ALES etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALES etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mayıs 2011 Cuma

Much ado about nothing #15

Çeviriydi, sahaydı, rapordu derken blog yazmaya vakit bulamaz hale geldiğimi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Yazdım, hem de iki kere, fakat yayımlamamla silmem bir oldu. Oysa bendeki bu duygusala ışık hızıyla bağlanma hali yeni değil, bilakis birçok yazımda izleri takip edilebilir. Lakin kendimi eskisi kadar rahat hissetmiyorum bunu aşikar etmek konusunda. İsterse bir kiraz vakti daha gelip çatmış olsun, ne gam... Ne gamı lan bu güzel havada. Yok gam mam, hayat güzel. Yani...sanırım.

İnsanın kendi parasını kazanıp yemek konusunda heyecanlanmasının 26 yaşına tekabül etmesi biraz utanç verici. Esasen bu bir ilk olmamakla birlikte artık öğrenci olmadığım için ilk sayılıyormuş. Yoksa misal, bundan altı yıl önce de bir projeden aynı parayı kazanmıştım. Ama sonra o parayı olduğu gibi alıp B tipi likit fona yatırmıştım. Her ne kadar anneannemin anneme benzemediğim ve parayı elimde tutma becerim olduğuna dair inancı tamsa da o eski halimden eser yok şimdi. Paradan çatır çatır diye ses getirene kadar yemekten yanayım. Nitekim yiyorum da. Bugün iki elbise aldım. Levent'te staj yaparken bile girmiştim aslında bu kafaya: Madem ki para kazanıyorum, o zaman en yakın AVM'ye girmeli ve türlü çeşit giyim eşyasına gömmeliyim bu parayı. Onun değişik bir versiyonunu da yaşadım bugün: Madem ki iş için bütün ulaşımımı akbille sağlıyorum, o zaman harcırahın geri kalanını Gelik'te kuyu kebabına gömebilirim (hayvanseverliğim malum). Zaten arkadaki bahçesi de açılmış, değme keyfime. 

Annemleri de yemeğe çıkardım en nihayet. Elbette ki planladığım gibi olmadı ama olsun. Zaten hiçbir şey yeteri kadar iyi olmayacak, bunu bilmek biraz içimi rahatlatıyor. Bu rahatlıkla da gidip cep telefonu ve gürültüyle zonklamayan buzdolabı almayı planlıyorum. Paris'in hayal olarak kalacağı çok belli. Kuracak bir hayal aradım, aklıma Paris'ten başka bir şey gelmedi. Gene ara ara kurarım ben onu sinsice, en güvenli yerde, aklımın gerisinde. İyi şarabı, gün boyu yürüyüp kaybolmayı, sonra bir sokağın arasında Eiffel'i görünce çocuklar gibi sevinmeyi, Sacre Coeur'den şehri izlemeyi, Rodin'in heykellerine tapınmayı filan...kurarım ben, kurmaz mı insan. İstesem de alamam kendimi bunları düşünmekten. Aklım kaçar, düşünürüm. 

İşi bu yüzden de sevdim, seviyorum işte. Hatta beraber götürebildiğim sürece çeviri de yapıyorum ki iyice, sıkı sıkı tutsun aklımı, estiği gibi kaçıkaçıvermesin. Şimdi, gerçi, öte yandan...yine erguvanlar bastı İstanbul'u... Bak gene kaçtı, işte hep böyle oluyor. Firari kadının firari aklı olur elbet. Aman bırak ne firariliğim kaldı allasen. Yok yok kesin gene vardır içimde.

Deli gibi kilo aldım. Alırım almam, bu bir yana, kilomdan ötürü kendimi bu denli mutsuz hissedişim bir ilk. Resmen mutsuzum, kompleksliyim. Düğün fotoğraflarında patladı patlayacak, kırmızı bir fıçı gibi çıkmış olduğumu görmek de tuz biber ekti. Tamam tamam, kilo muhabbeti yapmayacağım. Ama sürekli bunu düşünüyorum, haberiniz olsun. 

Sarhoş girdiğim ALES'ten yeterli puanı almışım. Sahip olup olabileceğim akademiye ilişkin son başarım bu olacak herhalde. 20 yıl sonra meyhane köşelerinde vızıklıyor olurum artık "puanım tutuyordu" diye. Köşe iyi de muhabbet kötü. 20 yıl sonra ben neye benzeyeceğim, hayatım neye benzeyecek? İleri sarmayı şiddetle istediğim anlar oluyor. 

Bugün tarih tekerrür edeyazar gibi yapıp gülümsetti beni. Gene sahadayım ama fırıncılık değil İK'cılık oynuyorum şu aşamada. Derinlemesine mülakat yapıyorum insanlarla vesaire. İlk etap da demografik bilgiler. Bugün ilk defa istenenden daha da fazlasını sordum, sırf meraktan, özel ilgi. Yıllar önce de köşesine çarpı attığım bir anket olmuştu, onu anımsadım. Şimdi bu mesleği kötüye kullanmak mı kuzum? Niyetim kötü değil ki hem. İnsanları seviyorum. Ama bazılarını daha çok takdir ediyorum işte. 

Yeni tanıştım sayılır birine akademi fetişimden bahsettim, insanların kurumsallık fetişinden iyidir dedi, yüz buldum. O etek-ceket-topuklu giyip plazalarda çalışınca "oldum" sanan kadınların kafasına giremeyeceğim asla. Öğle yemeğinde salata, çıkışta biraz alışveriş. Yok be, hiç bu değil aklımdaki. Bugün iki elbise almış olabilirim ama kısa, uçuş uçuş ve çiçeklilerdi. Herkesin kendi dünya algısına göre belirlediği bir en yüksek statü, bir en prestijli konum var sonuçta. Kimine göre bir mafya babası, kimine göre albümleri en çok satan pop şarkıcısı, kimine göre de Amerikan başkanıdır bu en büyük prestije sahip, gelinebilecek en yüksek düzeye erişmiş kişi. Valla benim için Prof. Dr.'dur, doğruya doğru. İster aydınlanma eleştirisinden gir, rasyonaliteden çık umurumda değil, seviyorum. Bilimin bilimliğini sonuna kadar eleştiririm, o ayrı. Lakin gözünü sevdiğim akademi içime işlemiş. Hop, şarkı geliyor buraya. 

İşte böyle...hayat geçiyor sevgili okur. Bugün saçlarımı rüzgara, yüzümü de güneşe vermiş, motorla Üsküdar'a geçerken onu düşündüm: Mevsimler daha mı hızlı geçiyor ne? Yok valla, gıdım felsefe yok, öyle dümdüz düşündüm. "Gene" diyorum artık, "gene bahar geldi" ya da "gene kış". Daha önce de yaşamıştım bu mevsimi, biliyorum. Mevsimler de eskiyor mu ne, bilmem ki. 

Böyle işte...yaşayıveriyorum, yaşayıp gidiveriyorum. Ne kimseden mutsuz, ne kimseden mutlu. Plastik gibi biraz, cam gibi, sunta ya da briket gibi. Öylece yani, bilmem. Düşünmüyorum. 



Handle me with care ve Bad Man's World diye şarkıları da varmış bu kızın...güzel mi ne. Herkes biliyor ve gene en son ben öğreniyorum değil mi? Aman öyleyse de geç olsun güç olmasın. Bir bu, bir de "olduğu kadar" favori cümlelerim bu ara. Olduğu kadar artık. 

24 Nisan 2011 Pazar

8 Kadındılar

…ve Burcu evlendi. Arkadaşım mutlu olduğu için mutluyum ama adını koymakta zorlandığım –ki bu bana pek sık olmaz, artık biliyorsunuz- bir şey daha vardı. Onun da ne olduğunu bugün dolmuşta fark ettim. Dün akşam bir devir kapandı, bir yenisi başlıyor. Burcu evlenince biz de evlenmiş mi sayılıyoruz yani? Bir bakıma öyle. Hayatımıza bir evlilik girdi şimdi. Tek tük evli arkadaşlarımız zaten olsa da bu başka, devir kapayıp devir açan cinsten bu. Aramıza sızan bu kurumsallık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylüyor, bir şeyleri arkamızda bırakıyoruz sanki, bildiğimiz anlamda hayatı geride bırakarak uzaklaşıyoruz. Sadece evlenmek de değil. Misal ben “Ayşe Hanım” olmaya alışıyorum bu ara. Düğün salonunda bir aşağı bir yukarı koşturan veletleri kolundan yakalayıp “koşmayın yavrum, koşmayın evladım” diye azarlıyoruz. Gümüşü taşı gene seviyor ama beyaz altına, inciye, elmasa, pırlantaya da göz kırpıyoruz. Bir şeyler oluyor.

Nikah memuru adını soyadını sorduğunda flashback yaşadım. İkinci sınıfta mı neyiz. Kayıt için hocamızın odasına gitmişiz ve her zamanki gibi akşamdan kalmayız muhtemelen. Hocamız öğrenci numarasını soruyor, arkadaşımdan ses yok. Adını soruyor, gene ifadesiz. Bunu her anlatışımda “ya unutmadım” diyor ama ben o ana şahidim. Dün nikah memuru sorduğunda ise hiç teklemedi. “8 sosyolog kadın adına şahidiz” dedi temsilcilerimiz de. Meslek hastalığı olacak kelimelere takıldığımızdan (bu ifadeden de hiç hazzetmeyiz) onlar biraz tekledi ama olur o kadar. Beyazlar içindeki arkadaşımızın kurumsallaşmasına şahit olduk.

Akacak gözyaşları yerinde durmadı, rakılar sağlığa kaldırıldı, göbekler atıldı, takılar takıldı, topuklular pistin kenarına atıldı... Sıra çiçeğin atılmasına geldiğinde her zamanki gibi oradan hızlıca uzaklaşmaktı niyetim. Çiçeğin atılmasını bekleyen kızların arasında erkek bir arkadaşımı görünce muhafazakarlığım tuttu “olmaz öyle şey” diye. Halbuki hepimizi toplasan onun kadar isteğimiz yoktur evlenmeye (ayakkabının altına onun da ismini yazsam yazarmışım, hiç aklıma gelmedi. Hazır isim misim de kalmamıştı gecenin sonunda). Ona “sen ne arıyorsun burada” diye biraz şaka biraz ciddi çemkirirken Burcu’nun bize arkasını dönmeden evvel attığı o muzır bakışı gördüm. Birkaç saniye sonra da çiçek önüme düştü. Arkadaşım dağılan parçalardan bir tanesini, ben de –challenge accepted- buketi kaptım. İkimiz de kapmış sayılıyormuşuz ama öyle şey olmaz bence. Her şeyin bir usulü adabı var canım.

Ha ben çiçeği kaptım da ne oldu. İnsanlar nezaketlerinden lady in red deyip durdular ama düpedüz kırmızı bir balona benziyordum. Davetiyesinde adının yanında “yalnız ve güçlü birey” yazan kırmızı satenden, yüksek ökçeli bir balon. Eksi bir. Azıcık bunalıma girmedim dersem yalan olur. Çiftlerin çiftliklerinden sebeplendim ben de. Burada hazır çift olmuşlar var, onla da ben mi uğraşacağım! Bazen hakikaten sevdiğim çiftleri izlerken yakalıyorum kendimi. “Vay be, aşk filan” diye geçiyor aklımdan. Uzaktan güzel görünüyor. Çok uzun mesafe de iyi değil tabi. “Ayşec.’le de dans et hayatım, bak tek başına oturuyor masada” diye kulaklara fısıldanmak istemiyorum. Elbet bir gün bir ara bir artı birim olacak benim de. Şimdilik sadece lady in red.

ÜDS gibi ALES’e de kafam güzel ve uykulu girdim. Gerçi komple ÖSYM’ye…neyse hadi. Çok fena kaderciliğe bağlayasım var. Belki de böyle olması gerekiyordur. Doktoramın da eksik kalması gerekiyordur belki? Ocak’ta kaybettiğimiz hocama söz vermiş bulunduğum için kalkışmadım mı zaten bu işe. Ben elimden geleni yaptım hocam. Siz bana güvenmiştiniz ama ben fos çıktım. Ha sosyoloji doktorası yapabilmem için bana hala A şehrinden B şehrine giden aracın hızını soran ÖSYM hiç mi fos değil… İlkokuldan beri o araç o B şehrine bir türlü varamadı zaten, o havuz bir türlü dolamadı (alttan akıttığı için olabilir). Elveda doktora, merhaba iş hayatı ve çeviriler. Bir müddet görüşmeyelim ÖSYM. Mümkünse ilişkimize uzun bir ara verelim.

İşe başladım. Çok keyifli. Patronum yeni çalışanını google’layıp blogumu bulduğu için söylemiyorum, gerçekten keyifli. Hani “gönlüne göre” derler ya, aynen öyle. Zaten ne kadar duygusal olabilirse o kadar duygusaldı iş görüşmemiz. “Kendimi buraya ait hissediyorum” diyecekken “burada mutlu olacağımı düşünüyorum” diye son anda çevirebilmiştim neyse ki. Kapitalist ilişkilerde hissiyatın bu kadarı da fazla. Oysa aklımı meşgul ettikleri için elimde olsa ben para vereceğim şirkete. Çok istedim buranın olmasını. Hatta yeteri kadar istemiş olacağım ki iki ay sonra oldu. Hem de tam istediğim gibi. Sabah 9 akşam 5 ofis işi değil, bütün gün sahadayım. İnsanları izleyip notlar alıyor, sonra da akşam onları temize çekiyorum. Casusluğu andırsa da biz katılımcı gözlem demeyi tercih ediyoruz. Şimdi tek istediğim şu ilk paramı (daha önce de çalışıp paralar kazandım ama nedense bunu ilk sayıyorum) alnımın akıyla kazanıp annemleri yemeğe götürmek. O kadar emek verdiler bana, kızlarının bir hayrını görsünler artık.

Evlilik, iş filan…işte bundan bahsediyorum. Bu sene bahar şenliğine de gitmeyeceğim ilk defa. Devirler hep kendi kendilerine kapanmıyor, biraz da biz ittiriyoruz. Bir daha bahar şenliği yok. Böyle olması gerekiyor. Ben böyle olmasını istiyorum. Dün, yanıma kâr kalan arkadaşlarımı gördüm. Daha dengemi kaybettiğim an kollarımdan yakalayıp düşmeme izin vermeyen; bazen beni ben olduğum için, bazen de beni ben olduğum halde seven arkadaşlarımı. Biz beraberken hayat bize şenlik zaten. Yanımıza kalmayan, uzağımıza düşen arkadaşlarımızı da düşündüm; hiç ayrılamam derken kavuşmak hayal olan sevgilileri; ölüm döşeğindeki hasta ziyaretlerini, ölümleri-düğünleri, bitişleri-başlangıçları… düşünmeye bir kere başlayınca bir sürü şey geliyor aklıma. Pasta kesilirken Star Wars çalması gibi şeyler...

(bkz. 8 Kadın)



22 Şubat 2011 Salı

Cemre de Bana mı Cemre!

Pazar günü ilk cemre havaya düştü. İkincisi 27’sinde suya, üçüncüsü de Mart’ın 6’sında toprağa düşecek. Bu sene de sırf cemreler düşüyor diye mutlu olmayı bekledim ama nafile. Ece ajandasıyla aşkımız cemrelerin düşmesini söylediği için başlamıştı halbuki. Tabi sonra buna benzer bir çok şeyi. Son-cemre-yüreğime dönemi artık kapandı sanırım. Mitolojiden medet ummak en az meteorolojiden medet ummak kadar acınası. Taşı sıkıp umut çıkarmaya çalışmanın alemi yok.

Bugünlerde çok dalgınım, odaklanamıyorum. Neyse ki odaklanmam gereken çok önemli bir şey yok. ALES’e kafamı verememeye başladım (kafam girse?). Doktora konumun da master konum gibi gelip beni bulacağını umuyorum. İki gün haber izlemiyorum, gene bir ülkede isyan çıkıyor. Ben de dünya ahvaline karşı her gün aynı duyarlılıkta olamıyorum maalesef. Hele birilerinin birilerinden bahsederken gözlerini kısıp suratlarını buruşturarak nefret kustuklarını görürsem iyice soğuyorum. “Ne haliniz varsa görün” deyip geri çekiliyorum (sanki tüm dünya güzellerinin biricik arzusu olan dünya barışını ben sağlıyorum mesai saatlerimde!). Gündemi takip etmeyen sosyolog, borsayı takip etmeyen ekonomist gibi bir şey. Ayıp fakat olabiliyor.

Libya’ya gelene kadar kendi evimde kendi içime kapandım. Dalıp dalıp gidiyorum, ne cehenneme gidiyorsam. Libya değil, onu biliyorum. Polinomlar da değil. İnsanlarla buluştuğum zaman anlatacak şey bulamıyorum. Bu da bir garip ama alışmaya başladım. Millete anlattırıyorum. Dinleyiciliğimi iyice geliştireceğim bu şekilde. İstisnasız herkese “bende bir şey yok, sen anlat” diyorum çünkü yok. Aşk? Yok. İş? Yok. E tamam bitti zaten. Memleket? AKP seçimleri kazanacak. Dünya? Orta Doğu kaynıyor. Bu da bitti. Ne yapıyorsun? Hiç, duruyorum. Camdan dışarı bakıyorum. Müzik? Dinliyorum tabi, ama ne dinlersem dinleyeyim tek duyabildiğim derin bir sessizlik. “Keder, olan biteni olduğu gibi hissetmenin adıdır” yazıyordu bugün bir blogda. Bu, dedim.  

Durduk yere bir taedium vitae hasıl oldu ama dur bakalım.

Altıncı hissi birazcık kuvvetli bir insan olsam “içimde bir sıkıntı var” diyeceğim. “Bir şeyler olacak” diye de kehaneti iliştireceğim ama… kütük gibi kadınım, en ufak bir fikrim yok. Hava azıcık daha ılık olsa “tam Ortaçgil havası” diye havaya sokacağım kendimi ama oradan da havamı alıyorum. Yapmam gerekenlere odaklanmadığım zaman kendime odaklanıp, kendimi irdelerim ekseriyetle. Onu da yapmıyorum çünkü kabak tadı verdi. Tadını aldığım kabak da hep benim başıma patlıyor. 8tracks’ten acoustic+indie+mellow diye aratınca çıkan mix’leri dinlerken dışarıyı izliyorum ben de. 5’er 5’er aldığım filmleri izliyorum arada. Yaşamıyor, zaman geçiriyorum. Bir ara gene bir şeyler başarıp beklentileri gerçekler (ALES’in iyi geçmesi? para kazanmak? doktoraya kabul almak?), sonra kaldığım yerden devam ederim zaman geçirmeye. Depresyon şımarıklıktan başka bir şey değildir der arkadaşım. Dingonun ahırına dönenden bahsediyor. Hak veriyorum ama bu o da değil. Şımarık bile olamayacak kadar pasif bir halet-i ruhiye. Bir durma hali. 

Peki madem söyleyecek bir şeyim yok, ne demeye yazıyorum? Sanki hep söyleyecek bir şeyim olunca yazıyormuşum gibi…neyse. Her gün düzenli yazmayı sevdiğim için olabilir. Ne de olsa insan hayatına tanık olunmasını arzular. Tercihen sevilen biri ya da birileri tarafından. Ulu orta yazdığım için bu anlamda biraz teşhirci sayılabilirim. Ya da son yazdığım fazla duygusal kusmuk olduğu halde silmeye elim varmadığı için üstüne herhangi yeni bir şey yazarak onun üstünü örtmeyi amaçlıyor olabilirim. Bu da olabilir. Bazen yapıyorum bunu. Aksi halde, uzun bir sessizliğin izlediği son söylenen gibi havada asılı kalıp rahatsız edebiliyor beni. Rahatsızlığım ise “git başka yerde hislen lan, ele güne karşı...” çemkiriğine evriliyor ve eski fevriliğimin onda birini toparlayabildiğim takdirde blogu silivermek geliyor içimden. Gündüzü mü kaldı, düşü mü kaldı allasen.

“Semra, koy bir kaset de neşemizi bulalım!” Hakikaten ya, kaç kişi okuyor şunu, biri şöyle aydınlık güzel bir şarkı linki versin de neşemizi bulalım. Okur-yazar ilişkimize interaktif tat gelsin, bir heyecan gelsin. Hem bu ne canım, taedium vitae dediğin nedir ki? İki duble rakıya, bir neşeli şarkıya bakar! Yedik mi bunu? Yedikse e haydi şimdi bütün eller havaya!

10 Şubat 2011 Perşembe

Küçük Aklın Kakofonisi


Havalardan Ortaçgil, renklerden Kasım ayı öğleden sonra sarısı. Kış ortasında bu letafet hayra alamet değil. Mart soğuk geçecek besbelli. Uyku tutmayınca ne garip şeyler düşünüyor insan, birbiriyle alakasız ne çok şey. Gecenin tam üçünde olmakla birlikte dertlerin en gücünde sayılmam. Saat de üçü epeyce geçiyor zaten. Veblen’i düşünüyorum. Leisure class teorisini evirip çeviriyorum aklımda. Gözümü para bürüdü, alım gücümü satın almak istiyorum. Boş vakitlerimin bedelini ödeyemez oldum; vakit, terk-i leisure class vaktidir. Bitip tükenmez bir talebeliğe istinaden tecil edegeldiğim kahramanlığa bodoslama soyunma vaktidir. Evet kahramanlık, o da John Lennon’a istinaden.

Uyku tutmayınca…çünkü tutmayınca tutmuyor…karanlığa cin gibi bakan gözleri ve birbirine sokulmuş soğuk ayaklarıyla bir sürü şey düşünüyor insan. O eteğe o para verilir mi verilmez mi diye düşünüyor mesela. Şu kitabı kaç günde okur, yazan hocanın başına kaç vakte kadar ekşirim diye düşünüyor. Bir sürü hesap kitap. Bu yaştan sonra gene doğal sayılardan başlamak insanın ağırına gittiği geçerken uğruyor aklına, çok kalmıyor. Ne gerekirse yapılacak zira. Sigarayı bırakıp, doktoraya başlamak? İkisi de hocamın sayesinde. Mail atmak istedim bugün, hocam böyle böyle, siz ne dersiniz diye. Fikrini öğrenmeye ihtiyacım vardı ama hocam yoktu. Birkaç saniye geç de olsa hatırladım. Hatırlayınca fikirsiz, yönsüz hissettim kendimi. Ne yöne dönüp, ne yapacağımı bilemeyip olduğum yerde kaldım. Mecazen değil cismen durdum.

Neler düşünüyor kadın… Ağzını hafifçe aralayıp bir isim bırakmak istiyor yastık ve başına kadar çektiği yorganın arasından gecenin karanlığına…ona bile utanıyor. Gözlerini yumuyor utancından, bırakıveriyor. Ucu bucağı görünmeyen dipsiz laciverde beyaz kağıttan küçücük bir gemi bırakır gibi…çoktan ılınmış çorbaya alışkanlıkla üfler gibi…seslenir ama çağırmaz gibi…görür ama bakmaz gibi. Size hiç olmaz mı kuzum, hiç yapmaz mısınız böyle şeyler? Oysa ne güzel, ne huzurlu şeydir olmayan birine seslenmek. Karanlık olmasa bile sessizlik ve yalnızlıkta. Duyabildiğiniz tek şey kendi nefesiniz ve biraz da dışarının gürültüsüyken, bırakın ağzınızdan bir isim kaçıp kavuşsun özgürlüğüne. Ne zapturapt altına alınabilir ne de ismin sahibine gidebilir kimseye zararı dokunmayan fısıltı kabilinden firari seslenişler. Şehrin gökyüzünde biraz salındıktan sonra havada asılı kalırlar. Gösterilenle arasındaki bağ kopan gösteren nasıl boş gösteren olmaz da bu kadar huzur verebilir aklım ermiyor. Boşverelim göstereni göstermeyeni…ister çok uzakta olsun, isterse yaşamıyor olsun artık, anne demez mi insan, anne diye seslenmeyi özlemez mi? Onun gibi. Hocam diyorum bazen. Azat kuşları varmış hani eskiden. Sahibine para verince azat edermiş güya, parayla özgürlük. Alışkanlık bu ya gerisin geri dönermiş kafese. Sonra yine parayla azat, sonra yine. Aynı kafes, aynı kuş. Bunun içinde para yok ama gidecek yeri de yok. O yüzden azat kuşları gibi az dolanıp gerisin geri gelir karanlık boşluğa bırakılan sessiz seslenişler.


ALES kafası: Hiç tanımadığım bir çocuğa sırf 10 yaşında diye sokulup “seni 1 porsiyon kabul edersek ben 2.5 porsiyonum ama hala doğal sayılardan başlayıp OBEB OKEK’le devam eden test çözüyorum. İnanmıyorsan bak bu 0.7 2B uçlu kurşun kalemim, bu da yumuşak rotring Tikky silgim. Bunun sonu yok ufaklık, kaç kurtar kendini” demek istiyorum. Yaşıtlarım evlenip ürüyor. Ben kimim, burada ne yapıyorum? 251 sayfalık bir kitabın sayfalarını numaralandırmak için kaç tane rakam kullanılır bilmiyorum da sağlam bir araştırma sürecini takiben 251 sayfalık bir kitap yazabilirim. Bu durumda yazdığım kitabın sayfalandırılması için kaç rakam telef edildiğini hesaplayabilmek gerçekten büyük mutluluk.


Yaş oldu 2x+5 diyorum da yine Karga’da yine bira içiyoruz. Bir farkla: 8’de oturup 12’de kalkıyoruz ve kimse de “abi daha çok erken, buradan şuraya geçelim” demiyor. Hafta içi olgusu. Bana ne oluyorsa. Perdesi yüksek kahkahalarımız yerli yerinde olsa da gözler de bir o kadar saatlerde. Bu kadınlarla bu şöminenin önünde daha saatlerce oturabilirim. Karga’yı bir ev olarak hayal ederim hep. Eski usul, tastamam bir ev. Denize biraz uzak ama basbayağı otururdum burada. Karışmak için yer arayan sevdiğim her şey iki birada birbirine karışıyor: Karga’yı bir ev olarak düşlemek, şömineye dalıp gitmek ve sevdiğim kadınlar. Değil kahkahalarımız, şöminedeki odunların çıtırtısı bile yetiyor 5 yıl sonra ilk defa iş görüşmesine gidecek olmamın belli belirsiz gerginliğini bastırmaya. “Hepimiz sağlıklıyız ya…” diye üç noktayla biten bir şükür bırakıyorum, bu defa Kadıköy’ün soğuk gecesine, boş sokaklarına.



Dolmuşla karşıya geçerken insanlar Boğaz’a bakıyorlar mı diye anlamak için insanların başlarını izliyorum. Kimi ezbere çeviriyor başını, kimi farkında bile değil köprüden geçtiğimizin. Boğazın ışıklarını izlerken elimde olmadan gülümsüyorum. Havada asılı duran yıldızlara takılıyor gözüm.