kayıp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kayıp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2014 Cuma

Kimse Ölmemiş Gibi

Bazen tek bir şarkı yeter. Ama bunu siz de biliyorsunuz zaten. 

Birkaç gün sonra Mazı'ya gidiyorum. Gidiş bileti, dönüş bileti her şey hazır. Eskiden ne güzel, nereye gidilecekse anan baban paketler götürürdü seni. Yanıma ne alacağım, kaçta çıkarsam yetişirim derdi yok. 

Mazı'ya gidiyorum. Demin bu şarkı çaldı radyoda. Dinlerken dinlerken başka türlü gitmek geldi içimden. Ne bileyim işte. Eskiden nasılsa öyle gitmek. Yok, paketlenerek değil de... Kimse ölmemiş, kimseyi kaybetmemişim gibi işte. 

Taşla toprakla saatlerce oynayıp da sıkılmayan o çocuk gibi. O yaz en değerli şeyi bileğindeki halhalı olan. Yalınayak oradan oraya koşuşturan ve oradan oraya koşmayı çok eğlenceli bulan. Kıçının başının nasıl göründüğünü dert etmeyen. Bütün bebeklerini taşımaya üşenmeyen (taşıtmaktan utanmayan). Büyüklerin türkülü rakı sofrasının kenarındaki iki sandalye üzerinde dünyanın en rahat uykusuna dalan. Ana babası henüz altmış beş yaşında olmayan.

O zaman henüz bir otel ateşe verilip yakılmamıştı insanlar. Sabah evden çıkıp arabasına binen bir adam arabanın havaya uçmasıyla ölmemişti. Henüz kimse ölmemişti. Benim için. Ruhi Su ölmüştü bir tek ama o da hep var gibiydi. Çok sevilen bir aile büyüğü gibi hep bir parçamız olmuştu. Su Dede sayılmaz o yüzden. 

Bodrum yine Bodrum'du, kalabalıktı, sıcaktı ama Zeki Müren'i görebiliyordun Penguen'de dondurma yerken. Babam, on sekizime gelince Halikarnas Disko'ya gideceğimizin sözünü veriyordu. İnanıyordum. Ama zaten babam ne derse inanıyordum ben. Baba dediğin öyle bir şey. Ay'a gittim dese inanırım. Şimdi dese şimdi inanırım. 

Her yaz sonu Mazı'dan, daha doğrusu İnceyalı'dan ayrılırken kan ağlıyordu içim. Hayat orası kadar, o kadarcık, o insanlarla birlikte olsun istiyordum. Daha fazlasına ihtiyacım yoktu, istemiyordum. Küçük bir  bir pet şişeye deniz suyu, kum, çakıl filan dolduruyordum yola çıkmadan önce. 

İstanbul'a döndükten birkaç hafta sonra su iyice bulanıklaşmış ve şişenin kapağını açmak istemeyeceğim kadar kötü kokmuş oluyordu. Mecbur döküyordum. Dökerken de kan ağlıyordu içim. Mazı'ya, Mazı'daki mutlu günlere tutunmak istiyor, bir türlü beceremiyordum. Kayıp gidiyordu. Çok küçüktü ellerim. 

Zaman benden büyüktü. Annemden babamdan bile büyük. Ölüyorduk. Yavaş yavaş. Hepimiz. Küçük bir pet şişeye koyup saklayamıyormuşuz hiçbir şeyi, hiçkimseyi. Yine de her gittiğim yere beraberimde götürmeyi öğrendim. Pet şişesiz. 

Ömür geçiyor, ömrümüz. Ölmekten dehşetli korkuyorum hâlâ, hatta üzülüyorum öleceğim için, kederleniyorum. Bazen, artık daha fazla sevdiğimin ölümünü görmeden ölmek istiyorum. O iş öyle olmuyor, biliyorum. 

Bu yaz Mazı'ya öyle bir gitmek istiyorum ki 30'uma merdiven dayamış gibi değil de bu şarkı çıktığındaki gibi (Sezen, bizim Sezen'imiz iktidara göz kırpmamış daha o zaman).Kuaför koltuğuna oturtulmuş, ayakları havada sallanan ve elindeki kasetin kapağını kuaförün burnuna sokup "böyle, bir tarafı kısa bir tarafı uzun" diyen çocuk gibi gitmek istiyorum. Halhalımı her gördüğümde ilk defa görmüş gibi mutlu olmak, annemle babamı rakı içerken izlemek, annemin yeniden türkü söylediğini duymak istiyorum. Bunu da okuyorsun değil mi anne? Senin türkü söyleyen sesin benim bugüne kadar duyduğum en güzel ses. 

Ve elbirliğiyle hazırladığımız o güzel rakı soframızda kötü adamları konuşmayalım bu yaz. Ömür geçiyor, ömrümüz. Ben sizi güldürecek bir şeyler illaki bulur anlatırım. Bahsetmeyelim kötü adamlardan. Kaybettiklerimizin her birine birer kadeh kaldıralım ama. Ne olur, bu yaz yalnız güzellikler içine saklansak... Ölmek bilmeyen çirkin adamları değil de hayatımıza güzellik katıp aramızdan ayrılmış güzel adamları, güzel kadınları ansak yalnız. 

Sonra hep birlikte gülümseyelim işte. Hadi gülümseyelim, n'olur! 


8 Haziran 2011 Çarşamba

Life's but a walking shadow

Aslında ne garip değil mi? Düşünerek yaşamaya devam edemeyeceğimiz düşünceler var; aklımızın gerisine fırlatıp atmazsak adım atmayı, yürümeyi bile bize unutturacak. Ucunda ölüm olan yollara göz ucuyla bakmak, bize “ucunda ölüm yok ya” demeyi öğreten. Yolun ucunda gördüğümüzü aklımızda tutarak yaşayamıyoruz. Her ölümde ya da ihtimalinde bizi dehşete düşüren şey kaybetme korkusu olduğu kadar kaybolma, yok olup gitme korkusu. Kendi yokluğumuzun aynadaki yansıması tüyler ürpertici. Arabesk şarkılar haricinde yaşarken ölemeyeceğimize göre, kaybetme korkusu aklın yüzeyine en yakın olan. Nasıl büyük ve çaresiz bir his, nasıl büyük bir çaresizlik. Oysa ki en ümitsizimizin bile gönlü elvermiyor çaresiz yaşamaya, tutunuyor. Biliyorum, insan, eksikliği üzerine kurar varlığını. Biraz buna benziyor kaybettikçe çoğalmamız. Evet, artıyoruz çünkü artmak zorundayız. Her kayıpta bir parçamızı bırakırsak çok sürmeden yok oluruz. Artmak, çoğalmak zorundayız. Yani gülmek, gülümsemek. Aptal bir gülüşümüz olsa bile gülmek. Başka çaresi yok. Başka türlüsü elimizde değil. Tanatos’la Eros’un savaşında son gülen hep Eros olduğu için hala buradayız.

Bastırarak yaşamaya çalıştığımız şeylerin hayatımıza en ilişkin şeyler olması ne garip değil mi? Belki de bizi biz yapan şeyler zaman içinde öyle ağırlaşıyorlar ki onları da kendimizle birlikte taşıyamaz, yerimizden kıpırdayamaz oluyoruz. Adım atabilmek şöyle dursun, mıhlanıp kalıyoruz olduğumuz yere, çöktükçe çöküyor, dibe battıkça batıyoruz. Çaresi yok, düşünmeyecek, böylece koparacağız o ağır düşüncelerin aklımıza bağlı iplerini. Küçük tatlı varoluşsal kaygılarımızın bizimle kalmasına izin vereceğiz sadece. Bir sabah bir de bakmışız, o atabilmek için nice düşünceyi geride bıraktığımız adım alıp kurtarmış, çekip çıkarmış bizi batmakta olduğumuz yerden. Atmak için uğruna aklımızın iplerini saldığımız adım alıp uzağa götürmüşüz bizi o ağır, çaresiz ve kasvetli düşüncelerden.

Peki o kadar düşünce nereye gider? Belediye toplamıyor ya bunları. Ya da sahiden gidiyorlar mı acaba? Yürüyerek uzaklaşabiliyor muyuz kayıplarımızın düşüncesinden? Bir ölüm bir ayrılık, öyle kolay bırakır mı yakamızı? En mağrurumuz bile merhamet dilenir bu acı karşısında. Yıllar önce ölen bir sevdiğiniz hiç gelmiyor mu aklınıza yolda yürürken ya da mutfakta, yemek yaparken? Bardağa su koyarken, koymayıp şişeden içerken ya da kapının koluna uzanırken? Ne kaybolup gitmiş ki boşlukta bu gitsin.

Bunu meslek edinmiş kimileri iyi bulmaz bir insanın eski bir kayıp üzerine durduk yere ağlamasını gün içinde. Oysa kimileri için eskimez bazı şeyler, sadece birikir. Ölümler, ayrılıklar ve aklınıza gelebilecek her türlü kayıp. Anahtar, cüzdan, çakmak…bir akraba, bir aşk, bir tanıdık. Gidenlerin hiçbiri geri dönmese bile bir ölümün çaresi yok. Tesellisi yok, telafisi yok. Bir yokluk ki hakkında yapılacak hiçbir şey yok. 


27 Şubat 2011 Pazar

Kayıp Aranmıyor

“Başkalarını da arasanız sizin yeriniz burası!” (GSM operatörü)


O sırada bulvarı ya aşağı ya yukarı arşınlamakta olan hiç kimse havada patlayan sese aldırış etmedi ilkin. Şehrin alışılageldik uğultusunu delip geçen her sese kafamızı çevirip bakarak yaşayamayız çünkü. Her şey ve herkes gibi havada patlayan seslerin de şehrin uğultusuna karışmalarına izin vermekten başka çaremiz yok. En ufak dikkat dağınıklığımızın bile akıntının armonisini bozma tehlikesi var. Bunu göze alamayız. Almıyoruz.

Bulvarı çıkıyordum. On adım sonra sağdaki trafik ışıklarından karşıya geçecektim. Ses, o on adım ötemden geldi. İlkin ben dahil kimse aldırış etmedi. Yüksekten ağır bir şey düşmüş ya da biri vurulmuş olabilirdi. Hiçbir şey durmamızı gerektirmez. Hele ki durmamız hiçbir şeyi değiştirmeyecekse tamamen gereksiz. Birkaç saniye içinde sesin nereden geldiği anlaşıldı. Düzgün giyimli, on altı-on yedi yaşlarındaki simitçinin yere düşerken onunla birlikte düşen simit tablasının yere çarptığında çıkardığı metalik, mütevazı ve boğuk sesti havada patlayan. Önünde düşüp bayıldığı dükkanın kuryeleri koşup geldi yanına. Yoldan geçmekte olan bir iki kişi de onlara katıldı.

Doğa dostu bez alışveriş torbama doluşturduğum nevalenin ağırlığı altında ezilerek bıkkınca trafik lambasına meylettim. Karşımızdaki trafik lambası, oraya geçmek için bekleyenlerin yaklaşık bir dakikası olduğunu bildiriyordu. Arkamıza dönüp endişeli bakışlar atabilmemize; ilgilendiğimizi, umursadığımızı kendimize kanıtlamamıza yetecek kadar çok saniyemiz vardı. Ne olup bittiğine dair merakımızın canlı kalabileceği fakat giderilmesinin mümkün olmayacağı güvenli bir mesafede durmuş, yağmurda ıslanmış bir kedi yavrusunu izler gibi izliyorduk yerde yatan çocuğu. Çok üzülüyorduk. Kim bilir, açlıktan bayılmıştı belki. Belki bir hastalığı vardı.

Tabla düşmemiş de bırakılmış kadar usturuplu boylamıştı yeri. Bilinci kapanıp da gözleri kararmadan önceki son düşüncesi, tablasındakileri düşürmemesi gerekliliğiydi belki. Onun sorumluluğunu alacak kimse olmadığı için tablasının sorumluluğu bu denli işlemişti içine. Gene de bir simit ve iki poğaçanın dışarı fırlamasına engel olamamıştı. O simit ve poğaçalara ne olacak? Bu şehrin kedisi, kuşu, köpeği eksik olmaz. Elbet memnuniyetle sebeplenir, sahiplenirler kimsesiz kalan simit ve poğaçaları. Peki ya o çocuk ne olacak? Yeşil yandı. Bize ayrılan süre doldu. Onu, etrafındaki kalabalıkla bu tarafta bırakıp karşıya geçmeliyiz artık. Birinin elinde cep telefonu var, ambulansı aramış olmalı. Karşıya geçerken içimiz rahat. Bizim yapabileceğimiz bir şey yoktu zaten. Endişeli bakışlarımızı esirgemedik ya. Kimse vicdanımıza hesap soramaz.  

Şehrin uğultusuna karışmak zorunda her şey. Her aykırı sesin kafasını kaldırıp, yüzünü gökyüzüne çevirebilmek için tek bir anı var yalnızca. Bir an ve sonra şehrin. Kedileri, köpekleri, kuşlarından farkımız yok İstanbul’un. En az onlar kadar aidiz buraya. Hayatta kalmak ve birlikte yaşamak zorundayız. Kuşlar gibi başka iklimlere uçabilir, kediler gibi başka evler arayabiliriz fakat köpekler gibi buraya döneriz en sonunda. Uğultusundan kaçar, aynı uğultunun rahatlığı içinde kaybolmak için geri geliriz. Kendini bulmak isteyen Ankara’ya gider. Biz burada kaybolmayı ve kaybetmeyi severiz.

22 Ocak 2011 Cumartesi

Hayata

Ölümle aram hiçbir zaman iyi olmadı. İstediği kadar dindar, metanetli vesaire olsun kimsenin de olabileceğine inanmıyorum. Yalnız bu sefer kendimi tanımakta güçlük çekiyorum. Ürkütücü derecede sakinim. Acaba inkar mı ediyorum diye yokluyorum aklımı, hayır. Hocamın artık var olmadığı gerçeği aklımın orta yerinde duruyor. İri, ağır ve duru bir gerçek. Yerinden kımıldatabileceğim, perdenin arkasına saklayabileceğim gibi bir şey değil. Ben de bu gerçekle devam ediyorum hayatıma. İşin garibi, hayat da devam ediyor. 


Tören sonrası o yoğun duygusallığın etkisi altında olduğumu bildiğim halde iki önemli karar aldım. İkincisi, hocamın bana olan güveni ve desteğini boşa çıkarmamak için doktora yapmak. En azından elimden geleni yapmak. En baştan yapamam deyip kenara çekilmemek. Birincisi ise saçmalamayı bırakmak ve çok sevdiğim bir insanı en uzağıma itmekten vazgeçmek. Bunu hayata geçirdim bile. Canımı yakacak, beni bu kararı aldığıma pişman edecek anlar olacak, günler gelecektir belki. Hepsini göze aldım. Geçmişi telafi edemeyebilirim ama gelecek daha yeni yazılıyor. Biraz çaba ve emekle onun da cehenneme benzemesini engelleyebilirim. En azından öyle umuyorum. 


Böyle olmak istemiyorum, böyle olması şart değil demekle başlıyor her şey. Ne zaman nasıl geleceğinden bihaber olduğumuz sonun iki tokat atmasıyla diyor da insan. Canım yanmasın diye özenle örüp içine saklandığın ipek kozanın içinde her gün burnunu çekerek ağlıyorsan o kozanın hapisten farkı ne? Var olduğunu unutmak istemekle yok olmuyor kimse. Bir kere yok olduktan sonra ise zaten anlamı, önemi, telafisi yok. 


Dile de kolay değil yazması da. Tuttuğunu sandığım, tutmasını arzuladığım kin akıp gitmiş yüreğimin üstünden. Yerini sevmemiş. Yağmurda akan boyalar gibi akıp gitmiş ve biriktiği yer ağırlık olmuş. Öyle ağır ki dibe çekmiş yüreğimi de. Boğacakmış neredeyse. Daha kötüsü biliyordum yavaş yavaş boğulmakta olduğumu. Kaç zaman var ki yeniden uyumak için uyanıyor, ölmek için yaşıyordum. Alıp verdiğim nefesi, nefes alıp vermeyi sevmiyordum. Telafi edemeyeceğim geçmiş git gide artan ağırlığıyla çöküyordu boğazıma. Gelecek ilgimi çekmiyordu, hiç gelmese de olurdu artık. Kaybının yası diyordu doktor. Bu kaybın, bu yasın aydınlık bir tercümesi olsun istedim. Ölürken hayat vermek gibi. En zifiri karanlıktan bulup umudu çıkarmak. Olmalı çünkü. Ölümden önce bir hayat olmalı. İşte sarılıyor ve gülümsüyorum...hayata. 





21 Ocak 2011 Cuma

Ünal Hocamın Ardından

Melun Ocak ayı demiş, sonra da takvimlerden bir takvimin aylarından bir ayına melanet atfetmenin esasen ne denli abes olduğunu düşünmeden edememiştim. Lakin yanılmışım, zira bu 19 Ocak sabahı biz bir kere daha eksildik, Hasan Ünal Nalbantoğlu’nu kaybettik. Tez hocamın olduğu gibi daha bir çok hocamızın hocası hocamızı kaybettik. Yokluğuyla sadece biz değil, Heidegger, Lukacs, Adorno ve Gadamer de eksildi.

Aldığım Sociology of Fine Arts ve Cultures of Modernity derslerinde tutulmuş doğru dürüst ders notu bile yok elimde. Babasını hayranlıkla izleyen küçük kızlar gibi onu dinlerken efsunlanıyordum sanki. Bir an bile dikkatimin dağıldığını, dalar gibi olduğumu bilmem. Kitsch olmuş alemde vakumlu bir alan açıyordu bize. Dinleteceği müzikleri, izleteceği filmleri kılı kırk yararak seçiyordu. Gösterdiği filmleri izler gibi dikkatle izliyordum ders anlatırken zarifçe kullandığı ellerini. “Hanımefendiler” diye söze başlaması hayra alamet değildi, zarafet ve istihzadan ağır görünmeyen ağır sözler sarf edecekti belli ki. Bunu hak etmiş olanların yerine de geçiyordum yerin dibine.

Vakit daralıyor, bir tez konusu bulamıyordum. “Hayatla derdiniz neyse onu çalışın hanımlar beyler, kalkıp da sizi ilgilendirmeyen şeyler çalışmayın” diyordu son dersinde. Ondan sonradır ki bir tez konusu aramayı bırakıp hayatla derdimi sorgular olmuştum. Ondandır ki bulunca ilk ondan rica etmiştim danışmanım olmasını. İsterdi ama olamazdı çünkü onkoloji onu bizden çalmaya başlamıştı bile. Gene de hasta yatağında beni dergi editörlerine, yayın sahiplerine “bu kızın adını iyi ezberleyin, ileride çok duyacaksınız” demekten geri durmuyor, beni renkten renge sokuyordu. Ben, dev adamlara hayran her küçük ve aptal kız gibi küçük ve aptal, kendimi dışarı atıp ağlıyor, bir sigara daha yakıyordum. O dört koca yıl boyunca direneceği ölümü dimdik karşılarken yeni kitaplar, makaleler çıkarıyor, derslerini vermeye devam ediyordu. Onun popülizmini eleştirdiği gündelik hayatta direnişi çalışırken ne Tekel’den ne Stalingrad’dan çekinecek bir şeyim vardı. Yalnız Ünal Hoca’nın ölüme direnişi, başka her türlü direnişi neredeyse değersiz kılıyordu.

Ona ithaf ettiğim tezimi okuması için yetiştirememekten korktuğum kadar, yetiştirdiğim takdirde okuyup beğenmemesinden korkuyordum. Artık son sayfalarımda, onun direndiği ölümle ben de yarışır olmuştum…ve başardım. Doktora yapıp yapmamak konusunda muallakta olduğum halde -fakat onun benim hakkımda hiç böyle bir tereddüdü olmadığı için- doktora tezimde daha iyisini yazacağıma söz verdim. Şimdi, bugün, bütün muallak ve tereddüdümü Ankara’da bırakarak geldim İstanbul'a. Bana bu kadar inandığı için borçluyum bunu ona. Bütün hocalarıma ama en çok da hocalarımın hocası Ünal Hocama borçluyum. Ve zamansız ayrılışıyla bile bana son bir ders, çok değerli bir ders verdiği için müteşekkirim.

Ölümün telafisi yok diye geçirdim aklımdan. Sonra düzelttim kendimi: Hayır, hayatın telafisi yok. Sevilen insanlarla bir sebepten ayrı geçirilen yılların telafisi yok. Araya konan mesafelerin, yüreği donduran soğuk tavırların ne anlamı var? Böylece son bir kez silkeledi beni Ünal Hoca, kendime getirdi. Çocukluğun, saçmalığın lüzumu yok dedi. Git sarıl, git konuş, git söyle çünkü birimiz erken davranacak olursak bu dünyadan ayrılmakta, dünya değil zindan kalır geride kalana. Yapma, uzatma. Yapmadım, uzatmadım. Aklımda ne yedi kadının daha sesi, ne bir türlü tutmayıp yüreğimden akıp giden kin, öfke, kırgınlık, kızgınlık…hiçbir şey. Hatta ne aşk, ne sevda. Sadece sevgi, sâfi sevgi. Çünkü bugün orada bunu gördüm ben. Sevenleri olduğu kadar yıldızı hiç barışmayanlar da oradaydı. Rektör ağlıyordu. Biz ağlıyorduk. “Sizin hiç hocanız öldü mü” diye soruyordu yeni hoca olmuş bir öğrencisi. “Benim öldü, kör oldum” diyordu. Kör olmuş gözlerimizden karanlığa akıttık durduk göz yaşlarımızı.

Benim kadar aptal insanların silkinip kendine gelebilmesi için böyle ağır kayıplara ihtiyaç duyması ne acı. Gene de boşa geçtiğine inanmıyorum zamanın. Aradan geçen zaman beni ben yaptı. Sıkılmış yumruğumdan kat be kat büyük olan sevgimin her zaman ağır bastığı, basacağıyla barıştırdı beni. Bir gün önce en ağır lafları sarf edip hayatımdan şiddetle çıkarmayı düşündüğüm insanı karşımda bulduğumda ne ağır lafların, ne şiddetin orada olacağını –çünkü onlar hiç bizim olmadılar, biz hiç onların olmadık- gösterdi. Sevgi en nihayetinde bile her şeye üstün gelmeyi başarıyorsa onu çıplak ellerimizle boğmaktan büyük cinayet olamaz.

Hayatla derdimi öğrendim. Şüphesiz ki daha da çok kurcalayacağım hocam. Yalnız bugün hayatın dertlerimizden büyük olduğunu da öğrendim. Benim hocama da giderayak böylesi afili bir ders verip gitmek yaraşırdı zaten. Gözyaşlarımı o göğüste bıraktım hocam, ağlamıyorum artık. Kaybın yası tutmakla ne azalıyor ne bitiyor ama varoluşu kutlamak hayatın nefesini üflüyor içimize. Dediğiniz gibi biz direniş cephesi mensuplarıyız. Vazgeçmek yakışmaz. Kırgınlıkları uzatıp, kızgınlıkları beslemek de öyle. Hayata bizim gibi meftun, yakışıklı çocuklara yakışmaz. İşte dimdik duruyorum hocam. Tıpkı olması gerektiği gibi.


29 Aralık 2010 Çarşamba

Ayçiçekleri

Neden böyle sulu gözlü oldum ben? Yeni bile değil bu halim.
Sevdiğim biri vardı. Bir asır önce. Herkesin vardır. Herkes ilkin farklı sanır kendi sevgisini. Daha çok, daha büyük, daha kuvvetli...bu kadar zaman sonra artık bir şey sanmıyor insan. Film izlerdik, ağlardım. Aptal gibi hissederdim kendimi, utanırdım. Doğa kanunu: kendisini sevenin gözlerinden göremiyor insan kendini. O kadar da aptal görünmüyormuşum meğer, bilemezdim. Geç de olsa öğrendim öyle görünmediğimi. Gene de en olmadık şeylere ağladığımda hep o ağlayışım geliyor aklıma. Tıpkı şimdiki gibi.
Çok düşündüm. İçki mi? Gecenin etkisi? Hormonlar? Aşk bile değil. Ölüm... Ölüm hep ağlatır beni. Hiç sekmez, dayanamam. Yok oluşlar, bir daha göremeyecek oluşlar, hatıralarda yaşayışlar hep ağlatır beni. Güzel şeylerin kayboluşundan daha korkunç bir şey gelmiyor aklıma. 
Bu sefer Vincent van Gogh'la ağladım. Evet, başardım bunu. Neyse ki kimse görmüyor artık. O yüzden kendi kendimle dalga geçiyorum ben de. Can sıkıcı rasyoneller gibi kurcalayıp durmaktan usanmıyorum bir de: iki bira içtim, ondan olamaz. Hormonlar? Sabit. Gece? Her zamanki kadar. Müzik? Salya sümük ağlatmaya programlanmış dev yapım Holywood film müziği gibi, I don't wanna miss a thing gibi bir şey. O zaman neden? Neden, neden, neden cevap ver rasyonel özne, neden? 
Resim...kaybettiğim en güzel şeylerin ilkiydi belki de. Yıllar sonra tesadüfen sardırdığım İngiliz yapımı bir bilim kurgu dizisi sayesinde ve Van Gogh'un suretinde, içimde bıraktığı ve yerini asla dolduramadığım boşluğa dokundu. Ne içki, ne gece...kendimden başka suçlayacak kimsem yok bu gözyaşları için de. Tamam belki bir de o şarkıyı o sahneye uygun gören insanın bok yemesi olabilir biraz...ama sadece biraz, çok değil. 
Bir kere başlayınca öyle durmuyorum ki. Sanki bir kez bir şeye gözlerim dolunca, o güne kadar ağladığım her şey geri geliyor ve hepsine birden ağlıyorum. Aşklar, ölümler, kayıplar...yeri doldurulamayacak ne varsa. İnsan yeniden aşık olur, biliyorum çünkü öyle diyorlar...ve doğumlarla hayat sürekli yeniliyor kendini ama bu demek değil ki boşluklar dolar. Toulouse Toulouse'dur ve Van Gogh da Van Gogh. Picasso? İkisinin de yerini dolduramaz, doldurmamalı da zaten. Hayat yeniliyor kendini ama boşlukları doldurarak değil, onları üst üste yığarak. Tıpkı bu ağlamalarım gibi. Geri gelmeyen her şey gibi. 



-al işte gene aynı yere döndük.
-sanırım hep olduğumuz yerden bahsediyorsun?
-aslında maalesef evet. birbiriyle kafiyeli devrik cümleler, geçmiş gitmiş aşka referans, ne kadar aptal göründüğünü tasvir etmekle yetinmeyip ne kadar aptal olduğunu da aşikar etme falan filan. kendine saygın nerede senin?
-dikkat et, tam arkanda!
-salak.
-içimden başka türlü yazmak gelmiyor ne yapayım. 
-bir şey yazmasan olmuyor mu? yazdıkların da pek bir şey ifade etmiyor zaten, malum. 
-bilemeyiz. 
-saçma sapan bir dizide çalan saçma sapan bir şarkıya ağlamışsın, bunu kimin bilmeye ihtiyacı var?
-bir kere dizi...tamam biraz dünyayı kurtaran adam gibi gelmişti en başlarda ama efsane bir dizi ve şarkı da...evet tam bir kız şarkısı, buram buram dram kokuyor falan ama sözleri vurdu sanırım biraz.
-gına geldi dramından.
-haklısın.
-tabi ki haklıyım.
-senden nefret ediyorum.
-ben de senden.
-iyi geceler.
-iyi geceler. 

11 Temmuz 2010 Pazar

Yenik


Bu harbin galibi yok. Harp bitti, biz de onunla birlikte.

Söyleseler inanmazdım böyle olacağına. "Ama bu çok aptalca, olmaz öyle şey" derdim muhakkak. İyi bir adamın ölümü tüm iyiliğini öldürür mü dünyanın? Eşleriyle, eşyalarıyla gömülen bir mısır prensine eşlik mi ediyorum karanlık mezarında? Eşi ölünce diri diri yakılan kadınlar gibi.

İyi bir adam ölünce iyilik de onunla birlikte ölür mü? O eşin o mezara başka türlü girmesi mümkün mü?

Kötü bir insan olduğum oldu. İnsanın içini donduracak kadar soğuk, mesafeli, uzak. Gene de hissiz olmadım, ıssız kalmadım ben. İnsanlar değişir, biliyorum, anladım. Peki insan böyle ölür mü?

Zaman ilerledikçe açığa çıkıyor etkisi. Kara bir delik gibi her şeyi çekiyor içine. Dev gibi seven adamların sevdasını, iyilikle güzellikle ışıldayan gözleri. Şimdi hepsi yalan çünkü. Artık hepsi yalan.

Yas tutuyorsun demişti doktor. Yas tutmaz ki kaybıyla beraber kaybolan kadın. Bunu dediği zaman daha aşikar bile değildi şiddeti kaybın .

Ben öldürdüm. Aşk cinayeti diye yazın. Önce eşini, sonra kendini, sonra tekrar kendini. Girdiğim bu delik, bir öncekinden bile karanlıkmış meğer. İnanç abartılıyor sanırdım. Önemliymiş sahiden. İnancını yitirmeyegör, rengi soluveriyormuş her şeyin.


Ne güzel de itirazım vardı halbuki. Öyle ya, diri diri yakılmak için fazla meftunum hayata. Tabi ne demiş üstat? "Sen elmayı seviyorsun diye..." Şarabın yanına gitmese de, ki gitmiyor, elma mühim mesele. Farklı bostanların domatesleri yazgı der boyun eğerler hüsrana, oysa elma öyle mi ya? Elma seni geri sevmese de "hüsran" deyip oturmazsın yerine, daha çok seversin ve daha çok.

Ne demişti ilk aşkım? "Körler onları göremese de yıldızlar vardır". Sanırım kör oldum üstadım. Bırak yıldızları, senin satırlarına açılan zeytin gözlerimde senin bile aksin yok. Gene de her gece yatmadan sana uzatıyorum ellerimi. Saat 21-22 şiirlerinden rastgele bir sayfa açıp okuyorum. Sen bana yazmışsın meğer...küçük kız oyunları oynuyorum. Tül perdeye dolanınca gelin oluveren küçük aşığın, gözleri kör bir kadın şimdi. Ah ama bir sabah pijamaları ve terlikleriyle kaçan adamdan ne bekleyebilir ki kadın? İnanmadığım ilk adamdın, bak en son gene payını aldın.

Cevap ver bana.
Bana cevap verin.
Bencilce güven talebiniz karşısında boş gözlerle bakıyorum her şeyi bilen gözlerinizin içine. Madem her şeyi biliyorsunuz bunu da bilin. Şimdi baştan yenik mi sayılacak her iyilik? Her güzellikte bir gölge mi olacak? Gemisini terk etmeyen bir farenin suallerinin ne ehemmiyeti olabilir fakat. Halbuki tek istediğim bir "hayır" cevabı. Zahmet etmeyin, ona da inanmayacağım.

15 Mart 2010 Pazartesi

kayıp

kaan sezyum'un geçtiğimiz günlerde kaybettiği eşinin ardından yazdığı yazıyı okudum bugün. eğer acının paylaşıldıkça azalması mümkün olsaydı, diye düşündüm, şu anda zerre kadar acısının kalmamış olması gerekirdi. okuyanı öyle içine alıyor ki, sanki sevdiği insanı kaybeden o değil de senmişsin gibi acı veriyor. bir bakıma gerçekliyor aslında bunu: sevdiği kadını öyle bir anlatıyor ki tanımamış olduğu için üzülüyor insan. öyle sevilesi, öyle hayata bağlı.

sosyoloji, master...akademiye dair ne varsa anlamını yitiriyor bir kez daha. dünden çark edesim varmış da yer arıyormuşum gibi değil mi? tamamen anlamsız olmadığını elbette biliyorum. daha bugün heyecanlandım gene bir makale okurken. yazarken desen kılı kırk yarmaktan yazamıyorum çoğu zaman ama neticede seviyorum. seviyorum sevmesine de... yoo, bu konuda yalnız değilim bunu biliyorum. pek yalnız kalınacak gibi bir konu da değil zaten: bir insan işinden ne kadar keyif alırsa alsın, sabahları uyanmak için yeterli bir sebep olmuyor işte. elbette uyanıyorsun, hele de benim gibi tek işin evde oturup miskin miskin tez yazmak değilse, düzenli bir işte çalışıyorsan öyle bir uyanıyorsun ki. kalkmayıp da o günü pas geçme şansın yok. yok da... gülümseyerek uyanmayı özlüyor insan, yalan mı? okuduğu bir yazıyı, heyecanından farkına bile varmadığı abartılı el kol hareketleriyle anlatmak ya da yazdığı yazı henüz taslak halindeyken okumak, paylaşmak istiyor.

bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum. tanıdığım kadınlar var. bir tanesi de "when love goes wrong, nothing goes right" diyen norma jean. daha yakından tanıdıklarım da var elbette.
işime odaklanmaya çalışıyorum. gerçi bugün tam oturdum başına, evde yemek yok, dur ben bir kapuska pişireyim dedim. o lanet de pişmek bilmedi. sonra tam kapattım altını, oturdum masama.. dur bi çay koyayım dedim. sonra pes edip çalıştım aslında ama...

kaybını düşündüm, kaybımı düşündüm. ikisine de kayıp demenin ne kadar haksız ve acımasızca olduğunu düşündüm. kaybetmek pek öyle kolay birşey değil, olmamalı en azından. ölümle, ayrılıkla olacak iş değil birini kaybetmek. yani ne bileyim, nasıl anlatayım... anılarımızmış demiş ya sezyum, öyle işte. birini bir daha hiç görmeyecek olsan, ya da daha kötüsü, görecek de öyle sarılıp öyle öpemeyecek, hatta çaktırmamak derdine düşmeden rahatça öyle bakamayacak olsan dâhi kaybetmiş sayılır mısın?

tanımı gereği olur şey değil bir kere. kimi neyi kaybedebilirsin? senin olanı ancak, parçan olanı. ama o denli seninse nasıl kaybedebilirsin ki? kim alabilir ki onu senden? anılarını kim alabilir? tatları, kokuları, sesleri kim? bir hava durumunu, bir haftanın gününü, bir şarkıyı, bir bakışı almaya kimin, neyin gücü yeter?

ortada bir kayıp varsa, o insanın kendisi oluyor. kayıp, kifayetsiz, gereksiz.
iyi bir insan olmaya çalışmak anlamını da gerekliliğini de yitiriyor sanki. kötü şeyler yapıp boktan bir insan müsveddesi olmakta beis görmeyebiliyorsun. canını yakan acı öyle ele geçiriyor ki her şeyi, insan da dünya da o acıya bürünüyor, o acıya kesiyor. bunları herkes o kadar iyi bilir ki neredeyse anlamsız yazması. kimse okumadığına göre problem yok, kendim söyler kendim dinlerim. böyle hassas gibi, duygusal gibi şeyler yazacağımı sezdiğim için utandım kimselere yaymadım bu adresi zaten. utanmıyorum demiştim ya, tabi ki yalandı. utanıyorum, ama içimde tutabilecek kadar değil.

hele ki sezyum'un yazısını okuduktan sonra bir kere daha anladım ki yazmak iyi bir fikir olabilir. radikal'e olması şart değil.

kaybının yasını tutan insanlar varsayımsal bir boşluğu mu doldurmaya çalışıyorlar acaba yazarak? bilmem. bu gerçekten bir boşluk olsaydı basit kelimelerle dolamayacak kadar derin olurdu. bu gerçekten bir kayıp olsaydı, kaybeden çok geçmez aklını yitirirdi yasından, yeisinden.
oysa insan doğrudan kendini kaybediyor. bulunduğu durumdan çıkamayınca, çareyi kendi olmaktan çıkmakta buluyor. bence tabi. bu bir olgunlaşma süreci de olabilir, dibe vurma da. çoğu zaman ilki ikincisini izliyor. değişip dönüşerek başka bir insan oluyorsun. ama iyi ama kötü ama aynı insan değil... hem buna bir kayıp desek bile.. gündüz düşlerinde gene ona varıyorsun. şarkı.