattığı caddeye katıldım yeniden. Sırtımı güneşe vermiş yürürken, Karagümrük durağıyla Atikali durağı arasında kalan bir yerde sağa doğru çıkan taş merdivenler gördüm. Sayıları çok değildi ve yeşillik bir yere çıkar gibiydiler, merdivenleri izledim. 


Sıradan bir nargileciden farkı yoktu. Hasır sandalyeler, basit ahşap masalar ve hiçbir masada eksik olmayan büyük plastik şekerlikler. Gösterişe önem vermeyen, mütevazı bir özen vardı sanki, emin olamadım. Sağda, çay ocağının ve daha bir çok masa sandalyenin bulunduğu yere geçtim camlı kapıdan girip. Her bir camın üzerinde ıssız adadakilerdekine benzer yeşil bir palmiye vardı ve "Vaha Aile Çay Bahçesi" yazıyordu kırmızı harflerle. İçeride, eski bir soba yanıyordu orta yerde. Beyaz saçlı, mavi gözlü, kot pantolon ve kot ceket giyen bir adam umursamaz ama saygılı bir tavırla -nasıl beceriyordu bunu?- buyur etti beni. Alçak hasır tabureye oturmadım, iliştim. Bir çay istedim, kendine koyar gibi telaş etmeden getirip koydu alçak masanın üstüne: "Buyurun küçük hanım". Aslında açtım da ama adamı yorma düşüncesi açlığımı bastırıyordu. Çayı verdikten sonra iki yanımdaki tabureye ilişti o da. Öksürüğüne bakılırsa yıllardır iki paketin altına düşmemişti. Karşı masamda bir adam ve bir kadın eminim kendilerine çok anlamlı gelen ama benim için hiçbir şey ifade etmeyen şeylerden bahsediyorlardı. Bizi birleştiren çok önemli bir ortak nokta vardı işte: birbirimizi umursamıyorduk.


Ne kadar aç olduğumu düşünmemeye çalışırken pıtır pıtır bir ses işittim. Sesin geldiği yöne baktım bir şey yoktu. Ses yere yakın bir yerden geliyordu. Bir kedinin fayans zemin üzerinde çıkardığı pati sesleri olabilirdi ama bir kedi kadar ağır değildi. Ses yaklaştı, yaklaştı...en nihayet bir masanın kenarından ortaya çıktı. Sol kanadı kırılmış yere değen, tombul mu tombul bir güvercindi bu. Kocaman gıdısı pembe, mor, yeşil parlıyordu. Sobanın ısıttığı geniş çay ocağında bir oraya bir buraya yürüyordu. Ara sıra boyundan biraz yüksek bir yere çıkmaya yelteniyor ama bu çabaları sonuçsuz kalıyordu. O kanat ve o cüsseyle yerden fazla uzaklaşması mümkün görünmüyordu. 


"Kanadı iyileşsin salacağım dışarı ama şimdi kediler yer diye korkuyorum." 


Ben ikinci çayı içmekle içmemek arasında gidip gelirken adamla kadın hesabı ödeyip Alaaddin Amca'ya hayırlı işler diledikten sonra gitmek için ayaklandılar. Çıkarlarken kadın camlı kapıyı açık unutunca kanadı kırık tombul güvercin önce biraz ürkek, sonra pıtır pıtır dışarı çıktı yürüyerek. İnsanlarla birlikte ışıklarda beklemeyi öğrenip, yeşil yanınca insanların peşine takılarak karşıdan karşıya geçen sokak köpeklerini anımsadım. Kapı açılınca yürüyerek çıkıp gitmişti hayvan. Vapura binerken farklı bir şey yapmıyoruz ki biz de.


Alaaddin Amca endişelendi, hatta kadının düşüncesizliğine biraz sinirlenir gibi oldu. Neyse ki çıkan adamla kadın bir iki hamlede içeri yönlendirmeyi başardılar güvercini. Çıktığı gibi pıtır pıtır içeri girdi. Alaaddin Amca rahat bir nefes aldı. Kırık bir kanadın kendi kendine iyileşme ihtimalini uzaklaştırmaya çalıştım aklımdan. O zaman ben de rahat bir nefes aldım. 


Kim bilir belki Alaaddin Amca bir müddet sonra eşinin üstüne böyle titremeyi bırakmıştı. İki paket sigaranın yanında her gün bir büyük içiyordu belki. Gençken yakışıklı olduğu belliydi, evlenince de can yakmaya devam etmiş miydi acaba? Belki de hiç evlenmemişti. Ya sevdiğini vermemişler ya da o kimseyi sevmemişti. Yok, herkes birini sever. Ömrü billah kanadı kırık bir güvercinin peşinden koşmamıştır ya. Onun da kolunu kanadını kıran ya da üzerine kol kanat geren, onu kollayan birileri olmuştur elbet. 


Bozuk parayı masanın üstüne koyup çıkarken gülümsedim, "güle güle küçük hanım" dedi. Yine küçük hanım deyince güldüm, güle güle gittim sahiden. Yaşama sebebimsiniz dedim içimden, siz ve sizin gibi insanlar...

En Soğuk Ankara

Ankara'ya iş için gelmek de varmış...ve tabi soğuk otel odasına tıkılıp bilgisayarda çalışmak, görüşme yapmak için geldiğim insanlar dışında kimseyle görüşmeden başka şehirlere geçmek de. Ankara hiç bu kadar soğuk olmamıştı, olduysa da ben bilmemiştim. Eksi on dört derece. Yerler cam gibi, şehir beyaz. İzmir Caddesi'ndeki otelin penceresinden Kızılay'a bakıyorum. Karlar yukarı doğru ve mavi yağıyor çünkü pervazlardaki ışıklandırma mavi. Ankara'da hiç bu kadar üşümemiş ya da hiç bu kadar yalnız kalmamıştım. Bu kadar yalnız hissetmemiştim hiç. Minibarı tırtıklıyorum. 


Yine de Ankara'yı özlemişim, Ankara'yı seviyorum. Demiştim ya bu çoğu şeyden ve çoğu insandan bağımsız artık. Bu şehirde beni çeken çok acıklı bir şeyler var. Zaman zaman gözümü kör etmiş olan kendi hikayem haricinde hem de. Bu şehir bizatihi acıklı. Baharı bile gülümserken yüzü gölgelenen insanlar gibi. Ne yaparsa yapsın yüzü tam anlamıyla gülmeyen, gülmeyecek bir şehir Ankara. Onun için üzülüyorum, onu alıp göğsüme bastırasım "boşver" diyesim geliyor. Denmez, saçma.


Yarın burada olmayacağım için memnunum. Yarın 19 Ocak. Hocamızı kaybetmemizin ilk senesi doluyor. Bir başka kaybımızın ise çok senesi doluyor ama örgüt yokmuş neyse ki... Yarın Konya'ya geçiyoruz, sonra Adana ve Antep. Aslında Kilis'i de görmek isterdim ama şimdilik Antep'in yemekleriyle avunabileceğimi düşünüyorum. Hocamı çok özlüyorum. Ben bir çok insanı ve bir çok şehri de çok özlüyorum. Dedim ya özlemek ehlileştirilemeyen, dişleri ve tırnakları olan bir duygu. İşte öyle özlüyorum. 


Ankara'dan geçip gitmek de varmış... ama "gitme" diye bacaklarıma sarılan iki yaşındaki Deniz içimi ısıttı bugün. Büyüyünce beni hiç hatırlamayacak, beni yarın bile hatırlamayacak ama "gitme" diye bacaklarıma yapışıp küçük elleriyle parmağımı sıkıca kavradığında beni nasıl mutlu ettiğini bilmesini isterdim. "Tamam, gitmiyorum" dedim. Yalan. Yetişkinler yalan söyler. Otobüsle Ankara'ya gelirken yine o eski his gösterdi kendini: Gitmek. Ufak bir sırt çantasıyla mümkün olabildiğince uzağa, mümkünse daha önce hiç gitmediğim bir yere ama yine de varmak için değil, gitmek için gitmek. Seviyorum, tutkunum bu hisse. Kök salmayı istemek başlayınca insan bu hissi bir daha duymaz sanıyordum, yanılmışım. Başka türlü bir şeymiş bu, öyle böyle değil. Keyifli bir yol arkadaşına itirazım yok elbette ama yalnız da güzel. Emekli çocuk doktoru profesör bir hanımla tanıştım gelirken, dertleştik. İnsanlarla tanışmayı seviyorum hala... kısa süren ama çoğunu hiç unutmadığım tanışmalar. 


Konya'ya Adana'ya Antep'e daha önce hiç gitmedim ama Ankara hiç olmadığı kadar soğuk. Ben hiç olmadığım kadar yalnızım bu şehirde. Önce biraz buruldum ama sonra geçti. İnsanı çalışmak kurtarıyor derlerdi, inanırdım, sahiden öyleymiş. Otel odalarını sevmekle gitmeye tutkun olmak arasında bir bağ var mıdır acaba? Kesin vardır. Köhne ve soğuk da olsalar seviyorum otel odalarını. Otelde yaşayan insanları anlamakta hiç zorlanmıyorum ama yine de biraz ters gelmiyor değil otel mantığına... han ve yolcu ilişkisine daha doğrusu. Han biraz soluklanmak içindir, kalmak için değil. Gitmek için yine yola çıkarsın. Yarın sabah yapacağım gibi.


Yapayalnız fakat iyi olacağım aklıma gelmezdi hiç. Tezel gibi bir cep kanyağı alayım dedim yolda yanıma ya bulabilene aşk olsun. Tutkunu olduğum uzun otobüs yolculuklarından birinde er ya da geç Tezel'lik yapacağım elbet. Serde bir Tezel var, kanyaklı veya kanyaksız. 

Bu raporlar bitecekse bu gece uyku yok bana. Tavukçu'ya gitmeyi hayal ediyordum oysa. Tek başına yiyip içen kadın olmakla bir sorunum yok ama üstüme yapışan bakışları taşıyamıyorum her zaman, yudumlarım boğazıma diziliyor. Rembetiko'ya gideyim dedim, yerine Fikrim açılmış. Ankara'da barların köşe kapmaca oynar gibi bir hali var (bkz. Gölge). Köfteci Doktor Amca'ya gittim, ben geldim diye teybe nihavent kaseti koyan bir adam var en azından hala diye... o da yerinde yoktu, boşverdim köfteyi. Cep kanyağı aradım bir iki Tekel'de, onu da bulamadım. Voodoo'ya hangi sokaktan girdiğimizi yine hatırlayamadım. Dün akşam öyle geçti. Bu akşam da böyle. Bu raporlar bitecekse uyku yok bu gece. Yalnız amma soğuk be... Rumeli'de amma güzel tuzlama içtik bu akşam. Çıkınca bir cigara bile yaktım. Chopin diye meyhane varmış, oraya gideceğim bir gün. Aklımda bulunsun. "geç olmuş. hem son solfasol otobüsü gelir birazdan, bir takım şopenleri alıp bir takım yoksun hüzünlere gark edecektir daha."

Burnum üşüyor. Burnum düşecek gibi soğuktan. Haddinden fazla soğuk ve acıklı bir şehrin tam ortasında yorgun, uykulu ve yalnızım. Her gün birilerinin sevdiği birileri öldüğü halde bizim için ölümün damgasını vurmuş olduğu gün yarın ve buna rağmen nasıl hala güzel kalabiliyor hayat, nasıl mümkün olabiliyor bu... akıl alır gibi değil be abi. 

14 Ocak 2012 Cumartesi

İstanbul'a Lapa Lapa Kar Yağdığı Gün

Geniş pencerenin kadrajından İstanbul'a yağan karı izledik beraberce. Kumrulara ekmek verdik, biri geldi "gagam ince, narin" demedi yedi yuttu koca koca ekmek parçalarını. Sonra bir martı gelip kondu onun yerine. Martı var, İstanbul'dayım.

Ankara'daki gibi buz tutmasını geçtim İstanbul'da kar zar zor tutar. Tutacak diye değil ama sırf lapa lapa yağıyor diye dışarı çıkıp yürümek istedim. İri iri kar tanelerinin burnuma alnıma konduklarını varlığımın uçlarına kadar hissederek, gülümseyerek, mutlu mutlu ve gayesizce yürümek istedim. Çıkmadım, yürümedim. Zaten mutlu da değildim.

İyi bir gece değildi. Buruk değil burucu, acıtıcı bir geceydi. Sabahına yağan ve şekerli gibi duran kar bile değiştirmedi bunu. Özlemek vahşi bir duygu. Dişleri ve tırnakları olan bir duygu özlemek. Ehlileştirilemeyenlerden. Su altına dalmak gibi bir bakıma, kapılıp gitmek gibi...biraz daha derine, biraz daha. Özlemek, o güne dek öğrenilmiş tüm kuru hayat bilgeliklerini sikip kenara atan, insanı boş duvarlara uzun uzun bakmaya iten bir şey. 

Oda büyüklüğünde bir düşünce bulutu içindeyim. Lapa lapa kar yağıyor bulutun içinde; kokusu biraz şekerli, biraz baharatlı, biraz da çiçekli. Yağmur kara, ben bana dönüyorum.


7 Ocak 2012 Cumartesi

6 Ocak 2012 Cuma

3 Ocak 2012 Salı

Sher-Locked

İşe başladım. 


Sherlock başladı. Çok iyi. Çok çok iyi. 


Bugün bu şarkıyı öğrendim: 

2 Ocak 2012 Pazartesi

Much ado about nothing #17


2012…ee?! Ee’si var mı, yarın işe başlıyorum. Daha ne olsun.

Bu yıl başını da atlattık. Örf ve adetlerimize uygun olarak, cnbce’nin verdiği geleneksel VS defilesini izleyerek geçirdik bu yeni yılın da ilk dakikalarını. Trivial Pursuit durduğu yerden çıkarıldı ama hiç oynanmadı; wii de pek tutmadı. Arkadaşın yeni sevgilisiyle tanışıldı, ortamda olmadığı anlarda kafa kafaya verilip değerlendirmeler yapıldı. Herkesi sevmek gibi bir sabıkam olduğu için benim görüşüm pek ciddiye alınmadı. “Hiçbirimizin diğerine verecek aklı yok ama” diye başlayan sağlam bir ayar alındı. Yalnızca çok yakın arkadaşların birbirlerine sarf edebilecekleri sert tespitler ve ağır cümleler sıralandı, akabinde kadehler tazelendi. Bazı televizyon kanallarının gösterdiği eski yılbaşı görüntülerine takılındı; yirmi yıl öncesinin Ajda’sı, Bülent Ersoy’u, Erkan Yolaç’ı, Cenk Koray’ı izlenirken çocukluğa dönülüp geri gelindi. Boğaziçi’ndeki işgal değerlendirildi, endişeler dile getirildi. Uzaktaki yakınlarımızla telefon bağlantısı kuruldu, duygusallaşıldı ama belli edilmedi. Telefon bağlantısı kurulmayanlar oldu, onlara da içten iyi seneler dilendi. Ortam dört çift artı ayşec.’den müteşekkil olduğu için ilerleyen saatlerde arkadaş ve yeni sevgilisi tarafından evlat edinilip house party’lere gidildi. Kadıköy barlar sokağında elde bira takılınırken eski sevgiliyle karşılaşıldı, evlenmeyi düşündüğü yeni sevgilisinin homurtulu bakışlarıyla çok eğlenildi ama belli edilmedi. Genç ve bekar kitle içinde süren ekmek savaşlarına tanık olundu, gülümsenip geçildi. Gülümsemeden yüz bulup yazan arkadaşlar itinayla uzaklaştırıldı, iyice kadere bağlamaya başlayan bekarlığa halel getirilmeden sabaha karşı sağ salim eve dönüldü. Bilgisayarın açılması beklenirken, kıyafetle, makyajla ve hatta lensleri bile çıkarmadan kanepede sızılıp kalındı. Baş ağrısıyla uyanıldı, inatla ağrı kesici alınmaksızın biraz daha uyundu.

Evet, aşağı yukarı böyle geçti. Komşum olan arkadaşımla evde oturup viski ve cin eşliğinde Godfather’ı izleyeceğim yerde epey aksiyon içinde bulmuşum yine kendimi. Yaşlılık iyi halbuki, hiçbir şikayetim yok benim. Ev iyi, ev iyi. Bir dahaki sene kimse çıkaramaz beni evden. Ev ev gezerken, on liralık şemsiyeye sahip çıkayım derken Hindistan’dan aldığım canım kaşmir eşarbı da ekmişim bir yerde, sinir oldum.

Neyse yani, yarın işe başlıyorum. En acayip, en süper gelişme bu bence.