21 Ekim 2011 Cuma

Aşkta ve Barışta Her Şey Müşkül



Aşkta ve barışta her şey müşkül. Bunu anladım. Kim bilir belki de yanlış anlamışımdır ama ne anladın deseler bunu anladım derim. Geçen hafta yağan yağmurların yol yol izini taşıyan pencere camının ardından güneşli ve soğuk İstanbul’u izlerken bunu düşündüm. 

Ne olduğunu anlamadan kış geldi. Her geçen sene, mevsimlerin birbirini izleyişini daha iyi idrak ediyorum. Zaman koşmaya başladı sanki. Bazen ürkütücü gelse de çoğu zaman hiçbir tepki vermiyorum bu koşuya. Yıllar yılları, günler günleri… Zaman, büyüleyici bir şey.

Bir sabah uyandık ki gene kış gelmiş. Gene. Bu kaçıncı kış. Üşenmeyip de gardıroba girişmeli, yazlıklarla kışlıkların yeri değişecek. Pikeyle yün yorganı değiştirene kadar üşüdüğüm gibi üşümeye devam edeceğim yoksa. Burnum, ellerim, ayaklarım hep soğuk.

Evi temizlemek lazım gene. Her şey gibi o da toz tutuyor çünkü. Kalkıyor, çöküyor, yer yer toplanıp yaklaşınca dağılıyor. Hareketsiz şeyler toz tutar ama toz hareketsiz değildir. Yıllar geçiyor, onların hareketi de bu. Toz tutuyoruz; tutunuyor ya da tutunamıyor ama tozlanıyoruz. Yıllar geçiyor, geçen yılların tozunu yutuyoruz.

Temizlikten sonra oturup çalışmalı. Bir işim olacak gibi duruyor yakın zamanda, onunla ilgili bir şey. Sürekli aklımda zaten ama kafamı toplayıp yazarak düşünmeliyim. Hiç düşünmezdim böyle bir iş yapacağımı. “Hayat zor diyorlar ya ayşec., değil aslında, tercih yapmak zor” dedi arkadaşım Gar Lokantası’ndayken. Bilmez miyim. Kendi cennetini de cehennemini de kendi elleriyle yaratıyor insan. Yıllar boyu her gün ağladıktan sonra bir gün mutlu olmaya karar veren ben değil miydim. Şimdi her şeyi bir kenara koyup bu işi yapmayı seçen de benim. İrade mevzubahis olunca amma kibirli oluyoruz. Seçtim. Ben seçtim. Bunu ben seçtim. Şimdiye dek burun kıvırdığım düzeni arzuluyorum. Arzulamakla kalmıyor, onu inşa ediyorum. Biraz ürkütücü, oldukça heyecan verici ama kesinlikle yeni, yepyeni bir şey bu benim için.

Güzel şeyler emek istiyor. Aşk ve barış her şeyden çok emek istiyor. Kendiliğindenlik, sandığımızdan nadir. Zor soruları rahatlıkla yapıp kolay sorularda takılan çocuklar misali güçlükle öğrendim bunu. Hala da öğreniyorum.

Kış güneşi gözümü aldığı için perdeleri aşağı indirdim. Sarı sıcak bir ışığın içinden uzaklara dalıyor şimdi gözlerim. Ölüm ve savaş haberleri içinden. Daha çok kan isteyen insanlarla göz göze gelmemeye çalışarak. Emek istiyor birlikte yaşamak.

Garip bir dinginlik peyda oldu bu aralar. Zaten git gide suskunlaşıyordum kaç zamandır. Bundanmış. Garip bir huzur kaplıyor içimi. Bir şeyler oluyor. Çok değil bundan dört beş yıl önce huzurdan hazzetmezken üzerine titriyorum şimdi. Çabalıyorum. Bir şeyler oluyor. Bir şeyler olsun diye çabalıyorum ve bir şeyler oluyor.

16 Ekim 2011 Pazar

Hindistan-Nepal 2

10 gün Hindistan, 10 gün Nepal; 6 uçuş, 7 otel; binlerce kilometre ve yüzlerce fotoğraf... 
İlk defa batıya değil de doğuya gittim. 
Bir ülkeden diğerine uçarken ilk defa yalnızdım. 
Gördüğüm ilk dünya harikası Taj Mahal oldu. 
İlk defa file bindim. 
İlk defa ölülerin yakılmasını izledim.
Sokaklarda inek ve maymun görmeyi kanıksadım. 
Direksiyonun sağda olmasına alıştım.
İlk defa muson yağmurlarında ıslandım ve bunu çok sevdim. Ganj'ın kıyısında ıslanmayı daha da çok sevdim. 


Bolca inanç, inançlılık ve tapınak gördüm ama hiçbir şey gün doğarken yüksek bir tepeye çıkıp sekiz bin metrelik Annapurna'yı izlemek kadar etkilemedi. İlk ışıkların zirveye vurmasıyla birlikte budistlerden yükselen om sesini bir an için yadırgasam da bu sesin o anla ne kadar uyumlu olduğunu hissettim. Gıkımı çıkaracak durumda değildim. Hiç böyle bir şey görmemiştim. Bulunduğum yükseklikten ve tanık olduğum görkemden başım dönüyordu. Sabah saat 6'ya gelirken bir dağın karşısına geçmiş onu sessizce ve saygıyla izliyordum. Bugüne kadar dağcıların hayatları pahasına zirve yapma tutkusunu anladığımı sanmışım yalnızca. Annapurna'yı izlerken anlamaya biraz daha yaklaştığımı hissettim. Bu tutkuyu ve daha başka birkaç şeyi. 
En keyiflendiğim zaman Jaipur'da kaybolduğumu anladığım andı. Güvenli bir tür kaybolmaydı: telefonum çalışmıyor olsa da yanımda yeteri kadar rupi ve otelin adresi vardı. Yine de Hindistan'da kaybolmuştum işte. "Bu ineği demin de görmüştüm, şu çocuk demin de para dilenmişti, bu yoldan geçmiştim sanki" diye diye beş on dakika içinde yolumu buldum. Yolu kaybolmadan bulamazdım. En azından bu kadar zevkli olmazdı. 
İneklere tapmıyorlar. Zamanında büyük bir kuraklıktan kurtardıkları için onlara saygı duyuyorlar. Bir hayvan bir ülkede eziyet görmeden, eceliyle ölene dek yaşayabildiği için ona tapınıldığının söylenmesi biraz zalimce. 
Bindiğimiz taksinin şoförü arabanın önüne bir inek geçip durunca "biraz trafik var" dedi gülerek. İri fakat birkaç manevrayla etrafından dolanılabilecek bir trafik. Çöpleri karıştıran domuzlar ve göz göze gelmeyi meydan okuma sayıp küpeni, güneş gözlüğünü bir çırpıda kapıverme ihtimali bulunan maymunlar var bir de. O maymunlar ki kedileri pıstırmışlar. Sokakta tek bir kedi bile yok ama köpekleri çok güzel. 
Sokağa ya da koca bir caddeye arkasını dönmüş duvara işeyen bir adam gördüğümde ilkin pek yadırgamadım ama beş on adam sonra bunun Türkiye'dekinden yaygın olduğunu anladım. Bir duvara iki metre fayans döşenmiş mesela. Bir tür pisuvar. Adamlar yan yana durmuş, dümdüz fayans bir duvarı hedef almış işiyorlar. Bir de bunun "büyük" versiyonu var ama onu da görmesem olur diye düşündüm. Egzotiklik/otantiklik parodisini "aa adam sıçıyor" noktasına vardırmaya içim elvermedi. 
O güne kadar yalnız orada burada okuduğum kast sistemini gördüm. Bir üst geçidin altında yaşıyorlardı. Yaşıyorlar mıydı? Dokunulmazların pis de olsa bir işleri vardı ama sisteme göre geçidin altındakiler aslında yoktu. Sabahları belediye çöp toplar gibi topluyordu ölenlerini. Zaten ölmeyi bekler gibiydiler. Uzun bir yolculuğun aktarma aşamasında sıkışıp kalmış gibi. Bütün gün uzanıp uyuyarak bitmesini bekliyorlar. Kast sistemi bir statüko par excellence. Kültürel görecelilik çok cici olsa da insan ister istemez düşünüyor insan nasıl isyan etmez, buna nasıl boyun eğer diye. Şimdi böyle ama bir sonraki hayatımda kralım, isyan edersem böcek olarak dünyaya gelirim. Vay be. Evlenmek ayrı zor. Sadece sınıfsal uygunluk yeterli değil, din adamlarından yıldızlara kadar herkesin onayı gerekli. Drahomayı saymıyorum bile. 


Hayatımda gördüğüm en kaotik trafikti herhalde. Her yol çift yön ama tek şerit. Karşıdan bir araba gelmedikçe yol senin. Sinyal vermek için eli camdan çıkarıp işaret vermek kafi. Araba kapısını sevmiyorlar. Gıcır arabalar hariç, rickshaw'larda mesela, kapı yok. Püfür püfür. Trafik tetris gibi, boşluk kalmıyor. Ülkede bir milyar üç yüz milyon insanın yaşadığı düşünülecek olursa bu tetris hali gayet anlaşılır. Bu kaos içinde birileri birilerine çarpabiliyor, mesela bir rickshaw darbesiyle bir bisiklet, sürücüsüyle birlikte yeri boylayabiliyor ama kimseye bir şey olmuyor, kimse kimseye çemkirmiyor ya da sinirlenmiyor. Kalkıp yoluna devam ediyor. Bu kelimelerle tarifi zor kaos içinde trafik kazaları çok nadir, ölüm ya da yaralanmalar ise daha da nadir çünkü tüm kaotikliğine rağmen hız sınırının 40-50 km olması ve insanların bir yerden bir yere hırsla ulaşmaya çalışmaması böyle tıkır tıkır işleyen bir keşmekeş yaratıyor. Dönerken içimde kalan tek şey son bir defa daha rickshaw'a ya da tuk tuk'a binememiş olmaktı. 
Neyse ki bunun yalnızca ilk gidişim olduğunu biliyorum. Hindistan'a da Nepal'e de yine gideceğim. Bir kere Hindistan'da görülecek daha çok yer var. Bu gidişimde yalnız Delhi, Agra, Jaipur, Khajuraho ve Varanasi'yi gördüm. Nepal'e de tekrar gitmeli ve Pokhara'da trekking sonrası göl huzuru yapamasam bile Kathmandu Guest House'ta yeniden kalmalıyım. Tuğlalardan ve muhteşem ahşap oymalardan müteşekkil kentin hava alanı bile öyle. Ahşap oymaları saymazsak bir ara bizim mimarlık fakültesini bile anımsattı hatta. Ve Pokhara'da salıncaklar var. Ağaçların dallarında, derme çatma evlerin girişlerinde; mümkün olan her yere çocuklar için salıncaklar kurulmuş. Ben küçükken dedem de İznik'teki odunluğa öyle derme çatma bir salıncak kurmuştu benim için. Belki bu yüzden daha makbul, daha sıcak geliyor derme çatma salıncaklar. Bir de bir memleketin kelebekleri bu kadar mı iri ve güzel olur. 
Öte yandan Katmandu'yu da Pokhara'yı da bu kadar turistik bulmayı beklemiyordum. Ruhsal bir arayış amacıyla gidenlerin merkezde çok takılmadan kendilerini dağa vurmaları lazım yoksa sabahları alışveriş yapıp akşamları içip eğlenmek opsiyonu fazlasıyla açık. Kendi adıma, ne kendi içimde ne de kendi dışımda aradıklarımı uzaklarda bulamayacağımı çoktan anlamıştım. Kendini bulmak için gitmeleri anlamıyor değilim. Kendini kaybetmek için gitmeleri ise anlamıyor hiç değilim. Benim anladığım, insanın her yere kendini de götürdüğü. Gerçekten istemedikçe ya da zamanı gelmedikçe hiçbir mesafe yeterli değil. Bu yüzden (güzel labradorit bulmak dışında) herhangi bir beklentim olmadan gittim oralara. Ama içimdeki huzura -yalnızca bir adım da olsa- bir adım daha yaklaşarak döndüm. 


Taj Mahal'e giriyorsun ama giremiyorsun. Zaten girerken güvenlikte bidilerimle kibritimi kaptırdım. Bidi dediğim sigara. Gazete kağıdına sarılı olarak satılıyor büfelerde. Minik, hafif, leziz. Halk işi. Kibritle birlikte 15 rupi. Şişe su 20 rupi. Mesela. Neyse Taj Mahal'e girdik, 72 milletten insan var içeride ve herkes fotoğraf çektirmek peşinde. En iyi fotoğraf veren spotlar da belli, insanlar oraları tutmuş. Kalabalık bir grup o spotta teker teker fotoğraf çektirmeye kalkıp da bizim gruptan protesto sesleri yükselince çemçük ağızlı bir İtalyan "hıh! Bangladeşli misiniz" diye çemkirdi. Kan beynime sıçrarken babamın adama faşist diye bağırdığını duydum. Olay çıkmadı ama çıksa çıkardı. Sen Bangladeş'e kurban ol be hıyar. Neyse sosyolog çizgimden çıkmayayım. 
Pashupati'de ölüler yakılıyordu. Yakılıyorlar ki ruhları serbest kalsın. Girerken bilmiyoruz da, turistik alan diye girdik. Boynumuzda fotoğraf makineleri filan. Her şeyin turistik meta haline gelmiş olmasına alışmaya da başlamışım, elim fotoğraf makinemin kabında, tetikte ve muallaktayım. Tam o sırada bir kadının ağıdı yükseldi. Utançla elimi çektim makinenin kabından. Kadın sevdiğinin ölüsüne sarılmış feryat figan ağlıyor, birileri de onu tutmaya çalışıyordu. Ne kadar evrensel diye düşündüm. Bu kadar mesafe ve bunca tevekküle rağmen bu düpedüz bir ağıt işte. İçi parçalanıyor kadının, seninkini de parçalıyor. Yeri göğü yırtıyor sesi, içine işliyor. Gözlerim dolar gibi oldu. Kadın çekilip ben de biraz toparlanınca arkalara geçtim, birilerinin arkasına saklanıp bir iki kere bastım deklanşöre. Benim deklanşöre basmam mı yoksa oranın turistik alan olması mı daha büyük saygısızlık emin olamadım. Bazı-şeyler-kalmalı derecesinde muhafazakarım sanırım. Bu hususta Foucault'yu bile gözardı edebilirim. 
On yedi resmi dil var. Banknotun önünde Hintçe ve İngilizce yazıyor, arkasında da geri kalan on beş dil. Sanskritçe çok estetik. Osmanlıca bitti ya gözüm ona kaydı bu sefer. 


Yirmi gün boyunca neredeyse her akşam yarım saat bir saat televizyon izledim. Eski Hint filmleri olsun, reklamlar olsun, magazin olsun... Gazetelere göz attım filan. Önemli şeyler bunlar. Bir toplum hakkında fikir edinmeye çalışırken sandığımdan önemliymiş yani. Tabi bu arada şu sağdaki arkadaşı pek beğendim. Soldaki amca Kim 500 Milyar İstemez ki'yi sunuyor ama Kenan Işık'ın daha forslusu, daha karizmatiği.



Bir kısmı henüz elimde bulunmayan yüzlerce fotoğraf çektim. Çoğu bir işe yaramaz. Örneğin birkaç milyon turistte daha bulunabilecek yapı fotoğraflarının tıpatıp aynılarını buraya koyacak değilim. Esasen tezimde yaptığım gibi fotoğraf çekerken de gündelik hayatın peşine düştüm. Tapınakları, tanrıları ve görkemli zirveleri bir yana koyup sokakları ve insanları çektim. Gönül indirir gibi değil, varsa bir özün bu olduğunu düşündüğüm için. Abla bizi de çeksene diyen çocuk gruplarını çektim. Kalabalık insan grubu fotoğraflarına bilgisayarda bakarken gözlerini objektife dikip gülümsemiş bebekleri çektiğimi fark ettim. Tapınaklar arasında yürürken kucağıma bebeğini tutuşturup çekenler de oldu. 
Velhasılı güzeldi. Delhi'den Türkiye'ye dönerken uçağım sabaha karşı ve koltuğum kanat üzeri cam kenarıydı. Kalktıktan bir iki saat sonra güneşliği kaldırınca gördüğüm manzara aklıma kazındı. Kanadın sağ tarafında (coğrafya hocamız sinir olurdu doğu-batı yerine sağ-sol dememize) yani dünyanın doğusunda ufuk tupturuncu bir ışığa kesmişti. Burnumuzun dönük olduğu batı ise lacivert, uyuyordu ve iki görüntü arasında sadece bir uçak kanadı vardı. Dünyanın yuvarlak olduğunu bilmekle bunu görmek arasında bu kadar fark olacağını tahmin etmezdim. Geri kalanını da görmek için sabırsızlanıyorum. 

13 Ekim 2011 Perşembe

Hindistan-Nepal





















































































Ganj, Tac Mahal vesaire fotoğrafları eksik. Yazı zaten eksik. Aslında var ama yayımlamıyorum. Fotoğraflar kadar olmasın bir şeye benzemiyor çünkü. Fotoğraf konusunda rahattım gerçi. Eşeğin boynuna makine bağlayıp sürekli deklanşöre bassan yine fotoğraf çıkar denen bir yerde eşek olmayı seve seve göze aldım. Yüzlercesi arasından en başarılı olmasa da en sevdiklerimi aldım koydum buraya. Ha bir de sağ salim döndüm.