Levent Kırca tadı vermeye başlayan Baba Haber bitip de Ana Haber başlayınca aşağı yukarı dört gündür haberleri izlemediğimi fark ediyorum. Aksi gibi olmayan şey de kalmamış. Yer yerinden oynamış gene. Geçen hafta İbrahim Tatlıses'in gözünü kırpması, parmağını oynatmasına Japonya'daki nükleer felaketten daha fazla haber değeri biçilince lanet okuyup gündemle arama bir mesafe koymuştum. Sadece o da değil: Her akşam aynı mukavemet ve metanetle karşılayamıyorum akşam haberlerini. Gazetelere bakarım diyorum, ona da elim gitmiyor. Gündemden soğuduğum oluyor resmen. Bu akşam da açtım, "Libya'yla ilişkimiz petrol ilişkisi değildir" diyor adam. Aşk ilişkisi mi? Diplomasi değil gönül bağı mı?
İçime, evime bu kadar kapandıktan sonra hareketli bir hafta sonu geçirince sersemledim adeta. Burada Toraman'ı o kadar andıktan sonra adamla en nihayet burun buruna geldim bir mekanda. Öyle çökmüş ki daha da iri görünüyor burnu. Zorla ilerlemeye çalıştığım kalabalığın içinden biri adımı bağırıyor. Bir lise arkadaşı daha, aynı akşam kaçıncı. Ayaküstü kapıyorum bir "hiç değişmemişsin" ama üzülsem mi sevinsem mi bilemiyorum. Mahsuscuktan kızıyorum ben de. Gözüm Toraman'da. Ne kadar yaşlandığını izliyorum. Uzun sahil yürüyüşlerimin favorisi "O" albümü geliyor aklıma. O 10 km'yi göz açıp kapayıncaya kadar yürüyebiliyorsam bu adam sayesinde. Neden nasıl anlamıyorum bile. "Sen geçerken sahilden..." diyor, havaya giriyorum zaten. Azıcık sarhoş olsaydım da "abi n'aber yaa" diye yanına yanaşsaydım, yıllar sonra bile "ayşec. ne demiştin sen ona" diye başlayan geyiklere malzeme çıkartabilirdim aslında. Edebimle içiyordum aksi gibi. Umut Sarıkaya vakası da ders olmuştu evvelden, işgüzarlığın alemi yok. Başka yere gidip dans etmeye sakladım enerjimi. Çok da eğlendim.
Bu tebdil-i mekan politikamızın sabah 5 buçuğa kadar sürmesinde bir acayiplik yok da 9 buçukta ÜDS'ye girecek olmam beni germedi desem yalan olur. En fazla iki saat uyuyup girdiğim sınavın bu kadar iyi geçmiş olmasına da hala inanamıyorum. Ne çıkacak bakalım. Düğün sonrası ALES deneyimi için prova oldu en azından. Sabahın 8'inde düştüm yola. İstanbul'un bile afyonu patlamamıştı daha. Kış sabahları okul günleri yorganın altı nasıl sıcak, nasıl rahatsa o Pazar sabahı da İstanbul öyle bir mahmurlukla uzanıyordu kalın sis örtüsünün altında. Ben hem uykulu hem de yanında kibrit çaksan havaya uçacak gibiydim. Okula girince arkamdakilere "bayanı izleyin" diyen güvenlik görevlisi kargadan kılavuz hikayesini duymamıştı sanırım. Zaten en sonunda kızlardan biri dayanamayıp "sizi de böyle sapık gibi takip ediyoruz ama..." diye açıklama yapmak zorunda hissetti kendini. Herkeste bir heyecan. Aslında ben de heyecanlıydım ama heyecanımı gösterebilecek kadar ayılmamıştım daha. ÖSYM'nin bize bahşettiği "kırtasiye kutusu"ndan çıkan kalemleri görünce ayılabildim ancak... Sonrası sınav mınav işte.
O değil de...cover sevmem ama Sherlock baya iyi olmuş. 23 Nisan'da Doctor Who'nun altıncı sezonu başlayana kadar sarmalık diyordum, meğer üç bölümlük mini diziymiş. Olsun, tavsiye ederim. Ya da acaba ben mi fena sardım BBC'nin bu suratsız, ukala dizi karakterlerine...eğer öyleyse, suratsız İngiliz aşkımı empoze etmek istemem. Ya da isterim canım, ne var!
Aynı günün akşamüstü "hadi kalk gidiyoruz"la uyandırılıp Sütlüce'de rakı içerken buldum kendimi. Buldum diyorsam şikayetçi değilim. Ehli keyif bir kadınla ağır ağır demlenmek gibisi var mı! Bir teorim var: Genç yaşta anne olmuş, boşanmış, erkek annelerinde ayrı bir güzellik oluyor. Yazık ki oğullarında gözüm olmayan kadınlar bunlar. Olsa ne olacak, "annemi benden çok seviyorsun" diye kavga sebebi mi olur?! Bari yalan söylemeyi becerebilsem.
"Film seçmek çok zor" diye üfleyip püflerken tam dayaklığım. Şaka maka, film festivalinde bir kere daha dank edecek artık İstanbul'a döndüğüm, İstanbul'da yaşadığım. Bazen hala Ankara'nın hava durumuna bakıyorum alışkanlıkla. Bir yanım dönemedi Ankara'dan, il sınırından bile çıkamadı. İyi olacak bu festival, iyi. Eve kapandım kaldım. "Hadi, kitapçığı almaya gidiyoruz, biletler de satışa çıkmış" diye tutup sürükleyen arkadaş da en güzel bir şey. Hele ki beş dakika mesafede oturan arkadaş konseptine bayılıyorum. Umarım bu vesileyle evden çıkacağım artık. İster Taş Cafe'de bira içip scrabble oynamak için olsun, ister sahilde banklara kurulup çay içmek için. Yalan değil, ev üstüme geliyor bazen. Tek başıma çıkıp Beyoğlu'ndaki kitapçıları, sahafları turlamak da mutlu etmiyor her zaman. Şımarıklıksa şımarıklık. Şu yalancı kış bir geçse, güneş açsa, benim de yüzüm gülecek biliyorum. En azından öyle olmasını umuyorum. Kimse bu kadar uzun süre somurtamaz. Hem Galata Köprüsü soğuk soğuk essin istediği kadar, Eminönü'nde burnuma balık ekmek kokusu gelince içim içime sığmıyor. İnanmıyorum ama bir mutluluk var.
İçime, evime bu kadar kapandıktan sonra hareketli bir hafta sonu geçirince sersemledim adeta. Burada Toraman'ı o kadar andıktan sonra adamla en nihayet burun buruna geldim bir mekanda. Öyle çökmüş ki daha da iri görünüyor burnu. Zorla ilerlemeye çalıştığım kalabalığın içinden biri adımı bağırıyor. Bir lise arkadaşı daha, aynı akşam kaçıncı. Ayaküstü kapıyorum bir "hiç değişmemişsin" ama üzülsem mi sevinsem mi bilemiyorum. Mahsuscuktan kızıyorum ben de. Gözüm Toraman'da. Ne kadar yaşlandığını izliyorum. Uzun sahil yürüyüşlerimin favorisi "O" albümü geliyor aklıma. O 10 km'yi göz açıp kapayıncaya kadar yürüyebiliyorsam bu adam sayesinde. Neden nasıl anlamıyorum bile. "Sen geçerken sahilden..." diyor, havaya giriyorum zaten. Azıcık sarhoş olsaydım da "abi n'aber yaa" diye yanına yanaşsaydım, yıllar sonra bile "ayşec. ne demiştin sen ona" diye başlayan geyiklere malzeme çıkartabilirdim aslında. Edebimle içiyordum aksi gibi. Umut Sarıkaya vakası da ders olmuştu evvelden, işgüzarlığın alemi yok. Başka yere gidip dans etmeye sakladım enerjimi. Çok da eğlendim.
Bu tebdil-i mekan politikamızın sabah 5 buçuğa kadar sürmesinde bir acayiplik yok da 9 buçukta ÜDS'ye girecek olmam beni germedi desem yalan olur. En fazla iki saat uyuyup girdiğim sınavın bu kadar iyi geçmiş olmasına da hala inanamıyorum. Ne çıkacak bakalım. Düğün sonrası ALES deneyimi için prova oldu en azından. Sabahın 8'inde düştüm yola. İstanbul'un bile afyonu patlamamıştı daha. Kış sabahları okul günleri yorganın altı nasıl sıcak, nasıl rahatsa o Pazar sabahı da İstanbul öyle bir mahmurlukla uzanıyordu kalın sis örtüsünün altında. Ben hem uykulu hem de yanında kibrit çaksan havaya uçacak gibiydim. Okula girince arkamdakilere "bayanı izleyin" diyen güvenlik görevlisi kargadan kılavuz hikayesini duymamıştı sanırım. Zaten en sonunda kızlardan biri dayanamayıp "sizi de böyle sapık gibi takip ediyoruz ama..." diye açıklama yapmak zorunda hissetti kendini. Herkeste bir heyecan. Aslında ben de heyecanlıydım ama heyecanımı gösterebilecek kadar ayılmamıştım daha. ÖSYM'nin bize bahşettiği "kırtasiye kutusu"ndan çıkan kalemleri görünce ayılabildim ancak... Sonrası sınav mınav işte.
O değil de...cover sevmem ama Sherlock baya iyi olmuş. 23 Nisan'da Doctor Who'nun altıncı sezonu başlayana kadar sarmalık diyordum, meğer üç bölümlük mini diziymiş. Olsun, tavsiye ederim. Ya da acaba ben mi fena sardım BBC'nin bu suratsız, ukala dizi karakterlerine...eğer öyleyse, suratsız İngiliz aşkımı empoze etmek istemem. Ya da isterim canım, ne var!
Aynı günün akşamüstü "hadi kalk gidiyoruz"la uyandırılıp Sütlüce'de rakı içerken buldum kendimi. Buldum diyorsam şikayetçi değilim. Ehli keyif bir kadınla ağır ağır demlenmek gibisi var mı! Bir teorim var: Genç yaşta anne olmuş, boşanmış, erkek annelerinde ayrı bir güzellik oluyor. Yazık ki oğullarında gözüm olmayan kadınlar bunlar. Olsa ne olacak, "annemi benden çok seviyorsun" diye kavga sebebi mi olur?! Bari yalan söylemeyi becerebilsem.
"Film seçmek çok zor" diye üfleyip püflerken tam dayaklığım. Şaka maka, film festivalinde bir kere daha dank edecek artık İstanbul'a döndüğüm, İstanbul'da yaşadığım. Bazen hala Ankara'nın hava durumuna bakıyorum alışkanlıkla. Bir yanım dönemedi Ankara'dan, il sınırından bile çıkamadı. İyi olacak bu festival, iyi. Eve kapandım kaldım. "Hadi, kitapçığı almaya gidiyoruz, biletler de satışa çıkmış" diye tutup sürükleyen arkadaş da en güzel bir şey. Hele ki beş dakika mesafede oturan arkadaş konseptine bayılıyorum. Umarım bu vesileyle evden çıkacağım artık. İster Taş Cafe'de bira içip scrabble oynamak için olsun, ister sahilde banklara kurulup çay içmek için. Yalan değil, ev üstüme geliyor bazen. Tek başıma çıkıp Beyoğlu'ndaki kitapçıları, sahafları turlamak da mutlu etmiyor her zaman. Şımarıklıksa şımarıklık. Şu yalancı kış bir geçse, güneş açsa, benim de yüzüm gülecek biliyorum. En azından öyle olmasını umuyorum. Kimse bu kadar uzun süre somurtamaz. Hem Galata Köprüsü soğuk soğuk essin istediği kadar, Eminönü'nde burnuma balık ekmek kokusu gelince içim içime sığmıyor. İnanmıyorum ama bir mutluluk var.
Mesela Sherlock ve Doctor Who bir arada...lan?!!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder