İnceyalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnceyalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ağustos 2018 Perşembe

Bu Anda Ne Düşmek Dalgalara


                                    Sert bir gerçekliği göğsümde yumuşatıyorum. Göğsüm kanıyor, umurum değil.

Mazı’ya geldim. Fakat bu defa evimize değil, hikâyenin başladığı yere, çocukluğumun ve ilk gençliğimin tüm yazlarının geçtiği pansiyona. Tek başıma. Saymış, insanın doksan dokuz farklı yalnızlığı olduğunu söylüyor şair. Dün bir iki tanesinin daha kilidini açtım sanırım.

Küçük valizim ve sırtımda bilgisayar çantamla odaya girip de mini buzdolabında Leyla şarabı ve soğuk kadehler bulmak güzeldi (Teşekkürler baba). Bu odada ilk defa kalıyorum. Otuz yıl önce çadırla gelmeye başladığımızda, mutfağın üstündeki bu kat yoktu. Bungalovlar da yoktu. Çadır kurulacak mandalina ağacı gölgeleri ve üç ön oda vardı yalnızca. Bir de biz. Birkaç ulusun, eşit ve hür bir dünyaya inananları ve onların çocukları olan bizler.

Ayağıma halhaldan başka şey takmadan ve âşık olacak yer arayarak geçirdiğim yazların mekânı burası. Şu an Leyla yudumlamakta olduğum odanın üç metre ilerisindeki denizin suyunu, yaz bitiminde küçük pet şişelere doldurur, birkaç dal da (sırf böyle bir şey olduğunu yeni öğrendiğim için “gelin çiçeğim” dediğim) mimoza koparıp alırdım yanıma. Bunu yapmaktaki tek amacım zamanı durdurmaktı. Alt tarafı zamanı durdurmak. Gitmek istemezdim hiç. İstanbul'a döndükten kısa süre sonra, şişeye hapsettiğim su dayanılmaz kokular salmaya başlar, lavabo giderini boylardı. Mimozalar hep kurudu. Zaman geçti, benim boyum biraz uzadı. Pek fazla değil ama olsun.

Dün akşamüstü denizi izlerken düşündüm de… Zamanı durdurmak istemiyorum artık. Geri dönmek de istemiyorum. Anne babamın yaşlanması sinirimi bozuyor ama ona da alıştım galiba. Her şey, her yer, herkes değişiyor, evet. Bunu idrak etmekle kabullenmek aynı anda oldu, ikisi aynı şeymiş gibi. Hâlbuki yaşayanlardan çok ölenlerimizi andım orada otururken. Salt katıksız sevgiyle andım. Özlem veya burukluk dahi duymadım. Katı bir idrak ve kabulleniş oldu galiba. Nostalji-geçirgen değil. 

Oysa deniz kıyısına çömelmiş, kendi kadar bir pet şişeye dalgaları sığdırmaya çalışan sekiz yaşım şu. Her yaz olduğu gibi o yaz da hayattaki tek dileğini, yani ileride çok âşık olmayı dileyerek halhalını çıkarıp denize atan on iki yaşım. On dört yaşım bir gece yarısı herkes yattıktan sonra oturmuş, hayatının ilk rakısını yudumluyor, oysa babası söz vermiş dört yıl sonra karşılıklı içeceklerine. Bekleyemez on dört yaşım, o kadar uzun yaşayacağının garantisi yok. On yaşım heyecan içinde makarena yapıyor Niccolo ve yirmi çocukla daha. Giderayak eline, zorla İtalyancaya çevriltilmiş bir aşk mektubu tutuşturuyor. Hâlbuki çocuğun tek numarası içine kapanık ve suratsız olması. Belki bir de dikdörtgen gözlük çerçeveleri. Yirmi yaşım âşık olmuş, yirmi ikim savrulmakta. Bu küçük koya baktığım zaman hepsini birden aynı anda görebiliyorum. Hepsi bendim. Hepsi hâlâ ben. Zaman ve mekân geçişli, tüm benlerim aynı anda yaşanmakta. Belki de o yüzden geriye dönme ihtiyacı hissetmiyorum. Buradayız işte, kimse bir yere gitmiyor. Otuz üç yaşımın ise tek tabak-tek çatal-tek bıçaklı masasında kendisine bir rakı koyuşu var, Grace Kelly pes derdi bu mağrurluk karşısında.

***

Akşam yemeği biraz zor başladı. Mekânın en uzak ucundaki büyük masada, nefis deniz levreğiyle bakışırken buldum kendimi. Üç adım ötemde kırılan akşam dalgaları, mimoza ağacının arasından kırpışan yıldızlar… Bu iş böyle olmayacaktı. Rakı aldım. Ve daha dudağıma değmeden güzelleşti her şey. Kulağıma kulaklıkları takıp sanat müziği çalan bir radyo açtım. İnanılmaz bir keyifle koyduğum rakıdan bir yudum aldım. Tam levreğe dalmışken Kahraman geldi, burnunu koydu kucağıma. Levreği bölüştük. Radyoda “Mihrabım diyerek” çaldı. Altında yemek yediğim ağaca gözüm daldı, buradaki her ağacın her dalının her kıvrımını ezbere bildiğimi fark ettim.

En önemlisi Didem Madak vardı masada. Bana yeni bir yalnızlığın kapısını aralayan o oldu. Can sıkıcı bir yalnızlık değildi birlikte içtiğim, hayır. Didem Madak vardı. Etrafıma pek aldırış etmeden Kahraman’la konuşuyor, kulağımdaki şarkıya eşlik ediyor, bir yudum alıp on satır daha okuyordum. Dünyaya gülümsüyordum. Kendimi hatırladım. Aslım esasım buydu, doğru ya. Buydum ben. Ne iyi. Hiç fena olmamışım. Masamın yanından yalın ayak koşarak geçen sekiz yaşındaki ben görse öyle derdi. “İyi, hiç fena olmamış”. “Yaşlı ama genç gibi yaşlı” diye içinden geçirir ama söylemezdi bücür. Yüzüme yerleşmiş acılığı ve suskunluğu seçebilir miydi acaba o keyif ve huzur dalgaları arasından? Seçebilirdi. Nedenini bilebilir miydi? Bilemezdi. O bilmesin.

Tesadüf bu ya, çeyrek asır önce sahilde yaktığımız ateşin etrafında üç dilden Enternasyonel söylediğimiz İtalyanlara rastladım. Yaşlanmışlar. Yaşlanmışız. Hepimiz birbirimize bakınca geçmişi anımsadığımız için mutlu oluyoruz belki. “Hiç değişmedin” dedi bir tanesi. “Sizi yalnız bırakmamak, size destek olmak için buraya gelmeye inatla devam ediyoruz” dedi diğeri. “Eksik olmayın” dedim uyduruk bir İngilizceyle, “ama yalnızız”. Masanın soru sorulup uzun uzun cevap vereni, gözünün ağzının içine bakarak dinleneni olmak canımı sıktı. Rakımın son yudumunu da aldıktan sonra bardaklarımı parmaklarımın arasına sıkıştırıp “Sıktım sizi de” diyerek izin istedim. Canı burulan bendim.

***

Bodrum’a girerken sağda, etrafından döndüğümüz iri bir kaya kütlesi vardı. Oraya yaklaşırken “Şimdi bütün dertlerimizi burada bırakıyoruz, dönerken alacağız” derdi babam, inanır bırakırdım ben de. Derdim hep dağlardan büyüktü ne de olsa, âşıktım. Bu defa tek başıma yola çıkıyordum. Uğurlarken öyle demedi de “Bu iki gün çalışma, bilgisayarını açma, tatil yap” dedi. Otuz üç değil de yine sekiz yaşımdaymışım gibi dinledim sözünü. Bilgisayarı açmadım, ay sonu teslim etmem gereken çevirinin yüzüne bakmadım. Başıma kalan aşkı bile düşünmedim, aklımın uzağında tuttum. En çetin mücadele de o oldu ama başardım. Bu iki günü yalnızca kendime ayırdım. İki kitaba birden başladım: Türklük Sözleşmesi ve Erkeklik: İmkânsız İktidar. Birinin dipnotlarında diğerine atıf yaptığını görünce sevindim. Doğru ikiliyi seçmişim. Akşam yemeklerini ise Didem Madak’la yiyorum, rakıyı bölüşüyoruz. Karşımdaki muhayyel gözlerinin içine bakarak gülümsüyorum. Kırk bir yaşında göçüp gitmiş. Dizeleri sayfalara mıhlıyor beni, kıpırdayamıyorum. Onu okurken şeffaf gibiyim, kim kimi okuyor belli değil.

Akşamüstü denizden çıktım. Odaya çıkmadan bir bira kaptım aşağıdan. Odaya girdim, içinde kitapların makalelerin olduğu bez çantayı yatağın üzerine atıp balkona kuruldum. Tepenin ardında batmakta olan güneşin menevişlendirdiği denize uzattım ayaklarımı. Kulağımda radyo. Soğuk birayı açtım. Yirmi yıl önce kömür kalemle çizdiğim tepeleri, denizi izledim. Yitip giden yeteneğime ağlamadım bu defa, sızlanmaktan da sıkılmışım demek. Bir hafiflik geldi ki anlatmalıyım. Hani açık mavi gökyüzünde tek başına minicik bir bulut olur ya bazen, o bulut gibi oldum. Tek bir an. Geçecek biliyorum. Ne kadar hızlı içsem de bira ısınacak. Teslim tarihleri kovalayacak peşimden. Sevdiğim insanlar ölecek veya öldürecekler kendilerini, belki ben ölüvereceğim. Olacak bunlar, adımdan daha eminim çünkü adımın Leylâ olma olasılığı daha yüksek.

Vedalaşmadım. İçimden gelmedi. Başlangıç ve bitiş noktasını artık seçemiyorum zira. Sürekli bir akış hali yalnız. Mesela dilediğim an Merih’teyim. Aşktan neredeyse ışıyarak, dolup dolup taşarak bakıyorum ömrümce özlediğime. Sonra Şile’de, yine pet şişeye doldurduğum bir iki gün var.

Vedalaşmak zorunda olduğum bu denizin dibinde onlarca halhalım var benim. Her birini bileğimden kendi ellerimle çıkarıp attım denize. Hiç inancım olmadı. Dileğe adağa, nazara hızıra hiç inanmadım. Yalnız sevgiye inandığım için ritüel edindiğim bir iki pratik oldu diyelim. On beş yıldır parmağımdan çıkarmadığım labradorit yüzüğümü Şile’de kaybettiğim zaman üzüntüden ölmediysem, onu gerçekleştirilmiş bir adak saydığım için. Aslında yokluğunun acısını her gün duyuyorum ama daha önemli bir yokluğa karşı adadım varlığını. Yüzüğüm kadar olmasın halhallarımı da severdim. Yani acaba kısaca, en değerli gördüğüm her ne ise, onu dilerken, o an sahip olduğum en değerli şeyden vazgeçme âdetim olduğunu söyleyebilir miyiz? Böylece dileğimin gerçekleşmesini ne denli çok istediğimi mi kanıtlamış oluyorum acaba?

Velhasıl, İnceyalı denizinin dibi aşka adanmış halhallarla dolu. Bir de meteor yağmuru olurdu her Ağustos. Buradaki son gecemde odamın balkonuna çıkıp oturmamla birlikte bir yıldız Datça’nın üzerinden denize balıklama dalınca yine o yağmura denk geldim sandım. Dakikalarca bekledim, yağmadı. Yine de başka hiçbir yerde göremediğim gece göğünü izlemekten alamadım kendimi. Koyun karanlığına gözün alıştıkça sayıları sürekli artan milyonlarca yıldız ve Datça’dan Mazı’ya bir yorgan gibi uzanan Samanyolu. Varsın yıldızlar da halhalım da dursunlar yerinde. Dileyecek bir şey gelmiyor aklıma.







11 Temmuz 2014 Cuma

Kimse Ölmemiş Gibi

Bazen tek bir şarkı yeter. Ama bunu siz de biliyorsunuz zaten. 

Birkaç gün sonra Mazı'ya gidiyorum. Gidiş bileti, dönüş bileti her şey hazır. Eskiden ne güzel, nereye gidilecekse anan baban paketler götürürdü seni. Yanıma ne alacağım, kaçta çıkarsam yetişirim derdi yok. 

Mazı'ya gidiyorum. Demin bu şarkı çaldı radyoda. Dinlerken dinlerken başka türlü gitmek geldi içimden. Ne bileyim işte. Eskiden nasılsa öyle gitmek. Yok, paketlenerek değil de... Kimse ölmemiş, kimseyi kaybetmemişim gibi işte. 

Taşla toprakla saatlerce oynayıp da sıkılmayan o çocuk gibi. O yaz en değerli şeyi bileğindeki halhalı olan. Yalınayak oradan oraya koşuşturan ve oradan oraya koşmayı çok eğlenceli bulan. Kıçının başının nasıl göründüğünü dert etmeyen. Bütün bebeklerini taşımaya üşenmeyen (taşıtmaktan utanmayan). Büyüklerin türkülü rakı sofrasının kenarındaki iki sandalye üzerinde dünyanın en rahat uykusuna dalan. Ana babası henüz altmış beş yaşında olmayan.

O zaman henüz bir otel ateşe verilip yakılmamıştı insanlar. Sabah evden çıkıp arabasına binen bir adam arabanın havaya uçmasıyla ölmemişti. Henüz kimse ölmemişti. Benim için. Ruhi Su ölmüştü bir tek ama o da hep var gibiydi. Çok sevilen bir aile büyüğü gibi hep bir parçamız olmuştu. Su Dede sayılmaz o yüzden. 

Bodrum yine Bodrum'du, kalabalıktı, sıcaktı ama Zeki Müren'i görebiliyordun Penguen'de dondurma yerken. Babam, on sekizime gelince Halikarnas Disko'ya gideceğimizin sözünü veriyordu. İnanıyordum. Ama zaten babam ne derse inanıyordum ben. Baba dediğin öyle bir şey. Ay'a gittim dese inanırım. Şimdi dese şimdi inanırım. 

Her yaz sonu Mazı'dan, daha doğrusu İnceyalı'dan ayrılırken kan ağlıyordu içim. Hayat orası kadar, o kadarcık, o insanlarla birlikte olsun istiyordum. Daha fazlasına ihtiyacım yoktu, istemiyordum. Küçük bir  bir pet şişeye deniz suyu, kum, çakıl filan dolduruyordum yola çıkmadan önce. 

İstanbul'a döndükten birkaç hafta sonra su iyice bulanıklaşmış ve şişenin kapağını açmak istemeyeceğim kadar kötü kokmuş oluyordu. Mecbur döküyordum. Dökerken de kan ağlıyordu içim. Mazı'ya, Mazı'daki mutlu günlere tutunmak istiyor, bir türlü beceremiyordum. Kayıp gidiyordu. Çok küçüktü ellerim. 

Zaman benden büyüktü. Annemden babamdan bile büyük. Ölüyorduk. Yavaş yavaş. Hepimiz. Küçük bir pet şişeye koyup saklayamıyormuşuz hiçbir şeyi, hiçkimseyi. Yine de her gittiğim yere beraberimde götürmeyi öğrendim. Pet şişesiz. 

Ömür geçiyor, ömrümüz. Ölmekten dehşetli korkuyorum hâlâ, hatta üzülüyorum öleceğim için, kederleniyorum. Bazen, artık daha fazla sevdiğimin ölümünü görmeden ölmek istiyorum. O iş öyle olmuyor, biliyorum. 

Bu yaz Mazı'ya öyle bir gitmek istiyorum ki 30'uma merdiven dayamış gibi değil de bu şarkı çıktığındaki gibi (Sezen, bizim Sezen'imiz iktidara göz kırpmamış daha o zaman).Kuaför koltuğuna oturtulmuş, ayakları havada sallanan ve elindeki kasetin kapağını kuaförün burnuna sokup "böyle, bir tarafı kısa bir tarafı uzun" diyen çocuk gibi gitmek istiyorum. Halhalımı her gördüğümde ilk defa görmüş gibi mutlu olmak, annemle babamı rakı içerken izlemek, annemin yeniden türkü söylediğini duymak istiyorum. Bunu da okuyorsun değil mi anne? Senin türkü söyleyen sesin benim bugüne kadar duyduğum en güzel ses. 

Ve elbirliğiyle hazırladığımız o güzel rakı soframızda kötü adamları konuşmayalım bu yaz. Ömür geçiyor, ömrümüz. Ben sizi güldürecek bir şeyler illaki bulur anlatırım. Bahsetmeyelim kötü adamlardan. Kaybettiklerimizin her birine birer kadeh kaldıralım ama. Ne olur, bu yaz yalnız güzellikler içine saklansak... Ölmek bilmeyen çirkin adamları değil de hayatımıza güzellik katıp aramızdan ayrılmış güzel adamları, güzel kadınları ansak yalnız. 

Sonra hep birlikte gülümseyelim işte. Hadi gülümseyelim, n'olur! 


30 Haziran 2014 Pazartesi

temenni

yaşlanmak, yaşlandıkça yeni anlamlar kazanıyor. senden genç insanların fazlalaşması mesela ya da gittikçe daha fazla ölü insan tanımak.
sanırım artık, karşılıklı keyifle rakı içmiş olduğum insanların geride farklı bir boşluk, bir yara bırakarak gittiklerini söyleyebilecek kadar çok insan kaybettim. bugün, az önce aldığım boktan ve hiç beklenmedik bir haberle bunu fark ettim. 
yirmi beş yıldır tanıdığım bir abimi kaybettim. hiç gideceği olmayan güzel bir insan.
karşılıklı rakı içtiğimiz akşamlar geldi aklıma. "iyi içiyorsun" derdi, iyi de içerdik. o yaz tek kalıyordum, annemler yoktu. yalnız, belki meşrebince "sahipsiz" bırakmazdı beni. o bana eşlik ederdi, ben de ona. 
bazı yazlar -hep beraberiz o zaman- yine rakı içmişiz, güzeliz, "hadi yan koya geçelim motorla, yakamoza gidelim" derdim. giderdik. yakamozu esirgemezdi hiç.
kınamı mazı'da yapacakmışız. tamam derdim. kına ne ola ki?
bir kadeh rakı koydum ardından. ne yapacağımı bilemedim, bir kadeh rakı koydum. ağlayıp ağlayıp yudumladım. 
iş beklesin dedim bir saat. ömür... ömür geçiyor. işi gücü dert edemeyecek kadar kısa ömür. her akşam sevdiklerimizle rakı içmemizi gerektirecek kadar kısa. 
ama ne güzel şey ardından kadeh kaldırılan insan olmak. gülen gözlerle, yakamozla hatırlanmak. o gün geldiğinde benim de ardımdan kadehler kalkar umarım. 

çocukluğum, ilk gençliğim, ilk rakım ve her rakım ve tüm yakamozlar için teşekkür ederim. 

                                                                                               "mazı'nın gülü"/"çıplak ayaklı kontes"

14 Mart 2013 Perşembe

Güle Güle


Ofis dışında bir toplantı vardı sabahtan. 
Öğlen Osmanbey metrosundan çıkmış ancak geliyordum ofise. 
Rumeli'nin Valikonağı'yla kesiştiği köşedeki çiçekçi ablanın kaldırımı kaplayan vazoları arasında bir vazo da mimoza olduğunu görünce yüzüm güldü. 
Anısı var ama bana kadar. Yani tarihimde ne birinden ne de kendi kendime mimoza almışlığım yoktur. Ama Mazı İnceyalı sahilindeki mimoza ağacını sahiplenip 'bu benim gelin çiçeğim olsun' diye tutturmuşluğum vardır. 13-14 yaşındayım daha. Türk filmi kafaları. Hala o kafadayım ya o zaman şimdikinin 10-15 katı. Yoksa ne evliliği, ne gelinliği, olay o değil. Ben bile değilim. Olay, mimozayı en güzel çiçek ilan etmiş olmam. Böyle 15 yıl sonra omzumda çanta, elimde laptop, topuklular üstünde yürümeye çalışırken köşeyi dönünce görüp de sevineyim, yüzüm gülsün diye. Ama ne gülmek! Alenen, geniş geniş. 
Akşam işten çıktım saat 6'yı geçerken. Evde devam edeceğim çalışmaya. Öğlenkinin aynı modelim, yalnızca daha uykulusu. Valikonağı'nı bir baştan bir başa yürüyorum. Hava nasıl bahar, nasıl mayhoş. İnsanı serseme çeviren bir ılıklık var.
Baktım karşıdan Nişantaşı kapıcısı bir abi geliyor. Önünde de pıtırcık gibi bir şey, pıtır pıtır yürüyor. Az bir saçı var; o da sapsarı, kıvır kıvır. Üstünde, anasının ördüğü minicik bir yün yelek. 
Bana doğru yürüyorlar. Göz göze geldik kızla. Üstüm başım nasıl gri, nasıl soğuk ve itici bir kıyafet var üstümde. Bir yandan çanta bir yandan bilgisayar çekiştiriyor kaldırıma doğru. Ayakta durmak, ileri gitmek, gözümü açık tutmak için çaba sarfediyorum.
Göz göze geldik. Hemen değil yavaş yavaş gülümsedi. Ben dünden razı, bir anda o kocaman gülümseme geldi yapıştı yüzüme. Yüzüm aydınlandı. Nasıl ama, güldükçe gülüyoruz. Bana doğru hızlandı adımları. Babası da gülümsüyor. İşte bunlar hep havadan hocam. 
Yanımdan geçip yürümeye devam ettiler. Ufaklığa göz kırptım tam yanımdan geçerken.
Sonra ayrıldık istemeye istemeye.
Bir adım attım, iki, beş, on. Dayanamayıp arkama baktım.
Baktım o da aynı anda dönmüş bana bakıyor. Gülmeye devam. 
Tümüyle değiştirsem yönümü de ona dönsem, atsam bilgisayarla çantayı yere. Kaldırıma diz çöküp kollarımı açsam (Hülya Koçyiğit?), hiç tereddütsüz kollarıma doğru koşmaya başlayıverecekmiş de kocaman sarılacakmış gibi duruyor. Kız küçük, küçücük ama kocaman sarılır gülüşü böyle teklifsiz ve sıcak kızlar, biliyorum. 
Durmadım. Dönmedim. Sarılmadım. 
Onun yerine güle güle gittim Harbiye dolmuşlarına kadar.  

1 Eylül 2012 Cumartesi

Gökova için Rakı Vakti

İnceyalı mimozaları (ben bu telefonun kamerasının filtre işini tam kıvıramadım sanki)

İnceyalı için rakı vakti

25 yıl boyunca çimdiğim deniz (İnceyalı). Bungalovlar da bunun 5 metre gerisinden başlar, sabah yüzünü yıkayacağına denize girersin mis gibi.


Karşıki dağlar Marmaris & Datça

Hurma sahili



Kayabaşı restoranın altı bar olmuş dediler, gittik (Hurma)







Rakı manzarası dediğin...


Sanatsal değeri olan fotoğraflar babama ait, "na bizim buralar da böyle" temalı fotoğraflar ise bana. Bodrum'a bir saat mesafedeki Mazı Köyü'ne bağlı Hurma ve İnceyalı koylarında çekildiler. Büyük bölümünde rakı ve melisa kokuları da bize eşlik etti. Avram Bey kızacak ama ne yapalım :)

Akşam Çökertme'de düğün var, ben yavaştan hazırlanayım artık. 


11 Ekim 2010 Pazartesi

Med Cezir


Taş evin içi Kasım'da Ankara. Dışı sükunetle karşılıyor kışı. Sessiz sedasız serinliyor. Önce hava kırıldı, med cezirden sonra da su. Akşamüstleri hüküm süren Mayıs ılıklığı yerini belli belirsiz bir ürpertiye bırakıyor yavaşça. Direnmenin anlamı yok, mevsimler geçiyor.

"Keşke yazar olsaydım" dediğim anlar, "keşke sesim güzel olsaydı" dediğim anları açık ara farkla geçmek üzere. Hayatı algıladığım gibi anlatabilmeyi çok isterdim. Bu sessizliği, bu ürpertiyi, huzuru ve huzursuzluğu. "Hanımlar, beyler" derdim o zaman, "benden çok, benden güzel yaşadınız muhakkak. Fakat hiçbiriniz görmedi dünyayı benim gözlerimden. Duydunuz ama benim kulaklarımla değil. Sırf bu yüzden kulak verin şimdi bana, söyleyeceklerim var". "Güneşin altında söylenmedik söz kalmadı" derlerdi belki,"geç kaldın". "İyi ya, aynı hikayeyi bir de benden dinleyin". İçimdekileri karşılayacak kelimeleri bulup çıkarabilseydim böyle olmazdı derdim hep çaresizliğimde. Kimse gitmezdi o zaman, gitsem bırakmazdı. Geniş zamanlar ummadım halbuki, dar vakitler de pekala güzeldi sevgileri söylemek için. Yine de burun kıvırdım kelimelerime, az buldum, söylemedim. Boş bir teneke kadar boş gururum da elvermedi. Oysa şimdi, sevip de kaybetmekten çok daha fazla anlatacaklarım var. Misal, hayatın devam ediyor olması başlı başına büyüleyici.


Dilimin dönmediği yerde şarkılardan, şiirlerden, suretlerden medet umuyorum. Kenarında bir başıma oturduğum sahilin sessizliğini, gürültüyle demir alan tekneyi ufukta kaybolana kadar izlediğimi, derinlerdeki suyun yeşim berraklığını ve ben yüzerken bana eşlik eden balıkları, çıkınca ıslak ayakları sıcak taşlara basmanın keyfini ve hatta tuzun tadını anlatmak istiyorum fakat kayıp bir anahtar bu anda sözlerim, dilimin dönmediği ne varsa kilit altında tutuyorum. Dalgaların sesini esir ediyorum ben de.


Yirmi yıldır Mazı'ya gelmediğim yaz olmadı. Burası köyün Hurma sahili. Ben İnceyalı'da büyüdüm. Her yaz sonu, tatilin bittiğine değil Mazı'dan ayrıldığıma ağlardım. Elime geçirdiğim bir pet şişeye biraz çakıl taşı ve deniz suyu doldururdum. Aklım sıra Mazı'yı yanımda götürecek, ayrılığı hafifleteceğim. Birkaç haftaya kalmadan kokmaya başlayan suyu sonunda dökmek zorunda kalırdım. Daha az çocukça görünse bile dalgaların sesini kaydetmem de bundan farklı değil. Belki daha uzun ömürlü ama ayrılığa çare yok. Çocukluğumdan beri öğrenemedim bunu.

Ölümün de bir tür ayrılık olduğunu düşünüp teselli bulmaya çalışırken fark etmiştim, aslında ayrılığın bir tür ölüm olduğunu. Her kopuş, telafisi olmayacak bir şeyler kopartıyor insandan. Pet şişeye koyup saklayamıyorsun. Tahir ile Zühre Meselesi demiş ya üstat, biraz da o hesap işte... Yani insan saklayabiliyor isteyince. "Yani yürekte". Hatta ne diyordu Piraye, "her kadın saçmadır sevdiği zaman. Bırak da içimden seveyim seni, açığa vurmadan".