2 Mart 2011 Çarşamba

Bik Bik #3

* Küçük bir Kaptan Hadok gibiydim bugün. Mütemadiyen küfrettim. Çömlek kafalılar, cücük beyinliler, hıçkırık tutasıcalar, altlı üstlü gidesiceler, klavye düşmanları, mouse'lar kovalasın, usb'ler sevsin sizi... İyimser sosyolog tarafım, blog camiasının tehdit addedilecek kadar ciddiye alınmasından memnundu. Fakat diğer bir yanım (bende çok var), "yea maç şeysini ihlal etmiş bir iki biri, ondan" diye hevesimi kaçırdı durdu. O zaman hangisi? Devlet, pire için yorgan yakacak kadar mı teknolojik kabız ve aciz (pirenin pireliğini tartışmaya açmıyorum bile) yoksa tam anlamıyla denetim altına almasının mümkün olmadığını kendisinin de bildiği internet camiasında yazılıp çizilenlerden korkusu bu denli mi büyük? Yani bu işi beceremiyor mu yoksa korkuyor ve korkusunu kılıfa sokmaktan memnuniyet mi duyuyor? Yakın coğrafyada ateşe verilen iktidarların ateşi mi sıçrayıp tutuşturdu bir taraflarını? Daha doğrusu internetin nelere kadir olabileceği yeni mi düştü? Slacktivism'i ısrarla olumlu yanından görmeyi tercih ettiğim halde buna ihtimal vermiyorum. En fazla bir kaşı kaldırıp "lan?!" demiş olabilirler. Yoksa Evgeny Morozov'un dediği gibi Facebook ve Twitter olmasa da olanlar olacaktı. Öte yandan bu counter-factual, iki sitenin sürece etkisini görmezden gelmemiz için yeterli sebep değil. Slacktivism kavramını ilk defa blogundan görüp öğrendiğim Morozov'un Ocak 2011'de çıkan kitabı The Dark Side of Internet Freedom: The Net Delusion masamda duruyor. Okuduğum zaman üstüne iki çift laf etmek için can atacağıma eminim zira ziyadesiyle heyecanlı mevzu. "Koş kız, koş, devrim oluyor!" türünden bir yaklaşımım yok, dillendirdiği vakit insanların hevesini kaçıran bir çok hakikate zaten vakıfım. Başka türlü bir iyimserlik benimkisi. Dur bakalım, hele okuyalım da. Olmadı kendisiyle fikir teatisinde bulunuruz, nedir yani. İnternetin gözünü seveyim. 


* Meclis tutanakları, Resmi Gazete...bunlar güzel şeyler, okuyunuz. 7 Ocak 2011 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanan Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkilerin Satışına ve Sunumuna İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik'i okudum. Gerçekten çok tatlı bir metin. Biraz toparlanayım, gözüme çarpan (yumruk atan) noktaları şöyle bir paylaşmak niyetindeyim. 


* "Başıma bir şey gelmeyecekse..." diye cümle başlangıcı var bu ülkede. Ardından ne gelirse gelsin, bunu bir düşünmek lazım. Bunu uzun uzun düşünmek lazım. Bir gün ifade özgürlüğü üzerine çalışır ve yayımlayacak olursam ana başlık, olmadı alt başlıklarımdan biri muhakkak bu alıntı olacak. Teyzeler otobüse minibüse binerken "pismii..." diye adım atarlar ya, biz de ağzımızı böyle açmalıyız bence. Aynı derecede korur ya neyse.


* Barney beni korkutuyor. Ne zamandır şüpheleniyordum zaten, Ted'in anneyle tanışacağı düğün Barney'nin düğünü mü diye. Zira Marshall' la Lily zaten evli. E bu adam başka kimin sağdıcı olacak ki! Senaristler alternatif senaryolarla nabız yokluyor da olabilirler, çoktandır kaybetmeye başladıkları nabzı yeniden yakalama amacı güdüyor da olabilirler. Bilmiyorum ama bir kale daha düşüyor hissi uyandırdı bende. Kendimi gayriihtiyari Barney'nin yerine koyup düşündüm ilkin. Neden sonra adaşım hatunla empati kurmak geldi aklıma. Belki de böyle yapmak lazım. Korkutup kaçırmak pahasına "beklentim bu" demek. Yalnızca bir yığın maddi ve manevi yatırımdan kurtarmakla kalmaz, bir o  kadar hayal kırıklığı ve vakit kaybının da önüne geçer. "Üç çocuk ve bir havuz istiyorum. Evi de sarmaşıklar sarsa fena olmaz." Tabi Nora tee kaç yaşında kim bilir. Ben daha minnacığım, çakmak cebine bile sığarım. 


* Fakat bir quarter life crisis yokluyor ki anlatamam. İnsan farkındalığına sahip olunca başına gelmez sanıyor. Ulan öyle bir şey olsa, deli psikolog olmazdı ama hepsi deli. İşsizlik psikolojisini gözlemleme fırsatı bulduğum (ne pis insanmışım!) yaşıtlarım oldu mesela. "Ben girmem lan, ne var ki, bu da bir süreç işte" der geçerim sanıyordum. Nah geçersin. Laaank diye orta yerine düşersin. 25 yaş kriziyle epey alay ederdim, "o ne lan yoktan sıkıntı yaratmışlar, derdiniz mi yok" diye. Ne kadar saçma olsa da öyle bir şey varmış. On tane sosyal psikoloji makalesi okusam çıkar mıyım peki bu kafadan? Sanmıyorum. Onun yerine on yüz bin milyon düşünce baloncuğu: Hayatımla ne yapıyorum, sosyolog mu olmak istiyorum gerçekten, hayatımı boşa mı harcadım, 30'umda doğurmak istiyorsam babayla bu aralar tanışmam şart, mutsuz olmadan çalışabileceğim bir iş bulup para kazanmam mümkün olacak mı, doktora yapmayı gerçekten istiyor muyum, sosyoloji seviyor muyum, gerçekten umurumda mı, bu yalnızlık daha ne kadar sürecek, alıştım mı gerçekten...


* ...Gitmeyip kalmakla doğru bir karar mı verdim? Bir de bu var değil mi... Yurt dışına gitme seçeneği zor da olsa açıkken daha değerlendirmeden kapatıp "kalıyorum" demek. Buna ne zaman, nasıl, neden karar verdim? Doktorasını yarılamış bir arkadaşım da aynı kararı verdi bu aralar ve o benden bin kat daha gelecek vaat eden, kariyer planı akademisyen olmak olan bir kadın. Kendimi onunla aynı noktada değerlendirmem mantıksız olur ve zaten başka etmenler söz konusu onun kararında...ama neden? Sadece o değil ki, birkaç kadın daha var. Neden? Bizi tutan ne, bizi buraya bağlayan ne, kopamadığımız, korktuğumuz ne? Havası suyu farklı bir yerde tek başımıza yeni bir hayata başlamak, bu başlı başına mücadeleyi vermek mi gözümüzde büyüyor? Hani biz cesur, kendine güvenli, güçlü kadınlardık. Yoksa hala havada olan köklerimizin gözü toprağa mı kaymaya başladı? Bundan yıllar önce gazetede bir haber okumuştum. Yanılmıyorsam (çok fena yanılıyor da olabilirim) İngiltere'de yapılan bir araştırmayı ve ortaya koyduğu eğilimi anlatıyordu. Genç kadınlar artık yorulmuş ve erkeklerle rolleri yeniden değişmek istiyorlarmış. Ya erkek çalışsın, kadın çocuğa baksınmış ya da erkek kırsın kıçını evde oturup çocuğa baksın, kadın çalışsınmış. İkinci senaryo  benim iyimser eklemem olabilir. Feminist mirasın basbayağı reddi gibiydi okuduğum analiz. Benim burada kast ettiğim elbette bu değil. On yıl sonra "öf çok koştum çok yoruldum" diye sızlanma hakkım saklı olmak üzere, şu an olsa olsa "güçlü kadın olmak da zor be bacım, meh meh meh" diye geviş getiririm. Bizimki daha ziyade, başarılı bir kariyerin mutlu olmamıza yetmeyeceğinin peşin hükmü ve onu izleyen moral bozukluğu. Ya da belki de, karanlıktan veya yüksekten korkmak gibi evrimsel psikolojik bir açıklaması vardır bu tanımlayamadığımız hissiyatın da. Ortalama yaşam süresinin uzaması, toplumsal ve ekonomik etkenlerin ona eşlik etmesi derken ayarıyla oynamaya çalıştığımız binlerce yıllık bir saat yüzümüze küstahça gülüyordur belki: "Koş koş koş, geride kaldın...ahaha, salak!" Demişken, NY Times'da yayımlanmış What Is It About 20-Somethings? adlı yazıya göz atılabilir (münferit değiliz olm, adı sanı konmuş klinik vakayız bildiğin! Her şeyimiz drama resmen...). 



* Bir şey daha söyleyecektim ama unuttum, demek ki yalanmış. Hayatımız yalan. Neyse, şu şarkı var bir de: http://www.we7.com/song/Richard-Walters/What-weighs-me-down?m=0 HIMYM'in son bölümünün sonunda çalan şarkı bu. Yemedim içmedim arayıp buldum. Kolay da bulunmuyor haspa. Şarkı sahiden güzel mi yoksa Barney'nin hali mi dokundu ayırt edemiyorum. Gene de şurada bulunsun. Dahası bunca şeyi, sırf bu şarkıyı buraya koymak için de yazmış olabilirim. Boşuna laf-ü güzaf demiyorum... Yok yok, şarkı güzel. 



3 yorum:

  1. senin blogunu yeni yeni okumaya başladım ama çok beğendiğim bloglar arasında.
    öyle yani. söyleyeyim dedim, ha bunu niye dedim onu da bilmiyorum.
    kolay gele...

    YanıtlaSil
  2. eyvallah, çok sağol. ben de sürekli "bunu niye yazdım" hissiyatıyla yazdığım için sıkıntı yok. iyi ki söyledin. sevindim, yüzüm güldü.

    YanıtlaSil
  3. "...Teyzeler otobüse minibüse binerken "pismii..." diye adım atarlar ya, biz de ağzımızı böyle açmalıyız bence..."
    bence de =)))

    YanıtlaSil