27 Şubat 2011 Pazar

Kayıp Aranmıyor

“Başkalarını da arasanız sizin yeriniz burası!” (GSM operatörü)


O sırada bulvarı ya aşağı ya yukarı arşınlamakta olan hiç kimse havada patlayan sese aldırış etmedi ilkin. Şehrin alışılageldik uğultusunu delip geçen her sese kafamızı çevirip bakarak yaşayamayız çünkü. Her şey ve herkes gibi havada patlayan seslerin de şehrin uğultusuna karışmalarına izin vermekten başka çaremiz yok. En ufak dikkat dağınıklığımızın bile akıntının armonisini bozma tehlikesi var. Bunu göze alamayız. Almıyoruz.

Bulvarı çıkıyordum. On adım sonra sağdaki trafik ışıklarından karşıya geçecektim. Ses, o on adım ötemden geldi. İlkin ben dahil kimse aldırış etmedi. Yüksekten ağır bir şey düşmüş ya da biri vurulmuş olabilirdi. Hiçbir şey durmamızı gerektirmez. Hele ki durmamız hiçbir şeyi değiştirmeyecekse tamamen gereksiz. Birkaç saniye içinde sesin nereden geldiği anlaşıldı. Düzgün giyimli, on altı-on yedi yaşlarındaki simitçinin yere düşerken onunla birlikte düşen simit tablasının yere çarptığında çıkardığı metalik, mütevazı ve boğuk sesti havada patlayan. Önünde düşüp bayıldığı dükkanın kuryeleri koşup geldi yanına. Yoldan geçmekte olan bir iki kişi de onlara katıldı.

Doğa dostu bez alışveriş torbama doluşturduğum nevalenin ağırlığı altında ezilerek bıkkınca trafik lambasına meylettim. Karşımızdaki trafik lambası, oraya geçmek için bekleyenlerin yaklaşık bir dakikası olduğunu bildiriyordu. Arkamıza dönüp endişeli bakışlar atabilmemize; ilgilendiğimizi, umursadığımızı kendimize kanıtlamamıza yetecek kadar çok saniyemiz vardı. Ne olup bittiğine dair merakımızın canlı kalabileceği fakat giderilmesinin mümkün olmayacağı güvenli bir mesafede durmuş, yağmurda ıslanmış bir kedi yavrusunu izler gibi izliyorduk yerde yatan çocuğu. Çok üzülüyorduk. Kim bilir, açlıktan bayılmıştı belki. Belki bir hastalığı vardı.

Tabla düşmemiş de bırakılmış kadar usturuplu boylamıştı yeri. Bilinci kapanıp da gözleri kararmadan önceki son düşüncesi, tablasındakileri düşürmemesi gerekliliğiydi belki. Onun sorumluluğunu alacak kimse olmadığı için tablasının sorumluluğu bu denli işlemişti içine. Gene de bir simit ve iki poğaçanın dışarı fırlamasına engel olamamıştı. O simit ve poğaçalara ne olacak? Bu şehrin kedisi, kuşu, köpeği eksik olmaz. Elbet memnuniyetle sebeplenir, sahiplenirler kimsesiz kalan simit ve poğaçaları. Peki ya o çocuk ne olacak? Yeşil yandı. Bize ayrılan süre doldu. Onu, etrafındaki kalabalıkla bu tarafta bırakıp karşıya geçmeliyiz artık. Birinin elinde cep telefonu var, ambulansı aramış olmalı. Karşıya geçerken içimiz rahat. Bizim yapabileceğimiz bir şey yoktu zaten. Endişeli bakışlarımızı esirgemedik ya. Kimse vicdanımıza hesap soramaz.  

Şehrin uğultusuna karışmak zorunda her şey. Her aykırı sesin kafasını kaldırıp, yüzünü gökyüzüne çevirebilmek için tek bir anı var yalnızca. Bir an ve sonra şehrin. Kedileri, köpekleri, kuşlarından farkımız yok İstanbul’un. En az onlar kadar aidiz buraya. Hayatta kalmak ve birlikte yaşamak zorundayız. Kuşlar gibi başka iklimlere uçabilir, kediler gibi başka evler arayabiliriz fakat köpekler gibi buraya döneriz en sonunda. Uğultusundan kaçar, aynı uğultunun rahatlığı içinde kaybolmak için geri geliriz. Kendini bulmak isteyen Ankara’ya gider. Biz burada kaybolmayı ve kaybetmeyi severiz.

1 yorum: