20 Temmuz 2019 Cumartesi

Yuvasız

26. gün. 
Yalanlar işittim. Ağlayarak bir sigara yaktım, sonra bir tane daha. Ben ağlayıp sigara içerken "İlişkin bitti, bitti, kabul et artık bunu" diyordu yanımdaki adam. Donup kaldım, hiçbir şey diyemedim. İlişkim bitti evet, normal bir ilişki de sayılmazdı. Peki sevgimi ne yapacağız, o bitmedi, bitmek bilmiyor. Acım sevmekten. Böyle özlemek içimi kavuruyor. Hak ettiğinden veya değdiğinden değil, başka türlüsü elimden gelmediğinden. Birine çok değer vermek -gereğinden az mı çok mu kim ölçüp biçebilir- değersizleştirir mi insanı? Bu beni zavallı mı kılıyor? Bundan korkuyorum bir yandan. Diğer yandan, yüceltici bir tarafı var böyle sevebilmenin. Birkaç basamak yukarısında durmak gibi hayatın. Saygısını kaybediyor muyumdur sevmeye devam ettiğim için? Sevgisi olmadıktan sonra bir önemi var mı? Hiç sevgisi var mı? 

Müjgan da heder oluyor benimle. Perdeleri kapatıp, klimayı açıp yattım bütün gün. Biraz geldi sarıldı, sonra gitti karşı kanepeye yattı iç geçirerek. Bütün hüznümü emiyor yavrucak. Bu hafta içi açık hava gösterimlerimiz var. Saçma sapan saatlerde çalışacağım. Evde pek olmayacağım, dolayısıyla çitten çıkamayacak o da. Tam desteğe ihtiyaç duyduğum zamanlar... Böyle bir ihtiyacım olduğunu söyleyebilmek bile yeni sayılır benim için. Oysa söylemenin, yazmanın bir faydası yok artık. Yalnızım, o da yalnız kalacak. Yalnız ve mutsuz iki kadın olarak devam etmeye çalışacağız hayata. Hiç bundan kötü olmamıştım. Parkelere sarılıp ağladığımı bilirim ama parkeyi gözyaşlarımla ıslatırken bile bu kadar yerde değildim. Bu ben miyim, buna bile inanamıyorum. 

Herifin biri çıkıp benim de ağzıma sıçacakmış demek... Onun şeref hanesine mi yazılıyor acaba? Açıktan değil de gizli gizli. Güçlü bir kadının gücünü kırabilme rütbesi. Buna izin verebilecek kadar güçlü olduğumu söyleyen bir argüman da var. 

Ne düşünüyor, aklından ne geçiyor? Ne istiyor, ne bekliyor, ne umuyor? Ya ben? Ben bir hayat kurabilirdim onunla. Düzeltmemiz, elden geçirmemiz gereken çok alan olurdu belki ama güzel bir şey olurdu en sonunda. Birlikte uğraşmaya didinmeye değerdi. Ona göre ben buna değmiyorum. Başka türlü bir şey onun istediği. Kimse bilmiyor. Benim istediğim ise o. Kimse takmıyor. Ancak buraya yazıyorum işte. Sessizlikle konuşuyorum. Telefondaki gibi. Yine de "sesinin kendi elleri, kendi dudakları var" hâlâ eminim, o ellere dudaklara yeniden dokunmak güzeldi bugün. Kısacık anlarda yuva kurduğumu söyleyiverdim ya telefonda... Düşünmemiştim daha önce ama tam öyle sahiden. O yüzden yuvasız bir serçe gibiyim 26 gündür. Balkondaki kuş yuvası biraz can yakıcı oluyor bu açıdan. Yuvam var, beni almıyor. 

"Daha kötü"... Daha kötüsü var mı bilmiyorum. Daha iyi nasıl olabileceğimize dair sıra sıra fikirlerim var ama, kimsenin umurunda değil onlar da. Bir güç var içimde, "İzin verin güzelleştireyim dünyayı, hayatı..." diye bağırası var avazı çıktığı kadar. İzin vermiyorlar. 
Boğuluyorum. 


15 Temmuz 2019 Pazartesi

Kaybımın Yası

21 gün oldu. Kaybımın yası hafifleyeceği yerde her geçen gün ağırlaşıyor. 

Tam 12 yıl önce dün, âşık olduğum çocuktan ayrılmış ve böylece, o sırada tam idrak edemesem de hayat hikâyemin yönünü değiştirmiştim. "İlk âşık olduğu kişiyle evlenmesi gereken biri" olmadım hiç. Öyle yapsaydım bunun herkesi mutsuz edeceğinden bugün de eminim. İlk defa o söylemişti çok güzel sevdiğimi. Yıllar sonra da en iyi yaptığım şeyin bu olduğunu işittim. Anlaşılan o ki bir sabit varsa o da sevgim. Her on yılda bir arşa çıkıyor.

10 yıl önce psikiyatr söylemişti kaybımın yasını tuttuğumu. Baş edebilmek için bu blogu açtım, yazmaya başladım. Baktığım zaman, bir arpa boyu yol alamadığımı düşünüyorum şimdi. Hatta durum daha da kötü sayılır. 12 yıl önce irademin vargücüyle bir karar almış, kendimi de onu da perişan etmek pahasına eyleme geçmiştim. Bugün ise irademin hiçbir hükmü yok. Maruz bırakılıyorum. Tek başıma perişanım.

İki yıl önce tanıştığımızda bu hale gelebileceğim aklımın ucundan geçmezdi. Yazık ki hayatla kurduğu (ya da kuramadığı) ilişki çok geçmeden sirayet etti. Her şey güzel giderken birdenbire gitmediği ortaya çıktı. Elle tutulur, tutunabileceğim hiçbir açıklama olmaksızın kalakaldım. Aradığım, hatta aradığımı bile bilmediğim her şeyi bulduğum insan, bulduğum her şeyi alıp gitti. Geriye kalan boşlukla birbirimize bakakaldık. Sonra ben dibe çöktüm. Sonra geri dönmesiyle birlikte en yükseğe çıktım. Şile'deki birkaç gün bulutların üzerinde geçti. Kaybettiğim yüzüğümü o mutluluğun adağı gibi düşündüm. Sonrası hiç hak etmediğim işler, hiç tatmadığım kederler, yeni dipler, dipsiz çaresizlikler... Yine de sorsalar mutluydum derim. Yanındayken hep iyiydim. Dışarıyla, dışarımızla mücadele etme gücü bulabiliyordum. Her gün o nefretin altında eziliyorum şimdi. Sevgisizlik bir yandan, nefret bir yandan. Sudan çıkarılmış, can çekişmesi izlenen bir balıktan farkım yok. 

Müjgan olmasaydı imkânı yok parçalarımı bir arada tutamazdım. Belki istifa bile ederdim. Nasıl olsa anlamı kalmadı. Günler bir an önce geçsin diye kendimi uyuşturmaya bakardım. Bu defa ben perdeleri açmaz, evin içinde karanlıkta yatar ha yatardım. Kimseyle konuşmadan, parmağımı oynatmadan. İçimden gelen bu. Bunun dışındaki her şeyi zorunluluktan yapıyorum. İşe gidip gelmeyi, akbil doldurmayı, gülümsemeyi, Müjgan'la oynamayı, mutfak alışverişini. Hepsi, yapmak zorunda olduğum için. Başka bir canlının canından sorumluyum. Müjgan'ı hayatta tutmalı, onu mutlu etmeliyim. Zaten ancak onun mutlu olduğu anları görünce biraz çözülür gibi oluyor buzlarım. Bizde anlaşılamayan şeylerden biri de buydu: Mutlu etmeden mutlu olamazsın. Ve ben o kadar kolay mutlu oluyordum ki... Ne kadar kıskansa yeridir.

Tek bir satır daha yazmayayım diyorum. Sonra nefes alamıyorum. Baş ağrısı, kalp ağrısı her yerimden çıkıyor acısı. Yazsam da çıkıyor ama en azından içimin koyu karanlığından dışarı atmış oluyorum sözleri. İçeride kalırlarsa çürüyüp beni de çürüteceklerinden korkuyorum. Mesela ne kadar güzel söyledi "Yapamıyorum" diye. Nasıl net. Şimdi artık yapabiliyor demek. Mutluluktan kanatlanmış olmasa bile -belki havalara uçuyordur ne bileyim- iyi herhalde. Olmasını istediği şey oldu. İyi hissediyor olmalı. Bari o hissetsin. Hem, elma da seni sevmiyor diye kızılmaz ki elmaya. 

Bu ölme duygusunu yazarak anlatabilirim sandım ama beceremedim. Sonra gene denerim. 



7 Temmuz 2019 Pazar

Gel ya da Git


Aimez-vous Melih Kibar?

Günler geçiyor. On iki gün oldu. Sayarsam kolay geçeceğine inandırdım kendimi. Henüz pek bir faydasını görmedim. Her gün vapura biniyor, işe gidip işten dönüyorum. Sabah kalabalıkla birlikte ilerleyip vapura binerken (hepten yapayalnız hissediyorum o anlarda), vapurdan inip otobüse yürürken bu çalıyor kulağımda. Bulut Aras'tan kazık yedikten sonra işine gücüne bakan, dolmuşa yetişip temizliğe giden Türkan Şoray gibi hissediyorum. Bunu ilk düşündüğümde sınıfsal duyarsızlıkla suçladım kendimi. Sonra bunun ortak kadın deneyimlerini baltalamasına izin vermek istemedim. Hâlâ çalıyor.

Gündelik koşturmacalar, stresler, sıkıntılar veya sıradan küçük diyaloglar sırasında "Ölmek istiyorum" diye geçiriyorum içimden. Kendimi öldüreceğimden değil ama istemek bedava. Dün ağzımdan çıkıverdi, "Ölüyorum" dedim Bezgin'e. Bu vesileyle üç yıldır bana yansıtmadığı öfkeyi çıkarıp attı içinden. Beni de çıkarıp atmak, hayatına devam etmek istiyor artık. Haklı. Bana bunca şey yapmış bir adama âşık olup ona olmadığım için kırgın, kızgın. Yine de beni bu şekilde itham ederek (?) paylaştığımız onca şeyi değersizleştirmesi kırdı beni. Hem de çok. Çok fazla. Sen de vur. Hatta toplaşıp vurun. Yere kapaklansam da vurmaya devam edin hatta. Ölmezsem cadı olduğuma kanaat getirirsiniz.

Radyoda şarkıya denk gelince sonuna kadar dinlemeden geçemiyorum ama hiç melodisi kadar neşeli geçmiyor günler. "Sızlamaz!" diye cevap veriyorum yine yüksek sesle. Sızladığını biliyorum oysa. Sadece yeterli değil (01:08:00). "Yapamıyorum" derken yükselen sesini aklıma getiriyorum hep. Hayatım o an orada son bulsaydı keşke. O an değil de o andan hemen önce aslında. Yine de şimdi yaşamaya devam edebilmek için tutunduğum yegane an o. 

Yıllar sonra beni kırmayı başarmış olsa da Bezgin'i anlamamam mümkün değil. Hayat adil değil işte. Değil. Elimden hiçbir şey gelmiyor. Tanışmamızdan birkaç saat önce kafamda dönen düşünceler geri dönmeye başladı. "Mutlu olmayı hak etmiyorum belki de." Ne kadar saçma olsa da bir kere aklına girdi mi çıkmak bilmeyen bir düşünce. Oysa hayır, adamın biri mutlu olmaya yeteneksiz olduğu için yaşıyorum bunu. Bunu uğraşmaya değer bulmadığı için. Kıymet bilmezlik ne fena şeymiş. Kutsal kitap gönderecek olsam bir numaralı günah yapardım. Kendi kıymetimden bahsetmiyorum. Yaşamanın, sevmenin, paylaşabilmenin, dokunabilmenin kıymetinden bahsediyorum. Ama ben de fena sayılmam tabi. İyiyim bence. Bir boka yaramasa da. 

1969 yapımı bir Yeşilçam filmi izliyordum bugün. Doktor Zhivago'nun müziğini kullanmışlar. Ona ağladım. Şimdi yüz bininci kere hangi filmi izlesem acaba? Selvi Boylum mu, Vesikalı Yarim mi yoksa Sevmek Zamanı mı... Sultan'ı belki ama Şener Şen'in Tultan dediği sahnelerde de ağlamak istemiyorum artık. Feminizme ihanet edip finale saklamak istiyorum kendimi. Bir Sadri Alışık açarım belki. Özledikçe izlerim diyordum, alnının iki yanından açılmış koyu kıvırcık saçlarını, şiir gibi uzanan favorilerini izlerim. Acıyla karışık. Keşke karışmasaydı hiç. Elbette her şey çok güzel olmayacaktı ama bok gibi olmasına da gerek yoktu. Aslında her zaman sevmek zamanı çünkü hayat çok kısa, ölüyoruz.