13 Mart 2011 Pazar

Leyla Hanım'ın Gündüz Düşleri



Başka blogda gördüm, çok özendim, ben de yapacağım (bkz. birinci yıl yazısı). Gerçi yazar bu bahaneyle duygusala veriyor, bense mütemadiyen o kafadayım ama olsun. (Onursal’a not: “Coştunuz” deme gene, ifade özgürlüğüme ket vurma abicim. İki duygusala bağlayacağım, hızımı kesme çok rica ederim. Gözlerinden öperim.) He yaa, bir yıl olmuş resmen. Bu blog yazma işini aklıma sokan arkadaşa taze çemkirdim daha “ulan bu işi başıma sen sardın” diye (Neticede yetişkin bir kadınım, yerli yersiz çemkirme ihtiyacı hasıl olunca kurban ayırt etmiyorum zira ayrımcılığa karşıyım. Erkek olsun çemkireyim, kesin hak etmiştir ya da hak edecektir). Halbuki adam nereden bilsin manyak gibi her gün yazacağımı. Ne diyordum? Ha evet, ona bir posta çemkirdim…ama bir iyi geldi ki anlatamam. İkisi de: çemkirmek de, yazmak da.

Geçen Mart, yani yerli yersiz yazmaya başladığım dönem çok acayip bir dönemdi (gerçi it was the best of times, it was the worst of times anasını satayım, hangi dönem çok acayip değil ki). Yok yok, o dönem dark side’dan çifte vatandaşlığımı aldım alıyordum artık. Tabi ki olaylara yön veren her zamanki gibi benim bok yememdi. En azından kayıtlara – yine her zamanki gibi- böyle geçti. O dönem, yani profesyonel bir anlayış fakat amatör bir ruhla ve sigortasız, tatilsiz, ikramiyesiz, tam zamanlı çektiğim ayrılık acımın üçüncü yılına yaklaşırken derdime dert katmaktan imtina etmemiş ve bir zincirleme felaketin daha hem faili hem de mefulü olmuştum. Diğer bir deyişle yar üstüne yar sevmeye kalkmış fakat imzamı süratle attığım taptaze bir ayrılık acısıyla daha kalakalmıştım. Birinci ligi görmesiyle küme düşmesi bir olan umutspordan ihracım da o güne rastlar. O gün bu gündür bir sahil kasabasında (bkz. İstanbul) azıcık aşım kaygısız başım, günlerimi sayıyorum.

O dönem öyle mi ya, isyanım yaradana! Ossaat dünya batsa, rüya bitse; isteğim işleme konuldu ya ondan oldu diye böbürleneceğim. Bir şey büyüyor içimde, tarifi kabil değil. Kendine acıma desen değil; kendine öfke desen, onda level atlayamayacağım bir noktaya varmışım artık; bu sefer değişiklik olsun, kendimden başkasına öfkeleneyim dedim, yemedim. Bir his ama nasıl, delireceğim. Söylemem, anlatmam lazım ama kimse duymamalı, kimse bilmemeli. Zifiri karanlık, dipsiz bir kuyu bulup ona bağırmalıyım. Zeka küpü olduğumdan çareyi blog yazmakta buldum. Bir yandan “nasıl olsa kimse okumaz, kime ne benim derdimden tasamdan” diyordum, bir yandan da “yok be elbet vardır okuyunca ‘evet lan!’ diyecek birileri” diyordum. Nitekim varmış. Gene de azıcık akıl fikir sahibi olaydım aşikar etmezdim kimliğimi. Bu sebepten yeni blog açtım hatta, ama tek satır yazmadım (Gerçi beyhude delikanlılığı bir kenara bırakıp “ne var lan, ben yazdım ne olacak!” diye postasını koyamayacağım, haddinden fazla melodramatik ya da Carrie Bradshaw-Hank Moody tarzı yazılarımı direkt oraya transfer edebilirim en yakın zamanda. )

Leyla’nın hikayesini zaten anlatmıştım. Gündüz Düşleri’nin de anlatmış olmalıyım ya... O blog yazma gazını veren arkadaşımla bir gün Peyote’de oturuyoruz, o sanırım gene benim sözlük yazarı olmamla ilgili şüphelerini dile getiriyor. Kendisi web bir şeyci olduğundan, benim teknolojiye hakimiyetim de bir neandertalinkine eş seviyelerde seyrettiğinden ne dese şaşkınlıktan şaşkınlık beğenerek dinliyorum. Oradan iki balık atsa fok gibi el çırpacağım. İşte ekşi sözlük’ün domain adı olan sourtimes’ın, bildiğimiz Portishead şarkısı Sour Times olduğunu ve adı alırken ssg’nin kız arkadaşının söyleyiverdiğini filan öyle keyifle dinledim ki birasını alıp karşıma Homeros otursa ve İlyada’yı anlatmaya başlasa bu kadar dikkatimi veremem. “Oha lan, The Social Network gibi!” diye tepki vereceğim ama film daha yok piyasada. Blog yazma gazını da alınca iyi dedim, ben de şarkı adından koyayım madem. Dövme işine dönerse sittin sene açamam yalnız blogu. Bir kerede söyle ayşec. Manyak gibi çevir çevir ne dinliyorum ben bu ara? Gündüz düşleri. Teoman sever miyim? Hayır. Şarkıdan bağımsız olarak da düşününce anlamı konsepte uyuyor mu? Evet. Karar verilmiştir.

Gündüz düşlerimi yazacaktım. Kendimi şuursuzca ifşa edince olmadı. Belki iyi de oldu olmadığı. Hem Cazibe Hanım’ınkiler kadar cazip cinsinden olmayacaklardı, hem de durumu sönümlendirmek yerine daha da sefilleştirmek ziyadesiyle anlamsız olacaktı. İşte o yüzden böyle bir şey oldu. Gururum elverdiğince bir ağlama duvarı, Karşı Pencere'deki gibi taşın arasına sıkıştırılıp bulunması umulan bir pusula, elimi suya sabuna bulamak istemediğim vakitler de politik çemkirikler ve daha bir sürü şey... Siz de okudunuz, teşekkür ederim. Dahası susmadınız, ses çıkardınız, sesinizi duydum. Çok teşekkür ederim.



2 yorum:

  1. Oha ifade özgürlüğünü kesmekle ne alakası var. Sen benim ifade özgürlüğümü kesme.

    YanıtlaSil
  2. Mümkün mü öyle bir şey! :)

    YanıtlaSil