4 Mart 2011 Cuma

Much ado about nothing #13

Koştur koştur sosyalleştim. Evet evet, bir koşu sosyalleşip geldim. Hani İsveç mobilyacısının bu aralar televizyonda oynayan reklamı var ya, tıpkısının aynısı. Göz makyajım resimlere bakmamdan uzun sürmüştür, öyle diyeyim. Sanat galerisinin kapısında bir grup basın mensubu görünce taksinin kapısını bile açmayacaktım ya “ha gayret kızım ayşec.” dedim, “beleş şaraba odaklan”. Nitekim bir kadeh kırmızı şarabı havada kapmama rağmen nazik olmak adına yarım saatte içtim. Sosyalleşmenin dibine vurmak pahasına sanatçıyı tebrik edecektim ama beklediğimden yakışıklı ve kasıntı çıkınca yabanileşme refleksim devreye girdi. Ben de tanımadığım kimseyle göz göze gelmemeye azami özen göstererek ilerlediğim girişin hemen karşısına konmuş masayı çevreleyen teyzeler arasındaki yerimi aldım. Yani salondaki optimum noktaya konuşlandım. Dönen dedikoduları duyamayacak fakat kaynayan kazanları görebileceğim bu noktadan ara ara resimleri ama çokça da insanları izledim. Havada uçuşan alıcı bakışlar gayet yerindeydi. Ulan bu kadınları ajanstan mı toplayıp getirdiler, bu ne. Hepsi mi 1.90, bakımlı ve güzel olur. Bir tanesine yanaşıp “bacım siz o topukların üstünde nasıl duruyonuz?” diye sormak istedim ama görünmezliğimi bozmak istemedim. Can Yücel’in mısrası gitmedi aklımdan: “salonlar piyasalar sanat sevicileri”. Ölü sevici der gibi der ya o “sanat sevicileri”ni, nasıl severim o ifadeyi. İki yıl aradan sonra resim sergisine gidince insan biraz yabancılaşıyor haliyle. Teyzeler kamarasıyla ayrılmaz bir ekip olmak üzereydik ki “ben kaçıyorum” dedim gülerek. Son fotoğraflar çekildi. Şarabımı alelacele bitirip soyut resimler diyarı/devler ülkesini geride bırakarak tüydüm. Evden çıktıktan bir saat sonra evdeydim. “derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni/ yakanda bir amonyak çiçeği/ yalnızlığım benim sidikli kontesim”. Yaban mersini tütsüsü ve Miles Davis kokan evime dar attım kendimi. Aslında galeriden kendimi dışarı atar atmaz yamacımda duran taksicinin hayat hikayesini öğrenmesem havada kaptığım bir kadeh şarabı kısa günün kârı sayacaktım. Fakat 9 yaşındayken trafik kazasında kaybedilen anne, baba ve kız kardeşin hikayesi soğuktan çok çarptı. Babaya kaçtığı için anneyi silmiş olan anne tarafı sahiplenmiyor çocuğu ve şehirler arası otobüslerin kargo bölmelerinde yatıp kalkıp çalışarak büyüyor. Eşini de “yurttan” alıyor, evleniyor: “Ama biliyor musun abla, bir daha dünyaya gelsem gene onunla evlenirim. Bulur evlenirim. Bulamazsam da hiç evlenmem.” İstanbul şivesiyle konuşması bir yana rahatsız edici suskunlukların bölmediği akıcı bir muhabbet kuruyoruz abiyle. Soğuk, İstanbul, Ankara derken yaşıma geliyor mevzu. “Hanımların yaşı sorulmaz ama…” diye gülüyor aynadan. Hayatımda ilk defa yirmi beş değil de yirmi altı diye cevap veriyorum. Beyefendiliğini bozmadan yine gülerek “en fazla on dokuz, yirmi görünüyorsun abla”. Kendisi otuz iki yaşında “ama sorsan neler yaşamış”, gene de ablalıktan mahrum etmiyor beni. Gizli gizli severim zaten abla denmesini. Taksicinin, manavın değil tabi ama küçük çocukların peşimden “abla, abla” diye koşmasına bayılırım. Küçük parmak kadar ayakları anneannesinin eski çivi topuklu ayakkabıları içinde kaybolan, büyümeye hevesli kızdan farkım yok bu açıdan. Küçük gösterdiğim için nadiren nail olabiliyorum böyle hitaplara. Ama adımın sonuna “Hanım” gelmesi “Abla” gelmesinin yarısı kadar bile mutlu etmiyor, o ayrı. Hanım olmak iş değil, üç kat daha makyaj yapsam teyze de olurum. Oysa ablada anaç bir eda var. Kucağıma yatıp masal anlatmamı dinlerken uyuyor taklidi yapan bir çocuk vardı. Bir gün gene sesimin en yumuşak haliyle masal anlatırken kafayı kaldırıp bana baktı: “abla sen birine benziyorsun ama bulamıyorum…buldum buldum, hani var ya…pamuk prensese benziyorsun sen!”. Bana abla diyen ilk çocuk. Annem de ona ilk teyze diyen çocuğu anlatır durur. O bende biraz vakit alacak gibi duruyor. O yüzden bana abla desinler diye küçük çocukların gözünün içine bakmak niyetindeyim bir müddet daha.

* Irene Kral diyorum. Don’t look back de diyorum ama 8tracks’te içime işleyen bu şarkıyı hiçbir yerde bulamıyorum.  1978 yılında, kırk altı yaşındayken göğüs kanserinden ölen Chicago’lu bir caz vokalisti bu kadın. Where Is Love albümünde yumuşacık sesine eşlik eden bir piyano var sadece. Yani tam sevdiğim gibi. Bebeğime dinletirim ben bunu (hormonlardan şok açıklamalar). Anam bana Donna Donna’yı söylermiş, bende o ses olmadığına göre koy albümü ayşec. Joan Baez, Joni Mitchell, Irene Kral, Anna Ternheim…yok, Anna Ternheim olmaz. Dönence’nin bende bıraktığı etkinin bir benzerini bırakır çocukta. 46 numara pabuç kadar çocuğumu gerim gerim gerginliğe gark edemem göz göre göre.

* Uyumakta çok zorlanıyorum. Öyle böyle değil. Birkaç eczane ziyaretim oldu ama uyku hapı satın alma fobim iyice ayyuka çıktı (ayyukun göğün en yüksek yeri, göğün kuzey yarım küresinde bulunan bir takımyıldızın en parlak yıldızı olduğunu biliyor muydunuz?). Pınar Kür’ün okumakta olduğum Bitmeyen Aşk adlı romanı sahiden de bitmiyor. Ona sardırayım diyorum, uykum geleceğine sinirlerim tepeme çıkıyor. Baş kadın kahraman Nilgün rüyama girdiğine gireceğine pişman oldu geçen gün. “Sen salak mısın! Kendine gel, aklını başına topla!” diye üstüne yürüyordum kadının. Sinan biliyor başına gelecekleri, giremiyor korkusundan. Hele bir teşrif etsin rüyama, o entel sakalını yolacağım onun. Hazır yeni mide kanaması geçirmişken midesine midesine çalışacağım hatta. Nilgün’le Sinan’ın bitmek bilmeyen aşkı bitmeyen ıstırabım oldu. Daha önce de kitap süründürdüğüm olmuştur ama ilk defa sinirimden okuyamıyorum. Sokakta ya da televizyonda Sinan’a benzeyen birini görünce bile kaşlarım çatılıyor, pis pis bakıyorum. Kadın ne kitap yazmış be kardeşim, içselleştirmekten helak oldum.

* Bugün televizyonda en sevdiğim cümlelerden birini duydum gene: “Bir gazeteci için fazla politize konuşuyorsunuz”. Pardon?! Politik, ideolojik…bunlar küfür değil. Bunlar istisnai haller de değil. Bunlar bir duruş belirtir. Dünyada nerede durduğumu, dünyaya nereden nasıl baktığımı, onu nasıl görüp algıladığımı gösterirler. Başlatmasınlar ’80 darbesinin mirasından, biz aptal mıyız? İktidarın vitrini çıkacak, bok atmak istediği olaya “ideolojik” diyecek… Ya siz nesiniz ağalar beyler, Kanarya Sevenler Derneği mi? Kaldı ki kanarya sevmek, sevmemek, biraz sevmek ama çok da sevmemek, hele ki bunlardan biri doğrultusunda bir dernek olarak örgütlenmek de son derece politiktir. Karşısındaki insanı “politize” konuşmakla itham etmeye çalışan köşe yazarı iktidarı savunurken politize değil de ne? Yalnız iktidara muhalefet politik ve ideolojik! Hatta topyekun geri zekalı olduğumuz için muhakkak birilerinin de kepçesi, maşası, spatulasıyızdır. Zaten sağcısı solcusu, kanaat önderliği üçüncü liginde at koşturan herkesin neredeyse ilk ve sarsılmaz kanaati budur. Birey ya da kitle, hoşlanılmayan bir fikir beyan ediyorsa bunun tek açıklaması manipülasyon olabilir. Tek rasyonalite, tek norm. Hakkını teslim etmek lazım, insanı epey zahmetten kurtarıyor olmalı: Ya bizim gibi düşünüyorsundur, ya gerizekalısındır, ya da niyetin bozuktur. Net. Ekseriyetle de üçüncü seçenek tabi.

* “Politik” ve “ideolojik” kavramlarını pejoratif kullanan insanların herhangi bir sözlerini ciddiye almakta zorlanıyorum. Bugün yolda genç bir çiftin yanından yürüyüp geçerken ciddiye almayacağım, en iyi ihtimalle tek kaşım havada dinleyebileceğim bir türden fazla kişi ve kurum olduğunu fark ettim aslında. Cümlenin sonundaki sesli heceyi uzatarak konuşan kızlar. Ciddiye almam. AKP’ye AK Parti diyenler. Tek kaş havada dinlerim. “Aşkım”ı noktalama işareti gibi kullananlar. Başka bir şeyi noktalama işareti gibi kullananların bile başımın üstünde yeri var. Bağırıp çağıran agresif insanlar. Anında dışımda bırakırım. Kendi fikirlerine aykırı fikirlerin ifade edilmesine tahammülü olmayan ifade özgürlüğü savunucuları, kendi tabağını mutfağa götürme zahmetine bile girmeyen kadın hakları savunucuları, her haltın âlâsını yediği halde namus kumkumalığını elden bırakmayanlar, sevmediği halde seviyormuş gibi davranarak eşiyle/sevgilisiyle yıllarca birlikte olmaya devam edip de aldatmak konusunda nefes almadan ahlak dersleri vermekten imtina etmeyenler... Asıl concon kızlar hakkında nokta atışı çok sabit fikrim var ama o apayrı bir başlık. Sadece saçının değil, kafasının da sarışın olduğunu tespit ettiklerim diye özetleyebilirim. Ciddiye almam. Dinliyormuş gibi yaparım. İmla kuralları, kitap okumak ve genel kültür hakkında daha da acımasız sabit fikirlerim var ki hiç girmeyeyim.

* Bu 19 Ocak da aynı yerdeydim ama ilk defa arkadaşımla birlikte gittik. Kalabalığa daldıktan bir süre sonra birbirimizi kaybetmeden ilerleme mücadelemize bir noktada son verip bir yerde sabitlendik. Bir ara, hemen yanı başımızdaki abla gülümseyerek bize dönüp “sigara yaksam rahatsız olur musunuz?” diye sordu. Olmayacağımızı söyledik, bir tane yaktı. İşte o kadını ciddiye alırım. Bir şey söylerse can kulağıyla dinlerim.  O an iyice anladım ki atılan sloganlar ya da pankartlarda yazanlar oraya aidiyetimi açıklamaya yetmezdi. Benim yerim, açık havada içeceği halde dumanının yanındakileri rahatsız etmesinden çekinen ve sigara içmek için izin isteyen kadının yanıydı. Birlikte yaşamanın saygı unsurunu içselleştirmiş o kadının yamacıydı benim yerim. Kimse bu aidiyet için burs teklif etmedi. İşin, evin, araban, hatta eşin bile hazır demedi. Kimse torunlarıma yetecek kadar iyi şartlar sunup “hayatımı kurtarmayı” vaat etmedi. Tanımadığım ve şimdi görsem de tanımayacağım bir kadın sigara içmek için izin istedi sadece. Doğru yerdeyim dedim. Politik tercihlerimin beni bir kez daha getirdiği yerdeyim ve “politize” bir kitleye hiç bu denli güçlü bir aidiyet hissetmemiştim bugüne kadar.

* Baskınlar, gözaltılar, yasaklar, sansürler… istibdat dönemlerinde muhalefet ancak görüntüde bastırılabilir. Böyle dönemler, insanları saksıyı çalıştırıp yan yollar üretmeye teşvik eder. Çoğu zaman bu yolların kaydı kuydu olmaz, belgelerle tarihe geçmez ama bu elzem korunma yöntemi onları daha değersiz kılmaz. El altından yeni bir dil üretilir, yeni iletişim ağları kurulur. Zaten devlet, halkına karşı ne denli savunmasız olduğunun bilinci ölçüsünde saldırgan tedbirler alır. İstibdat dönemleri hakkında böyle düşünüyorum. Fakat öyle görünüyor ki müreffeh hayat şartları, sosyal hukuk devleti ve demokrasi hakkında pek bir şey bilmiyorum. Biliyorsam da epey yanlış anlamış olmalıyım...

2 yorum:

  1. ya ben de etrafta çok insan varsa ve bi süre aynı havayı soluyacaksak (ör: kalabalık otobüs durağı, dolmuş sırası), sigara yakmadan önce bi soruyorum yanımdakilere :o) ben deli değilmişim!!!

    istediğin Irene Kral olsun. bulunur :o) orjinal bulunur. bak sen bulma ama elimde patlamasın!

    döndüğümde hep beraber sadece bir günü sağa sola ona buna tek kaş kaldırmaya ayırmak istiyorum. sonra rutine dönebilir her şey yeniden, görmem (delirmem).

    YanıtlaSil
  2. bulunur mu yaa? ben bulamıyorum ki zaten. sen o albümü bulursan, ben de bütün gün sağa sola kaş kaldırırım senle ama korkarım ki bizim rutinimiz bu :)

    YanıtlaSil