30 Kasım 2010 Salı

Mutluluğun resmi?

Pas geçtiğim günler yaşıyorum ardı ardına. Hayatın ne kadar değerli olduğunu düşünecek olursak affedilmez bir eşeklik bu, öte yandan bir lüks. Düşünsene bir odadasın. Akşam olmuş, hava kararmış ama kalkıp ışıkları açmıyorsun. Kanepede kıpırtısızca uzanıyor veya oturuyorsun. Nefes alıp verişini kendin bile zor duyuyorsun. İşte o anları böyle günlere tamamlıyorum. Hayır, günlerimi karanlık bir salonda kıpırdamadan uzanarak geçirmiyorum. Fakat o türden bir etkisizlik hissi. Hiç kimseye ve hiçbir şeye etki etmedim bugün. Sesimi bile çıkarmadım. Mecaz değil, kendimle bile konuşmadım. Bugün sesimi hiç duymadım, aynada yüzüme bakmadım, saçımı taramadım. Hayır, depresyonda değilim. Aslına bakarsak gayet iyiyim.

Bütün gece rüyamda de Certeau (dösörto) çalıştım. Michel de Certau, bir adam. Tez konumla ilişkili bir isim. Uzun zamandır aramızda değil, az ve öz yaşayanlardan. Gündelik hayat çalışmalarında ilk üç isimden biri ve kendisini gerçekten takdir ediyorum. Fakat rüyamda olsun daha yakışıklı biri(leri)ni göreyim be! Foucault’nun msn’den “naber” diye geldiği rüyalardan sonra şikayet etmemeliyim belki de. Onun yerine tez sunumu hazırlamalıyım artık. Tez hocam tezin düzeltilmiş ve formatlanmış haline eyvallah diyecek de, diğer jüri üyelerine de göndereceğim de, okuyacaklar da, herkese uygun bir tarihte bir araya gelip beni maymun edecekler de…ölme ayşec. ölme.

Geçen gün Yeniköy’den dönerken sahildeki meyhaneleri izliyordum. Mutluluk denince aklımda salaş bir meyhane canlandığını fark ettim. Yeniköy’dekiler afili kaçtı, içime sinmediler. Büyükada’daki Prinkipo gibi olmalı. Etrafta çok fazla yerleşim yeri olmamalı. Denizin hemen yanı başında olmalı. Aşağı yukarı herkes birbirini senelerdir tanıyor olmalı. Herkesin masası az çok belli olmalı. Menü olmamalı, istemek insanın aklından bile geçmemeli. Bir büyük isteneceği muhakkak fakat hangisi, olsa olsa buna karar verilebilir. Yoksa mezelere özgürlük, isteyen masamıza teşrif etmeli. Ekmekler kızarmış, zeytinyağı ve sarımsaktan kaçınılmamış olmalı. Müzik usulca değmeli kulaklarımıza. Kıyıya vuran mehtaplı dalgaların sesini bastırmayacak kadar usulca. Kalkan son masa olmalıyız o meyhaneden. O da kovulur gibi değil, ertesi akşam devam etmek üzere kavilleşerek kısa bir ayrılığa katlanır gibi. Yirmi beş yıllık –artık kısa diyemeyeceğim- ömrümü gözden geçirdiğim vakit mutluluk böyle bir şey olmalı diyorum. Karşımda varlığının her zerresine hayran olduğum, Leyla bakışlarımla güzelliğini seyretmeye doyamadığım, aşkı gözlerimi dolduran bir adam mı olur yoksa hep beraber uzunca bir masada rakıyı ve mezeleri keyifle elden ele geçirerek konuşup gülüyor mu oluruz bilmiyorum. İkisi bir arada mı? Dünya barışı bile daha olası. 






canım fena halde rakı çekiyor..

29 Kasım 2010 Pazartesi

Haydar Haydar

Dün saat ikiyi çeyrek geçe vapuruyla Beşiktaş'tan Kadıköy'e geçiyordum. "Ben Teoman sevmem ki" diye homurdanarak da olsa vapur boyunca ve Haldun Taner'in önünde beklerken İstanbul'da Sonbahar'ı altı, Gündüz Düşleri'ni beş kere dinlemiş olmalıyım. Vapurda her zamanki gibi dışarı oturdum. Biraz süre geçip de cesaretimi topladıktan sonra dünyanın en klişe karelerine yenilerini eklemek için fotoğraf makinesini çıkardım çantamdan. Üçe yirmi kala vapur Kadıköy'e yanaşırken elimde fotoğraf makinesi, Haydarpaşa'yla bakıştık. Uzun uzun seyrettim ilk defa. Makineyi çantama koydum sonra. Haydarpaşa'yı çekmek gereksiz geldi. Haydarpaşa işte...
Hep orada olacak sanıyor insan. Yerine otel yapılmak için ormanların; bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamanın mümkün olduğu bir dünyanın hayalini kuran insanların otellerde yakıldığı bir ülkede tarihi bir gar yakılmış çok mu?
Bu sefer trenle gideyim diyordum Ankara'ya. İki duble de rakı içerim hem. Keyfe bak hocam. Sonra Gar Meyhanesi'ne gidelim diyorduk. Kaç yıl oldu gitmeyeli. Neyse canım, otelinde kalırız artık! O zamana kadar bizi de yakmazlarsa tabi. Yana yana çıkacakmışız ya aydınlıklara, öyle diyordu Nazım. Güzel günler göreceğiz de diyordu. Şu inanmak huyum kurusun, inanırdım. Halbuki öyle çok insan yandı ki şimdiye kadar ışıldağa dönmüş olmalıydık çoktan. Bir cacık olacağı yok demek ki. İçim yanıyor, içimiz.










28 Kasım 2010 Pazar

Rüyalarda Buluşuruz

Eskiler itikat der. Bende pek rastlanmaz. Oysa anneannem, ölülerin ona sokak hayvanlarının suretinde göründüğüne inanır. Ben inanmam. Ama buna bu derece inanmak istemesi, inanmayı seçmesi neredeyse gerçekliyor inancını. Kumruları, güvercinleri ben de çok seviyorum. Sokak köpeklerini ve kedileri de öyle. Ama benim rüyalarım var.


Deniz kenarında salaş fakat çok katlı bir tesiste iki kişiyle paylaşıyorum odamı. Tam denize girmek için çıkacağım odadan, anahtarı bulamıyorum kapıyı kitlemek için. Bu sırada fırtına patlıyor. Kıyıyla bina arasında en az beş metre olmasına rağmen dalgalar pencereye vuruyor. Sağanak yağmur, gök gürültüsü, şimşek...korkuyorum. Sonra bir anda geçiyor, ben de anahtarı buluyorum ve çıkıyorum odadan. Kumsalda yürürken bir kızla iskeleye kadar yarışıyoruz, o kazanıyor. Deniz süt liman ama hava kararmış. İlk defa gireceğim için de dibinde ne var bilmiyorum, tedirginim. Hava da soğuk. Hafifçe çiseliyor hatta. "Ne zamandır yağmurda yüzmemiştim" diyorum, yağmurun hiç mi hiç sakıncası yok.


İskelede ilerlerken, takım elbiseli bir adam görüyorum daktilosunun başında. Yanında sevgilisi var, ikisinin de ayakları denizde. Yanlarına gelince sevgilisi ayağa kalkıp bana "neden gelmedin" diyor, "bak işte yok artık". Ne diyeceğimi bilemiyorum çünkü haklı. Bu yaz kaybettik onu. Sevgilisi kalkıp gidiyor, yanına oturuyorum. Bu hiç tanımadığım birinin suretinde o, gene de tanıyorum. Daktilodaki kağıdı çekip uzatıyor bana "bak ne yazdım" diye, "yalnız biraz fazla Platon var, zorlanabilirsin". Kağıdı elinden alıyor ama hiç bakmadan "boş ver Platon'u" diyorum, "çok özlüyoruz seni". Elimden bir şey gelmez der gibi bakıyor ama ben gelsin, hiç gitmesin istiyorum. 


Arkasını dönüp yürümeye başlıyor iskelede. Durduruyorum onu. Öyle bir sarılıyorum ki birine ancak böyle sarılınabilir, öpüp koklanabilir. "Ne olur gitme, seni çok özlüyoruz" diye yalvarıyorum. "Gerçekten işim vardı ama bu kadar erken ayrılacağını bilemezdim. Muhabbetlerini çok özlüyorum, gitme ne olur. Konuşacak daha öyle çok şeyimiz var ki, ne olur gitme..." Parmaklarımı, tırnaklarımı sırtına geçiriyorum neredeyse. Yüzüm boynuyla omzu arasına yerleşmiş, "ne olur"dan başka bir şey çıkmıyor ağzımdan. 


Gidip daktilosunun başına oturuyor. Denize girmeye hala kararlıyım. Ona dönüp "yosun var mı" diye soruyorum, "çünkü ayağıma değerse çığlığı basarım". "Yok" diyor hiç gülümsemeden, "hiçbir şey yok". Ona güveniyorum. Denize girmemle birlikte uyandım. 


Sersemlemiş halde uyanışlarımdan biri daha. Yorgunum. Bu ilk değil. Kaybettiğim sevdiklerimi ve onların ölümlerini de görüyorum rüyamda. Tam o anı. Sonra son bir veda şansı yakalar gibi ama sıradan bir günde. İnsan kaybettiği sevdikleriyle geçirdiği sıradan günlerin özlemini duyuyor zaten. Bunlar da veda sayılmaz o yüzden. Herhangi bir gün ve anda son kez sarıldığımı bilmek sadece. Çok yorgunum. Tutamadım onu. Gitti.


İtikat der eskiler, bende bulunmaz. Bazı insanları çok seviyor ve çok özlüyorum sadece. Yoklukları aklıma böyle oyunlar ediyor. Rüyalar neredeyse ikinci bir gerçeklik benim için. Ayrı bir şehirde kurduğum ayrı bir hayat gibi. Bir daha hiç göremeyeceğim insanların kokusunu içime çekebildiğim, doya doya sarılabildiğim bir yer. 


Sezgilerim kuvvetli bile değildir. Kuvvetli olan özleyişim. Bazen öyle çok özleyebiliyorum ki gerçeklik pes ediyor dolan gözlerim karşısında, esneyip bükülüyor hafifçe. Rüyalar gerçek olsa diyor şarkı ama rüyalar rüya olarak gerçek zaten. 



27 Kasım 2010 Cumartesi

Much ado about nothing #9

Yer: Üsküdar
Zaman: Bu sabah 09:23

-Harem’e lütfen.
-Sabahtan beri sırada bekliyorum. Yoldan geçene binseydiniz. Hemen şurası zaten.
-Aman iyi.. (inecekmişçesine hamle)
-Neyse canım, şimdi onlar da almaz filan..kalbiniz kırılır.
-İnanın bana kalbimin derdinde değilim, buçuk arabasına yetişmenin derdindeyim!

Ufak tefek görünce hassas kırılgan mı belliyorlar nedir anlamadım ki. Halbuki yere yakından korkacaksın bebeğim. Hayır bir de “siz” hitabını kapsam bile o “canım” illa ki geliyor, cana yakın mıyım neyim. Lan değilim! Asabiyim, şirretim, gerginim, tedirginim! Gülüyorsam sinirden, gülüyorsam müstehzi. Yalnız, kalbimin kırılmasına gönlü razı olmayan bu taksiciyi hiç unutmayacağım muhakkak. Kendi kıracağından da değil. Hani yoldan geçenler de beni almazlarsa ihtimalini düşünüp içlendi adam. Gel ver bir yanak. Gel aç oradan bir Tanju Okan da iyice taverna tabağına dönsün kalplerimiz. Sonra boş ver Harem’i filan. Çek Salacak’a, Kız Kulesi’ne karşı bir bankta oturalım. Dertleşiriz, he canım abim? Kalbim ya…

***

“İstanbul bugün yorgun, üzgün ve yaşlanmış /Biraz kilo almış, ağlamış yine /Rimelleri akıyor”. Amma kişileştirmiş be. Kentleri, tanrıları ve arabaları neden bu kadar aşkla kişileştiriyoruz acep (tanrılar çünkü herkesin tanrısı kendine). Kentler ağlıyor, tanrılar güceniyor ya da affediyor, arabalar desen haylaz ve asi. Peki onlar bunca kişileşirken biz ne oluyoruz karşılığında? Bir kent? Bir tanrı? Bir araba? Kaç kişiyi alıyor içimiz? Arka sokaklarımızda ne işler dönüyor?

***

Belli bir yaştan sonra “gitme be, evde bekleyenin mi var” denmesin, ayıp oluyor. Evde menekşe besliyorum, o bekliyor. Kumrular var sonra. Önemli.

***

Tez hocamla ilişkimin ucunu kendi içimde de olsa biraz kaçırmış olabilirim. Tezle aşk-nefret ilişkisini geçtim, psikopat sevgiliye bağladım geçen gün: “Bu telefon neden açılmıyor, neden ulaşamıyorum ben bu adama? O telefonlar açılacak!” Bıraktım sevgililiği, bir insanın bir insana böyle zulmetmesi geçmezdi aklımın ucundan. Neyse ki her şeyi içimde yaşıyorum da ruhu duymuyor. Bir de alıngan oldum ki tam: “Neden öyle dedi ki şimdi..” Ne olmadıysam o oldum yani. Umarım t1 çok uzakta kalmamıştır da dönebilirim bu işler bittikten sonra.
Tezde iyi bir şey dediğimi özü yazarken fark etmem. Her şey bitmiş, özünü çıkarmaya kasarken bir de baktım ki az buz değil dediğim nane. Hoşuma gittim. Aklımın sonradan gelmesini yadırgamam saçma asıl. Geldi ya ona da şükür. Gelmeyebilirdi de, akıl bu. Hele benim aklım. Öyle dedi tanıdığım kadınlardan biri bugün. Kolu nasıl oldu diye sorunca, “senin hikayen, benim hikayem nasılsa…kolum da eskisi gibi olmayacak. Bir kere giden geri gelmez” (bağlamından biraz kopardım tabi, yoksa sürekli yemen türküsü nakaratı gibi dolaşmıyoruz ortalıkta).

***

Ornitolojiyi anlamayan arkadaşım var (kardeşim gibi daha çok, beni bana değil ona sorun anlatsın, öyle). Anlamıyor dediysem, saçma geliyor. Kuş sonuçta. E biz de insan çalışıyoruz. Kuş yeniyor en azından. İnsan da yenir ama cezası filan var. Ne zaman kilo alsam bu bir geçer aklımdan: Bindiğim uçak bir dağa çakılsa ve hayatta kalanlar açlıktan ölmemek için cesetleri yeseler, benden baya et çıkar. Parmaklarıma falan bakıyorum mesela, galeta ununa batır kızart yağda, öyle o derece. İşte o zaman bir işe yararım. Kuşlar da yarıyor. Mesela kovada olanlarını çok seviyorum. Bu sene amma kurban kesme polemiği çıktı yalnız. Böyle şeyler bu kadar tartışılmazdı eskiden. Birileri vahşet demeye başladı, diğerleri kavurmayı lüp lüp götürürken iyi ama dediler filan. Benim de bu mantığa kafam basmadı. Yani her gün cinayet işleniyor ama belli bir grup insanı topluca ve tek seferde katledersen soykırım oluyor. İkisi arasında biraz fark var gibi geldi bana. Etoburun daniskası olduğum gerçeği, toplu bir katliamı kanıksamamı gerektirmiyor. Kanıksamak başlı başına tehlikeli bir iş zaten. Yadırgamak yanlısı olmayı tercih ederim. Ornitolojiyi ben de yadırgıyorum mesela. Ama sosyolojiyi de kanıksamış değilim. Sahi, sosyoloji ne lan?! Bir de psikoloji var ki o daha fena. En kralı antropoloji, üstüne tanımam. Canım benim.

***

Çalışma masamdayım. İTÜ’nün Taşkışla binası görünüyor. Küçükken Anıtkabir sanırdım orayı. Mesafe mefhumu yok, hak getire. Şu karşıki tepe Ankara gibi bir kafa. Yıllar sonra aklıma geldi niyeyse. Jüri için Ankara’ya gitmek gerekecek. Hiç istemiyorum. Şurada ne yazıyorsa o, daha neyin jürisi.



25 Kasım 2010 Perşembe

Much ado about nothing #8


Tez yüzünden ne kadar eve kapanırsam o kadar sevgili günlük'e bağladım blogu. Olsun, bir tez mağduresinin seyir defteri, mütemadiyen kendini tekrar eden ben-böyle-aşkın-ıstırabını temasından iyidir. İki ıstırabın süresi de aşağı yukarı aynı, yani neredeyse 3.5 yıl. İnsanlar doktora yapıp bitiriyor bu sürede, yeniden aşık oluyor hatta evleniyorlar. 25 yaş krizi, kulağa geldiği kadar kolpa olsaydı keşke. Değilmiş. Kariyerinde bir yere gelmek ve hayatı paylaşmak istediğin insanı bulmak adlı kutucuklardan en az birine tik atmış olman gereken lanet bir yaş bu. Eskiden -yani 40 ve 50'li yaşların yeni orta yaş diye yedirilmediği dönemlerde- 25 yaşındaki insan, olmuş insan demekti. 15 yaşındaki bir insanın gözünden böyle görünüyordu en azından. 25 yaşındaki insan dalgalanmış da durulmuş yahut durulmanın eşiğindeki insandı. Kendi ayakları üstünde durabilen, az çok düzenli bir hayatı olan, hayatta ne yapmak istediğini bilen ve onu yapan insan...çok mu büyütmüşüz gözümüzde? Yoksa aksi gibi çok mu canavardı abi-ablalarımız? Her halükarda, o 25 yaşın yakınından bile geçmiyorum.


Bunları düşünmüyordum bile. Tezi formata sokmakla uğraşıyordum. Hepsi Scarlet'ın bok yemesi. Gece gece hayal kurdurulur mu insana! Zaten hamlamışım hayal kurmak konusunda, ne olduğumu şaşırdım. Geçen sene doktora bakarken rastladığım ve beni çok heyecanlandıran bir program onu da heyecanlandırmış. Neden olmasın dedik. Resmen dedik. Neden olamayacağını maddeleyip baltalamaya çalıştım bu hayali ama sonra pes ettim. Gene de düşünmemeye çalıştım. Tıpkı şu tez bitene kadar daha sonra ne halt edeceğimi düşünmemeye çalıştığım gibi. Doktora bahane, sanırım gitmek istiyorum. Başta sadece Ankara dar geliyordu, bir süredir bütün bir ülke. Hem ıstırabını sevdiğim akademiden başka ne cehennemde mutlu olabilirim ki? Mutlu olmak mümkün müdür hala? Başka bir ülkede tek başıma yeni bir hayat kurmaya cesaretim var mı? Kaçmak mı bu? Öyleyse bile kime ne be! Bir şarkı çalıyor aklımda...Bak ne diyor: Rakılı akşamlar, gün batımları /Çocuk gibi ağlar yaz sarhoşları /Olmamış yaşamlar, eksik yarınlar /Hatırlatır her şey eski aşkları.











 Evden çıkmadım bugün. Çalışma masamdan çektim bunları...

24 Kasım 2010 Çarşamba

Find a Fucking Cure

İlk kameralı telefonlarla birlikte insanımızın içinde bir canavar gibi sessizce uyuyan fotoğraf aşkı çıplak gözle görülür olmuştu hatırlarsanız. Anam anam garip anamın capon turist makinesine -değme hain evlatlara taş çıkarırcasına- çökmem de benzer sonuç verdi işte. Baştan uyarayım diye söylüyorum, mantık aramak beyhude olur. Makine var çekiyorum arada, hepsi bu. Ellerim titriyormuş, ne gam.

Yeniköy’de bir çay içersem her şey güzel olacakmış gibi geldi bu sabah. Öyle saçma bir hisse kapıldım evet. Ama daha Yeniköy Kahvesi’ne yaklaşırken başladım homurdanmaya “öff bir sürü öpüş kokuş sevgili vardır şimdi orada, hiç çekemem…bir bardak çay için faili ayşec. seri cinayet işleyemem”. Zaten istikameti İstinye Park ve elinden bırakmadığı telefonu şeker pembesi olan kız yanımda oturduğu süre boyunca “geliyoraam, gidiyoraaam” diye konuşarak taşınabilir müzik aletlerinin anlam ve önemini yeteri kadar gözüme gözüme soktu. Ben de o telefonu alıp…neyse ki indi İstinye Park’ta. Dönüp “pardon bunu nasıl yapıyorsunuz” diye sormak geçti aklımdan, “farklılıklara saygılı bir insanım ama samimiyetle merak ediyorum nasıl böyle konuşabildiğinizi”.

O indikten sonra onsuz bu dolmuş çekilmez deyip Yeniköy’de de ben indim. İnsan günlerce haftalarca evden çıkmayınca herkes bana bakıyor sanıyor, halbuki ne alakası var. “Basenlerim rekor genişliğe ulaştı, ona bakıp yuh mu diyorlar acaba? Makyaj yapmadım, ucubeye mi benziyorum? Kötü kötü mü bakıyorum insanlara? Açıkta bir tarafım mı var?”. Basen seçeneği üstünde durarak yürürken kadife eşofmanları altına pembe rugan babet giymiş yürüyüş yapan bir abla küçük dünyamı biraz sarssa da yürüdüm, yürüdüm işte. “Boşver be, şişmanlık da güzel” dedim kendi kendime, “kilo aldım derdi yok”.

Suratsızlığıma güneş bile dayanamayıp kaçtı. Ben hangi koydan geçiyorsam o hep bir sonraki tepeye vurdu. O kaçtı ben kovaladım, o kaçtı ben kovaladım derken şehrin ışıklarının tek tük yanmaya başladığını fark ettim Çayırbaşı’na geldiğimde. Yaş ortalaması altmış olan bir otobüse attım kendimi. Zeki Müren’in 55-63 arasındaki kayıtlarını dinleye dinleye geldim eve. Gelmişim yani. Bir kadın bu kadar mı güzel sevilir! Biraz haset, biraz mest bitti işte gün. Tezle ilgili son gelişmelerin gerginliğini yansıtmadım değil mi? Güzel. Minik bir asabiyet küpüyüm zira. Buradan yakın arkadaşlarıma seslenmek istiyorum: Bundan birkaç ay sonra (master’dan geçmişsem tabi) bütün bu sinir stresi unutup “Delhi’de üniversite var yeaa…Paris’te bir sene Fransızcamı toplarım ne var yeanii” diye cıvık cıvık konuşmaya başlarsam, bulabileceğiniz en ağır cisimle vuruvuruverin kafama. Gene de aklım başıma gelmezse duvara sürttürtüp elektrik üretin ne bileyim işte…Olmaz olsun akademisi de formatı da martısı da…


























Günlerdir bu şarkıyı dinliyorum. Çevir çevir, sürekli. Hani kadın vokal delirip bas bas bağırınca biz de bağırmış sayılırız ya sanırım o kafa. Canım benim.























Hiç de sevmem gemiymiş, tekneymiş, şilepmiş çekmeyi. İnsan olsun, harabe ya da yenilenmiş eski binaların detayları olsun, renklerle oynayayım, dokuyu hissettireyim filan... Ne oldu işte gene klip çektim İstanbul'da Sonbahar'a.. Hayır dinlemiyorum bile şarkıyı ama kafamın içinde durup durup "mevsim rüzgarları ne zaman eserse" diye şarkıya giriyor herif. O kadar Jehan Barbur, Zuhal Olcay dinlemeyecektim...kısa devre yaptım.

23 Kasım 2010 Salı

Dillerden düşmüş bir şarkı

Salonun ışıklarını yeni kapamış, yorganı başıma kadar daha yeni çekmişken bir sesle irkildim. Olağan ev seslerinden biri değildi bu. Hatta o denli değildi ki biri evin içinde basket topu sektirmişti sanki. Ne üst kat ne alt kat ne de sokakta…benim evimin içinde, ben uyumaya çalışırken.

Kalkıp bakmak geçti aklımdan. Sonra tam odamdan çıkarken karnıma bıçak saplanabilme ya da boğazımın kesilebilme ihtimalini düşündüm. Yattığım yerde kımıldamadan kaldım. Uyku planına sadık kal. Sen aslında uyuyorsun, evet. Aypodum ve bilgisayar yan yanaydı, tezin son halini mailime atmış mıydım? Tezim için savaşır mıydım? Belki de kimse yoktur zaten.

Korktuğumu fark edince sevindim. Kalbim fırlayacak gibiydi, ödüm patlıyordu hayatımın oracıkta son bulmasından. Allah kahretsin evde buna değecek bir şey bile yok! Hem yeniden korkabildiğimi görmüşken ölmek istemiyorum. Daha geçen gün telefonda söylediklerimi hatırladım:

Eskiden korkardım. Ne bileyim uçak seyahatlerinde mesela…ne kadar güvenli falan olduğunu bilsen de ufacık bir korku kalır ya...ya da ev seslerinden…hırsız mı, bana bir şey yapar mı diye. Korkmuyorum çünkü hayatım eskisi kadar değerli gelmiyor artık. Ne fark eder diyorum, ne fark eder. Ölsem de bir, kalsam da bir.

Halbuki gecenin bir yarısı karanlık evin içinden gelen bu ses yüreğimi ağzıma getirdi. Hayatım değerli mi değersiz mi diye aklımın ucundan bile geçmedi. Sadece korktum. Bundan çok seneler önce korktuğum gibi korktum hem de. Dini inancı olmayan insanlarda ölüm korkusu elbette daha şiddetli oluyor. İşin ucunda yok olmak var çünkü. Yalnız bir dönem –o da epey uzunca bir dönem- yendim bu korkumu. Seksenli yaşlarımda (hayat arsızı, evet) ve hayatımı anlamlı, yaşanmaya değer kıldığını düşündüğüm seksenli yaşlarında birinin kollarında hayal ediyordum kendimi. Gözlerimi son kez kapamak fikri, en son göreceğimin onun gözleri olacağı fikriyle hafifliyor, buharlaşıp kayboluyordu. Son anında, ölmek kadar yaşamamış olmaktan da korkar herhalde insan. Ona bakacak ve yaşadığımı bilecektim. İşte bunu düşünmek bana iyi geliyordu. O zaman ölüm dehşet verici bir sondan çok son bir gülümseyişe dönüşüyordu. Son bir ılıklık.

Bu senaryo geçerliliğini yitirdikten sonra anlam ve değer de çekilmişti hayatımdan. Ne fark eder olmuştu. Ne anlamı var? Bindiğim vasıtaların kaza yaptıklarını hayal ederim hep. Özellikle yüksek bir yerden denize düşerken o birkaç saniyede insanın aklından neler geçtiğini merak ederim. Bu ve benzeri sahneleri insanın kanını donduracak bir soğukkanlılıkla hayal ediyordum ne zamandır. Şimdi emin değilim. Üzülebilirim. İnsan insandan da kendinden de ne kadar kolay vazgeçiyor. Yazık. Buna rağmen tüm o anlamsızlığa, değersizliğe direnen bir şey kalıyor demek ki. Ağır ol diyor, o kadar değil.

İki kadının hikayesini anlattığım yazı tahmin ettiğimden fazla yankı bulmuş. Sevinmeli mi üzülmeli mi bilemedim. Dernek kursak kurarmışız. Fakat o derneğe de alınacağımı sanmıyorum çünkü anlattığım kadınların hikayesindeki ortak nokta her şeyi mahvedip giden bir erkek figürü. Benim hikayemdeyse o salak benim. Zamanı geri alamayacağıma göre hep de ben kalacağım. Her insanın kendi küçük aşk hikayesi ve o hikayelerin antagonistleriyle protagonistleri vardır. Yok dense de vardır. Her zaman vardır. Tanıdığım o kadınların hikayelerinden beni dışlayan da bu. Daha doğrusu ne içindeyim, ne de büsbütün dışında. Yazmak, elimden gelen tek şey. O kadar çok yazmam bundan.


22 Kasım 2010 Pazartesi

Mim

Tulkas beni mimledi, bu oyun beni eğledi adeta. Dedi ki mimlendin. Dedi ki:

"Kitaplığınızın karşına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin. Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız ya da hediye gelmişte olabilir anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın. Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu! 55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.
Mim Kuralları:

1 - Mimlenenler mimi cevaplamak zorundadırlar, mim bozulamaz.
2 - Mimin bozulması teklif dahi edilemez.
3 - Mim yalnızca 3 kişiye gönderilebilir.
4 - Karşılıklı mimlemeler yasaktır.
5 - Mim, her bir blog için sadece bir kez cevaplanabilir.
6 - Mim kurallarının ilk 6 maddesi değiştirilemez."

Dedim eyvallah. Geçtim kitaplığın karşısına, derin merin nefes almadan attım elimi. Bu çıktı:

ben de resmini buldum koydum! ben de havalıyım! ben de havalıyım! :)

Geçenlerde annem kitaplığımdan okumak için kitap seçiyordu. Bunu önerdim. Okuyup geri koymuş. Ona da söylediğim gibi bu bir hediye. Hediye aldığım anı da çok iyi hatırlıyorum. Geçen kış Ankara'ya gittiğim bir vakit beni bekleyip karşılama zahmetine giren yaşlı bir dostum hediye etmişti. Bir insanı bir garda ağaç etmemin mükafatı olması bir yana, benden katbekat çok okuyan ve kitap zevkine güvendiğim bir dostumdu. Çok sevinmiştim. Okuyup bitirmem çok sürmemişti. Tez için gerekli makaleler dışında neredeyse tek satır okumadığım o dönemde bu romanın ilaç gibi geldiğini hatırlıyorum. "Tez bitince paso roman okuyacağım" diye düşünmüştüm. Bunun gibi zekice yazılmış romanlar ve sırf keyif için. Öylesi bir romanı yazarı kadar güzel bir beyefendiden hediye almak ayrı bir zevkti tabi şimdi doğruya doğru. Gelelim 55. sayfaya:

"Çeyizi olmamasına rağmen çok çekici bir kız olduğundan çok isteyeni çıktı. Ama her seferinde doğuştan gelen o lanet devreye giriyordu; kendilerine pek güvenen taliplerin içlerini okuyordu. Kendini beğenmişliklerini, buyurganlıklarını, sadaka verir hallerini, aptallıklarını görürdü. Bu yüzden, doğanın milyonlarca yıldır kadını evrimleştirerek engellemeye çalıştığı o kadere mahkûm görünüyordu: Kızkuruluğuna."

Hmm, şimdi sıra "bunu 10 kişiye göndermezsen başına çok pis işler gelecek, benden söylemesi" kısmında değil mi? Bakalım, üçü bulabilirim umarım. Biri Scarlet olsun, biri NBM olsun, biri de Meşe olsun. Valla ben mimledim, gerisine karışmıyorum. Hadi bakalım.




Hikaye Kadınları Değil Kadın Hikayeleri

Bazı kadınlar tanıyorum. Hayatları bir hikaye anlatan kadınlar. Herkes hikayesini anlatır ama onların hayatlarını biraz daha cankulağıyla dinliyorum. Kadınlar her zaman anlatmasalar da hayatları her zaman bir hikaye anlatır ve kadın hikayeleri erkeklerinkinden biraz farklıdır.

Tanıdığım kadınlardan biri altmışlı yaşlarını sürüyor. Başarılı bir bilim kadını. Hiç evlenmedi. Gençliğinde sevdiği, evlenmeyi düşündüğü adam onu bir mitingde yüzüstü bırakıp kaçtığından beri kimse olmadı hayatında. Annesiyle yaşıyor.

Tanıdığım diğer kadın ellilerinde, iyi bir öğretmen. O da hiç evlenmedi. “Üniversitedeyken ayrılmaz bir çifttik” dediği adamla yolları daha o zaman ayrılmış ve bir daha hiç görüşmemişler. Adam şimdi evli, iki çocuğu var. Kadın yalnız yaşıyor.

Küçükken ikisinin de hiç evlenmemelerini, bana kalmalarını, yalnız beni sevmelerini isterdim. Sevgi arsızlığım o zamandan belliymiş. Bana bütün sevgilerini veriyor olmaları bu şımarıklığımın önüne geçemiyordu. Bilakis, paylaşma fikri arttırıyordu belki de. Zaten hikayelerini ya çok geç öğrendim ya da geç anladım zaten bildiğim hikayeleri.

Başında kavak yelleri eserken anlamıyor insan. Esinti dindikçe anlamaya başlıyor hayatı paylaşmak ne demektir, can yoldaşı ne anlama gelir, insanlar yalnız kalmaktan niye korkar. Bunları peşin peşin bilmenin imkanı yok. Ancak zamanla, yavaş yavaş geliyor insana. Öte yandan, anlamak çözmeye elbette yetmiyor.

Rakı kadehini masaya koyup sigara yakışları geliyor aklıma; gözlerini yumarak Türk sanat müziği söyleyişleri; uzun sahil yürüyüşleri. Yüzleri hep gülen bu kadınların gözlerindeki o belli belirsiz burukluk anlam kazanıyor. Hayata dört elle tutundukları halde bazen kısacık bir an için de olsa yüzleri gölgeleniyor, görebiliyorum. Birbirimize gülümsüyoruz.

Yalnız uyumayı; yalnız uyanmayı; yaptıkları yemeği yalnız yemeyi; sinemaya, tiyatroya ya da seyahatlerde tek kişilik bilet almayı; gittikleri yere vardıklarında karşılanmamayı biliyorlar. Tek kişilik bilet deyip geçmeyin, alışkanlık yapar. Bir müddet sonra yanınıza kimse oturmasın istersiniz. Tek kişilik otobüs koltuğu çağımızın en güzel icadı.

Seçilmiş bir yalnızlık onlarınki. Belki bu kadar uzayacağını tahmin etmiyorlardı, o kadar. Yılların bu kadar çabuk geçeceğini bilemezlerdi. Farkına bile varmadılar. Çocukları çok sevdikleri halde hiç çocukları olmadı. Sevdikleri adamlar muhakkak en az bir kere “kızımız sana benzesin” demiştir halbuki. Bu kadınlardan biri bütün sevgisini yeğenine ve arkadaşlarının çocuklarına, onların da torunlarına verdi; diğeri de yeğeni, öğrencileri ve arkadaşlarının çocuklarına.

Kadınlar arasında neredeyse bir hamamınkine eş mahremiyette fakat dolaşımı hiç kesintiye uğramayan bir öğüt vardır. Büyük aşklar, tantanalı düğünler ve mutlu evliliklerin heyecanı dindikten sonra iyice yükselen bir ses olur yalnızca kadınların duyabildiği bu öğüt: ‘Ne kadar sevsen de el oğludur. Koca dediğin nedir, çocuk sahibi olmaya bak’. Müziği değişse de sözleri aşağı yukarı böyledir. Bizim aklımız kısa, erkeklerinki tam olduğundan onların açıklamaları da hazırdır: Nafaka koparmak için. O kadar fesat olmayanların da faydacı açıklamaları vardır: Yaşlılığında bakılmak için. Soyu devam ettirmek, malı mülkü aile içinde tutmak ya da genlerin devamlılığıyla ölüm korkusunu hafifletmek vesaire vesaire. Akıllı olunca aklına da çok şey geliyor tabi insanın.

Hepsi az çok geçerli olmakla birlikte, kadınlar kendilerini en çok sevecek ve onların da karşılıksız sevecekleri tek varlığı kendilerinin var etmeye muktedir olduğunu bildiklerinden o insanı aramakla bulmaz, arayıp buldukları adamın yardımıyla yaratırlar. Bundandır ki hemen yanı başlarında kadınlar doğum yaparken peygamberlerinden mucize bekleyen inananları anlamakta hep zorlanmışımdır. Neyse ki hislerimiz muhtemelen karşılıklı olurdu.

Tanıdığım bu kadınları düşünüyorum bazen. Yakındıklarını hiç duymadım, sadece çocukları olmadığı için biraz üzgünler. Tüm sevgisini verme sırası artık bende. Bir tanesini biraz endişelendiriyorum yalnız. Her görüştüğümüzde “yapma böyle” diyor kulağıma eğilip, “şimdi farkına varmıyorsun ama seneler geçiyor. Bak kaç sene oldu. Yine aşık olmayı beklersen…” “Yok canım ne aşkı…daha neler.” “Daha vaktim var sanıyorsun ama göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor.” Gözlerinde endişe var benle konuşurken. Kendi için endişelenir gibi içten, hesapsız. Sanki gençliğiyle konuşuyor. Gençliği ise verebileceği bir cevaptan yoksun, gözlerini yere indirip boş bir “tamam” geveliyor ağzında. Üçümüz de birer sigara yakıyoruz.




21 Kasım 2010 Pazar

"Yaşamanıza çok sevindim!"

 Cerenimo'ya...




Bu abiyi bildin mi? Koruk Restaurant'ın az ilerisindeydi yeri. Çocukluk arkadaşımla hep kaset alırdık ondan. Nedense dükkanda yatıyor gibi aklımda kaldığı için depremde kaybettiğimizi sanmıştım. Dün görünce inanamadım, boynuna atılıverecektim adamın. Juanito plağı çalıyordu üstelik. Bugün Çınaraltı'ndan geçerken dayanamadım selam verdim. "Yaşıyorsunuz! Yaşamanıza çok sevindim!" diyecektim az kalsın. "99'dan sonra sizi ilk görüşüm, çok sevindim sizi gördüğüme" dedim. "21 yıldır buradayım, sizin gibi eski tanıdıklar geliyor. Ben de çok seviniyorum" dedi. Şu haline bakıyorum da inanamıyorum. Gençliği geliyor aklıma. Toplayabildiği kadar uzun siyah saçları vardı. Tarkan'ın siyah kapaklı a-acayipsin kasedini ondan almıştım muhtemelen. Az değil, benim de 20 yıl işte. Fotoğraf çekmek için izin istedim. İçeri gidiyordu, durdu. "Ben de kalayım mı, ister misiniz" diye sordu. İstemez miyim be abi, canım abim be! Şimdi boyunca çocuğu vardır muhtemelen. Gerçi bizim kadar insanlar için "boyunca çocuk" tabiri biraz abes kaçıyor (benden uzun ilkokul çocuğu var, nasıl edeyim nerelere gideyim).
99'dan beri biri "yaşıyor!" diye sevinmemiştim...
Daha fotoğraf çektim de hepsi ayrı birer fotoğrafçılık harikası olduğu için kendime saklıyorum. Balık hafızamda Değirmendereli olduğun kaldığı için aklımda sen vardın çekerken. Bir de ne bileyim, parça parça da olsa çocukluğumun geçtiği -daha doğrusu çocuk olabildiğim (bisikletten düşebildiğim) yer olduğu için her gittiğimde bir duygulanıyorum ister istemez. Seni de ortak etmek istedim sanırım. Şimdi öyle güzel ki, Çınaraltı silme kuru çınar yapraklarıyla dolu filan. Neyse bundan sonrası adiliğe girer, sustum :)

19 Kasım 2010 Cuma

Irkçı Hasefe Gavur Caroline'e Karşı

"Caroline'e 'gavur'  demek insan haklarına aykırı" başlıklı gazete haberi beni benden aldı. O derece aldı ki hem de Facebook'ta paylaşıp üstüne de yorum döşemek kesmeyecekti. Doğrudan habere yorum yapabilirdim ama ne şifremi hatırlıyorum ne de usturuplu yazmak konusunda kendime güvenebildim. 

Şimdi doğruya doğru, cnbc-e dizileriyle belgeselden başka bir şey izlemiyor değilim. Kaldı ki bugüne bugün 90'ların başını televizyon ekranı sineği olarak geçirmiş bir çocukluğun devam filmiyim ben. O yüzden "ay ben televizyon izlemiyorum hiç" dersem yalan olur. Ha sahiden izlemeyenlere de sahiden saygı duyuyorum, o ayrı. Yalnız bu sefer de popüler kültür göndermeli bir çok espriyi anlamama tehlikesi hasıl oluyor ki bunu göze alamam...ya da alırım da işime gelmiyor. Yok yok, alamam. Hem soc 101'de ne demişti Yakın hocamız? "Dizi izleyin!". Bu "Allah'ın adıyla oku" tonlamalı direktifi o dönem yayınlanan Zerda'ya yönelikti tabi ama bunu uzun vadeli bir misyon bellemek beni hiç bozmadı. Nitekim senaristler istediği kadar köşklere konaklara taşısınlar, dizilerin toplumsal gerçeklikten tamamen kopuk olduğunu söylemek çok zor. 

Sadakatinden sual olunmaz bir yerli dizi izleyicisi olarak ara ara aklımı kurcalıyordu zaten: şimdi bu diziler baya baya izleniyor ve baya da etkiliyor insanları. Peki -Yorgo Amca'nın deyimiyle- "nasıl olacak?". Senaristlerin elinde oldukça büyük bir güç var. Dizide bir mesaj verilse -tam olarak verildiği haliyle olmasa da- izleyicisine ulaşacağı muhakkak (Pikaçu'dan etkilenip balkondan atlayan mı istersin, Kurtlar Vadisi'nden esinlenip kafa kesen mi). Peki ya gerçeklik, ya da ne bileyim sanat filan?

60'ların sonunda geçen dizide Hasefe Hanım'ı canlandıran Meral Çetinkaya'nın oyunculuğunun takdiri elbette bana düşmez. Bir izleyici olarak onun ve Osman'ı canlandıran 5 yaşındaki Emir Berke'nin oyunculuğunu ayrı bir hayranlıkla izlediğimi söyleyebilirim ancak. Ha tabi bir de Bizimkiler'den yetişmiş deneyimli bir dizi izleyicisi olarak yapımı kaliteli bulduğumu söyleyebilirim. Onun dışında ne söylesem ahkam kesmek olur, kendimi gülünç duruma düşürmekten başka bir işe yaramaz. Homurdanma hakkım saklı olmak üzere...

Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı Başkanı Mehmet Yılmaz Küçük, Hasefe Hanım'ın yuva yıkan -tabi ki sarışın- Caroline'e 'gavur' demesinden rencide olmuş. "Bu tür ayrımcı kelimelerin kullanılmaması gerekir. Bu filmi izlerken bir yabancı kadına karşı gavur denildiğinde hep birlikte "iyi dedi" diyoruz. Burada eyleme odaklanılsın, kadının yabancılığına odaklanmasın. Ahlaksız kadın dese kimse birşey demez" buyuran Küçük, dizide çocukların babalarından çok fazla şiddet gördüğünü de ekleyerek, şiddet sahnelerinin gösterilmeden hissettirilmesinin daha uygun olacağını dile getirmiş. 

Neresinden tutsan elinde kalan bir açıklamanın bir kısmı bu. Şiddete inanmıyoruz ama bir baba dayağı var. Onu bir netleştirelim. O kadar izliyorum, Caroline'e gavur dendiğinde bir kere de "iyi dedi" demek geçmedi aklımdan. Bu açıdan hem gaf, hem samimiyet, hem de insanın fikri-zikri ilişkisi içinde değerlendirilebilir başkanın bu açıklaması. Öte yandan kadına ahlaksız dense, oradan alıp yürünse kimse bir şey demeyecek zira ahlak en sevdiğimiz konu. Hele ki kadınların ahlakı-ahlaksızlığı, namusu-namussuzluğu hepimizin, herkesin meselesi olduğundan o konuda hat hudut olamaz zaten. Yazık ki Caroline'i uzun bacaklarından başka kurtaracak hiçbir şey de yok. Kadın hem yabancı, hem güzel (bkz.güzeli ağlatırlar), hem sarışın, hem müslüman değil, hem de bir adamı sevip her şeyi göze alarak peşinden gidecek kadar da meşrebi hafif (tabi komprador kötüler amca, yenge ve kızları da var).  Adam da suçlanıyor suçlanmasına ama o erkek neticede, yani onun nefsine hakim olmak da kadının görevi. Dolayısıyla nereden bakarsan bak ihale Caroline'e kalıyor.

Dedim ya neresinden tutsan elinde kalıyor diye, üstüne dizi yazısı değil yazı dizisi yazılır bunun. Buna benzer haberlere gülüp geçtiğim gibi güldüğüm halde geçemememin sebebi işin içinde müdahale olması. Kanaatimce, sinema filmiyse sanat da diziyse çöp diye kestirip atmak kolay değil. Bir dizi projesinde senaryo, yönetmen ve oyuncular öyle bir bir araya gelirler ki çıkardıkları iş sinema filmi diye önümüze konulan nice işten iyi olur. En azından kendimce ben, sanatı bienallerle kısıtlama taraftarı değilim. Nerede bir oyunculuğa hayran kalırım, benim için orada sanat vardır. Dolayısıyla Küçük'ün bu 'rica'sını da sanata müdahale olarak görüyorum. O dönem hapishanelerde kullanılan battaniyeleri dâhi gözden kaçırmayacak titizlikte bir ekibin, babaannenin söylemesini uygun gördüğü her repliği yerinde buluyorum. Hasefe Hanım, Caroline'in gavurluğundan dem vurmasa saçma olurdu asıl. İnsan hakları, ırk ayrımcılığı, öyle mi? Affedersiniz ama şaka mı bu? Kurtlar Vadisi DTO (dünya Türk olsun) diye bas bas bağırıyor, insanlar sinek gibi öldürülüyor; Arka Sokaklar'da polisin keyfi şiddet uygulama yetkisi var; militarist diziler gırla... Diziler bir yana, açıklama Başbakanlık'ın bir kurumundan geliyor.

Erkeklere gene cık cık'lanır elbet ama ihale her zaman bir "vay orospu!"ya kalır ve her çağ "vay orospu" olmak için gerekli şartları itinayla belirler. Yoksa maazallah, ne yöne tüküreceğimizi nereden bileceğiz? Koordinat şart. Mesela Allah muhafaza, dizi karakterlerinin hem "iyi" hem de "kötü" yönleri bir arada verilirse aklımız karışır, o zaman ne yaparız? İşin ucunda askerlikten soğumak bile var (bkz. 318). 

Hakkını vermeliyim, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı Başkanı Mehmet Yılmaz Küçük'ün insan hakları hususundaki hassasiyeti gerçekten takdire şayan. Elbette ki dizi yahut sinema filmi gibi geniş kitlelere ulaşan yapımların birincil misyonu topluma örnek teşkil etmektir. Misal, bir Casablanca'da Humphrey Bogart denen adam sigara içse ne olur içmese ne olur. Hayır yani içince sanat oluyor da içmeyince olmuyor mu? Bu ne yoz bir sanat anlayışıdır, "ben böyle sanatın içine tükürürüm!"

İzmir'in gavurluğunu dilinden düşürmeyen sayın başbakan ve saygıdeğer şürekasının, kendi partilerinden olmayan milletvekillerini ve parti başkanlarını üslupsuzluk, düzeysizlik ve nezaketsizlikle itham etmelerine benziyor bu iş -ki ettiler. İnsan söyleyecek söz bulamıyor, nereden başlasın nasıl anlatsın bilemiyor. Bilse de, insan hakları ifade özgürlüğünü neyi ifade ettiğine bağlı olarak, yani seçici kapsadığından dile getirmeye pek heves ettiğini söyleyemem. Ondandır ki gülüyoruz ağlanacak halimize. 


18 Kasım 2010 Perşembe

Forget Her



Malum, hafıza-i beşer nisyanla malüldür. Hatırlattığın için teşekkürler melanous.

A Girl, a Boy, and a Graveyard





İstanbul Resitalleri kapsamında Ophélie Gaillard adlı bir kadın 1737 yapımı bir çelloyla Bach'ın çello süitlerini çalıyordu. Tesadüf bu ya oradaydım. İkinci süitin giriş taksimi dokundu en çok. Çalıyor gibi değil de sessizliğin tercümesi gibiydi. Havayı dolduran sessizlik gibi; sessizlikle ağırlaşan hava gibiydi.

Ne zamandır yeni bir şey dinlememekten, bir şarkıya aşık olup peşine düşmemekten yakınıyordum ya... A Girl, A Boy and a Graveyard kayıtlara geçsin.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Hepsini Ben Hesapladım

Son günlerde tek kişilik Hawthorne etkisi gibiyim.

Günlerdir gün doğarken yattığım ve erken kalkmak adetim olmadığı halde bu sabah tam 07:59’da açıverdim gözlerimi. Uykumu almış, çalışmaya devam edebilecek kadar dinlenmiş hissediyordum. İyi de düzeltmeler bitti iki gün önce. Bu saatte kalkıp sahilde yürüyebilirim ancak. Günlerdir evden çıkmadığımı düşünürsek yapabileceğim en iyi şey de bu olurdu zaten. Evden çıkmayalı kaç gün olduğunu sayıyordum bir ara, üç biradan sonrası misali saymayı da bıraktım.

Yatakta gerçekten çok iyiyim, uyudukça uyuyabilirim. Rüyalarımın devamını görebilme yetisi 
geliştirdim bu şekilde. Bu özgüvenle su içmeye kalktım, içerken de dışarıya baktım. “Hmm, sabah 8 İstanbul’u. İlginç…” Sonra tekrar yerime. Bu sefer gözlerimi öğlen açtım. Bir dizi düşünce: Kalkmalıyım. Neden? Şimdi kalkmam ya da kalkmamam neyi değiştirir? Bütün gün böyle kalsam ne fark eder, kim bilecek, kime ne?

Küçükken, uykuyu bir kaçış, bir sığınak gibi görürdüm. Babam beni çok azarladığında ya da başka bir sebepten çok üzüldüğümde uyurdum. Kapattığım göz kapaklarım değil bir kapıydı sanki. Her şey dışında kalırdı, ben içeride güvende. Eskiden uykuma işlemezdi üzüntülerim. Şimdi öyle değil. Hatta aksine uyumaktan korkuyorum bazen. Öyle tekinsiz ki rüyalarım. Gün içinde bastırmak için biraz fazla çabalasam, gece acısı çıkıyor. Öyleyse ne duruyorsun Taksim’e götürüp orta yerinde as beni, ya da çek vur, ne duruyorsun? Tanrım, ne arabesk.

En nihayet kalkıyorum yerimden ama bin bir hesapla. Günde kaç saat uyursam alarma geçilir, ne kadar uyku depresyon semptomu sayılır, ne kadar içersem alkolizme girer vb. Bir sürü hesap kitap. Daha az uyuyup, daha çok gülümseyip, daha az içersem problem kalmıyor. İçki tamam (rakıyı tenzih ederim), az uyumayı da başarabilirim ama gülümsemek bir türlü içimden gelmiyor. Gözlemlendiğini bildiğim halde değiştiremediğim tek şey o.

Bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu idrak edebilmek için ne kadar kolay gülümseyebildiğimi bilmek gerek tabi. Güneşin denizdeki yansımasına, yağmurun pıtır pıtır sesine, taksiye bindiğimde çalan şarkıya, yolda yürürken göz göze geldiğimde bana gülümseyen bebeğe, aradığım bir kitabı bulunca, menekşe hanıma su verirken, güzel bir şarabın ilk yudumunda yahut bir araba yol verdiğinde…ne bileyim öyle çok şey var ki beni gülümseten. Gülümseyeceğim varmış da yer arıyormuşum gibi. Bu boş bakışlar ve ifadesiz ifade kanımı donduruyor, gene de değiştiremiyorum. Çevremdeki beni seven insanları üzmemek için üst sınırlar belirliyorum o yüzden. Gayriihtiyari elbette.

Öte yandan böyle yazmayı alışkanlık haline getirirsem, geçen gün ekşisözlük’e intihar notu yazıp köprüye çıkan sözlük yazarına benzeyeceğim. Nasıl ki doğmak ölme sürecini başlatıyorsa, hayatı isteksizce yaşamak da uzun bir intihar sayılabilir. Uzun bir hayat boyunca her gün. Öylesini seçen insanların her yazdığı tek bir intihar mektubunun parçaları sayılabilir mi? Dicle Hoca’yı tanımıyordum ama notu çıkmıyor aklımdan: “Çok fazla acı var, dayanamıyorum”. Seçilen ölüme her zaman saygı duydum ama sanırım ona biraz daha fazla. Akıl sağlığı tartışmaya açılır hemen, geride kalan sevdiklerine yaşatacağı acıya referansla bencillikle suçlanır (dayanamadığı bir acı çekerek de olsa hayatta kalmasını isteyen çevrenin bencil olduğu düşünülemez). Oysa yokluk bütün tartışmaları geçersiz kılar. Yok olmayı seçen bir insan istendiği kadar suçlanabilir fakat ben’inden vazgeçmiş bir insanı bencillikle suçlamak abesle iştigal geliyor bana. Hele akıl sağlığı mı? Lütfen. Bu baştan mağlup bir argüman.

Depresyon, intihar derken bugün çok iç açıcıyım değil mi? Siz bana bakmayın diyeceğim ama bunu okuduğunuza göre bakıyorsunuz. Akşamları ay ne güzel doğuyor değil mi?

16 Kasım 2010 Salı

Leylâ

Ne demiş Juliet? "What's in a name? That which we call a rose / By any other name would smell as sweet.” Yani diyor ki gül gibi -hatta gonca gibi- hatunum, ismin ne önemi var, mühim olan güllük gülistanlık. Ted de Kaptan’a “hocam sen bu ismi nasıl aldın” diye soruyor, Kaptan da “erkek adam kendi adını kendi seçer bebişim” diyor. Lakin ki Barney’nin hatunlara her seferinde “Haaaave you met Galactic President Superstar McAwesomeville?!” diye yanaşması kasacağından Ted’in adı Ted kalıyor. Olsun, mühim olan insanın kendine yakışan ismi bulmasıdır. Gerçi Kaptan işi erkekliğe vurdu, Juliet desen iyice salladı ama cinsiyetçi bir herifle bacak kadar bir kızı ciddiye almanın da bir ölçüsü var nitekim.

Bir gün gene kafayı bulduğumu babama çaktırmadığımı sandığım bir akşam “yahu bana isim koyarken sizin aklınız neredeydi, insan çocuğuna böyle isim koyar mı” dediğimi hatırlıyorum. O güzeller güzeli kafayla ilk defa ciddi ciddi düşünmüştüm mahkeme kararıyla isim değiştirmek nasıl bir süreçtir diye. Az kolay bir iş olsa, hayatımı şöyle zorlaştırıyor böyle cehenneme çeviriyor diye argüman istemeseler, tabi bir de az daha genç olsam olmayacak iş değilmiş gibi geldi ama kim uğraşacak! Ben biliyorum ya adımı, bana yeter.

Leylâ’yı şarkılardan seviyor olmalıyım. Hiç düşünmedim neden Leylâ diye. Hani Canan sevilen kadın demektir ya, işte benim için Leylâ’dır o. Neden bilmiyorum fakat şüphesiz ki Sadettin Kaynak ve Vecdi Bingöl’ün parmağı vardır bu karşılıksız sevdada. Gene de hiçbiri Tanpınar’a ait olduğunu çok geç öğrendiğim sözler kadar bir batıl inanç tesiri etmemişlerdir: saçları bahtından daha siyahtır. Öyle içime işlemişti ki bu sözler ve bahtımın öyle loş bir döneminden çıkmaktaydım ki saçlarımı tuttum kömür karasına boyadım bir akşam ve ondan sonraki birkaç yıl. Kendini bildi bileli inançsız bir insanın şarkı olmuş bir şiire tüm kalbiyle inanabilmesi ne tuhaf fakat ne güzel bir şey… İnanç, Tanrı’yla sınırlandırılamayacak kadar geniş mevzu demek ki. Bu da Amerika, buyurun yeniden keşfedin.

Uzatmayayım, ismin güzelliğine bak hocam. Tınısı ayrı, manası ayrı güzel. Leylâ: 1. Gece. 2. Saçları gece gibi simsiyah olan kadın. 3. Arabi ayların son gecesi. Gel gör ki bu Leylâ’nın yüzünün güldüğünü ben hiç görmedim. Hep bir dert, hep bir sıkıntı. Saçlarının bahtıyla yarışabilmesi pek mümkün değilmiş gibi. Sürekli ağlar bu kadıncağız ama bir yandan da aşka gelmeye yer arar gibi bir hali vardır. Tıpkı ona üzgün olduğunu söyleyen, segah başlayıp nihavent biten şarkının sonu gibi. Değil mi ki nihavent en sevdiğim makamdır, tamam işte. Uzak bir şehir ve aklımda bir şarkı, işte o şarkı muhakkak nihaventtir. Makamı da ben seçmedim mesela. Hangi şarkıyı sevdiysem hep nihavent çıktı.



Nihavent –size de evvelden söylediğim gibi- işveli bir kadındır nazarımda. Göz süzen, gerdan kıran, göz deviren, kıvır kıvır kıvrak bir kadın. Kaçına gelirse gelsin gözlerinde muzır bir pırıltı…böyle hayat gibi, aşk gibi bir afet. Ne yaşlanan ne yaşlandıran cinsinden. Meşrebi ağır sayılamayacak olmakla birlikte hoppa denmeye de dil varmayan cinsten bir cins-i latif. O hayata meftun, hayat da ona. Nihavent bir şarkı dinlerken hep bu kadının gözlerinin içine bakarım ben. Sonra Köfteci Doktor Amca -malum- “kızım, güzel kızım” diye karşılayıp nihavent kasetini koyar ben seviyorum diye. Geçer karşıma oturur, iki satır beraber şarkı söyleriz. O ister ki mutlu olayım, aksini duymaya dayanamaz. Sus işareti yapar acıklı gözleriyle, “söyleme üzme beni”. Söylemem, o nasıl olsa bilir her şeyi .

Sandala aslında atılmayan Mualla’ya ruhumda hicranın’ı söyletme hikayesi dedikodudan ibarettir ya şarkı döner dolaşır solan güle, yaprağa, hazan dolan gönle varır. Halbuki sandalda dinlenilecek daha nice Leylâ şarkısı varken iş midir Veli’nin oğlu Orhan Veli’nin yaptığı.

Gülün adı gül olmayaydı da Leylâ olaydı, daha güzel kokabilirdi bir ihtimal. Ben de üzgünüm Leylâ...



15 Kasım 2010 Pazartesi

Beni beni, ayşec.'ini!

Aynı akşam –o da bu akşam- iki farklı blog aynı şeyi söyledi bana: “Tabi ki yalnız değilsin salak!”. Biri bir şiir alıntısı, diğeri açık bir mektup. Bazen nasıl da boğulabiliyoruz kendi içimizde, hayret… Kimi can acısı bencilleştiriyor insanı, salaklaştırıyor. Bir senin canın yanıyor o zaman, bir sen ağlamak istiyorsun sabahtan akşama-akşamdan sabaha kadar. Bir sen böyle hissediyorsun, bir senin başına geldi gelen. Senden başka herkes kalp yerine demlik taşıyor zaten değil mi? Allahın küçük depresif minör burjuvası!

“Hiçbir şey bitmiyor” diye başlıyor mektup. “Utanma!” diyor şiir, “ayıp değil ki bu, bak ben utanıyor muyum?”. Ben utanıyorum. Hem de çok utanıyorum artık. Ne böyle olmayı yedirebiliyorum kendime, ne de başka türlü olabiliyorum. Ağırıma gidiyor velhasıl.

Ortak insanlık durumu demiştim ya…bir açık mektuba da bu derece ortak çıkabileceğimi düşünmemiştim. Bir üstüme alındım ki bu kadar olur. Biri bana akıl fikir versin ne olur. Resmen cevap yazmak geldi içimden. Sonra gene utandım biraz, o kadar açık yazamadığım için. Sonra yepisyeni bir aymayla baş başa kaldım, zira geçmiş diyor adam, geçmiş. Kabullenebilir, sevebilirsin ancak. O zaman bir dank sesi geliyor benim saksıdan: Senelerce hesaplaşa hesaplaşa kendimi yiyip bitirdiğim geçmişe saygımı yitirdim ben. Hani şu herhangi bir şeye, herhangi birine duyulması ve dâhi gösterilmesi gereken asgari şeyi. Bu sonbahar, geçmişe olan saygımı ve gelecekte belki de beni sevme gafletine düşecek insanlara duyabileceğim güveni alıp götürdü. Ben şimdi kime kızayım? Yok arkadaş yıllardır içim kurudu medeniyetten, bir şiddet yükseliyor ki içimden anlatamam. Vargücümle itesim, tokat atasım, yumruklayasım, kan çıkarasım var. Dünyanın bütün “seni seviyorum ama vazgeç benden” diyen adamları, birleşin! Hepinizi bir kazana atıp kaynatmak gerek zira.

Yazık ki içimden gelen hiçbir şey gerçekleşmeyecek. Ne dev bir kazan kaynayacak, ne de kan akacak. Sonsuz bir sükunet içinde ben ve meşhur aymalarım baş başa kalacağız. Bu akşamki iyiydi ama. Güç verdi. Çok sevdiği, çok sevildiği ama çok da yanıldığı için utanır mı insan? Vazgeçildiği, vazgeçmesi gerektiği için başını gömecek kum arar mı? Her şey tamam, amenna da aptal olmak mı kendime bir türlü yediremediğim acaba? Kıçın büyük, kafan yamuk gibi bir şey değil ki bu. Aptallık…korkunç bir şey. İnanmak affedilir şey değil. Günün sonunda gene kendime patlıyorum yani. İşte o günün sonunda, en azından yalnız olmadığımı söyleyen iki blog görünce…tabi bu benim okumam, yoksa yazanlar akıllı fikirli adamlar. Metinlerle konuşuyorum ben, daha doğrusu metinler sövüp sayıyor bana. Ben de boynumu büküp “haklısın abi” diyorum…ne diyem Mahmut mu diyem.

Şimdi tamam hepsine eyvallah da…bugüne kadar yaşamış bütün insanların öldüğünü ve bundan sonra da öleceğini bilmek mesela, hafifletir mi bir gün yok olacak olmanın acısını? “Ha tamam o zaman”  deyip geçebilir mi insan? Yok olacaksın ulan, var mı ötesi? Bugüne kadar milyarlarca insan ölmüşse bana ne. Ben öleceğim, ben (“Beni beni, Bihter’ini” tonlamasıyla da yazdım, tam oldu! E tabi insan senelerini dramaya vakfedince ister istemez cıvatalar gevşiyor sonunda, yapacak bir şey yok).

Hani herkes birilerinin yarasını taşıyormuş ya uzaklara..bence Mayıs’ın her 6’sı kadar kan kırmızısı, yerçekimli bir karanfil o yara. O da yanık yanık koksa keşke ama değil, anılacak şey değil. Çaresiz geliyor işte aklıma.


http://fizy.com/#s/15761u (bir masalın sonunda ölüme aşkını anlatan bir kadın)

14 Kasım 2010 Pazar

Aslolan aşktır hayatta gerisi lâf-ü güzaf

Sen de lise 1, ben diyeyim lise 2, o desin lise 3'teyim… Sevilen genç bir edebiyat hocası (genç olanlar otomatikman sevilme eğilimindeydiler, zira Yaşar Kemal’in gençliğini bilen yaş grubu edebiyat hocalarına alışkındık ki şahsen eski nesille ilişkilerim daha iyiydi)…ne diyordum? Ha evet, kırk yaş altı bir edebiyat hocamız seçmeli bir edebiyat dersi açmıştı o sene. Ders dediysem, keyfine gibiydi. Bizim oturup sosyolojinin nesini sevdiğimizi anlatmamız gibi bir dersti. Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ü gibi bir çok kitap da o zaman yerini aldı zâtımın “okunacaklar listesi”nde.

Asıl aklımdan çıkmayan, o genç kadının gözleri ışıl ışıl parlayarak divan edebiyatından bahsedişi. Türk sanat müziğine kendimi bildim bileli duyduğum aşkın da etkisiyle zaten seviyordum divan edebiyatını, fakat uzaktan. Topkapı Sarayı’nda camekan ardında sergilenen, dokunulursa toz olup yere dökülüverecek hissi veren bir tarihi eseri uzaktan hayranlıkla izler gibi izliyordum o muntazam beyitlerdeki anlam zenginliğini. Ne müzik bilgisi olan ne de İtalyanca bilen bir insanın İtalyanca bir operadan aldığı tarifsiz zevkti duyduğum. İşte o kadın, o camekanı yerinden oynatıp “çekinme, dokun” diyen ilk kişi oldu ve ben, kanıma bir şeyin karıştığını apaçık hissettim.

Yıllar sonra Ankara’da okurken nükseden bu hayranlık beni bir hafta boyunca “ne yaparım, nasıl ederim” diye düşündürdü. Osmanlıca öğrenmeye karar verdim. Ama nasıl? Kızılay’da bulduğum kurslar hem para demekti, hem de bana ne vaat edebileceklerinden emin değildim. Sonra cevabı yanı başımda, bizim beşeri binasının içinde buldum. Kapıdan girince hemen sağdaki koridorda, öğrencilerine Osmanlıca dersini zorunlu kılan Tarih bölümü ikamet ediyordu. Tam aradığım şey. İki sömestrlik Osmanlıca dersi için yaptığım Tarih yan dal maceram böyle başladı. Dersleri aldıktan sonra yan dalı bırakırım diye küçük hesaplar peşindeydim ya ben ne bileyim hocalarının ağzından bal damladığını.

İlkokul birde defteri yere çalıp “sökemiyorum işte, öğrenemiyorum işte” diye hırsımdan ağladığım sahnelerin canlandırmasına benzeyen zamanlarım oldu. Basbayağı oturup ağladım. Fakat iki harfi birbirine, heceleri kelimelere birleştirmeyi başardığım o ilk an duyduğum sevinç ve keyif her sıkıntıya değerdi. Arap harflerinin estetiği ise aldığım keyfi zaten katlıyordu, hatta bazen o işkenceyi tek katlanılır kılan harflerin güzelliğiydi. Nitekim yirminci yüzyılın başıyla on dokuzuncu yüzyılın son döneminde verilmiş eserleri rahatlıkla okuyabilecek kadar söktüm. Arapça, Farsça kökenli kelime dağarcığımı zahmet edip biraz geliştirseydim okuyabileceğim metinlerin sayısı da artardı ya tadımlık bırakmaya karar verdim. Diğer bir deyişle yemedi.

Divan şiirini yazıldığı haliyle okuma emelime dersin ikinci döneminde eriştim. Lisedeyken nefret ettiğim aruz vezinleri, sadece kulağıma güzel geldiği için dinlediğim bir müziğin şifresini elime bıraktılar. Notalarını sökmekte olduğum müziğin güftesi ise beni büyülüyordu. Sosyolojiyi bırakıp bütün gün divan şiiri okuyabilirmişim gibi hissediyordum ki sömestrin sonuna gelmiştik. Küçük maceramın tamamı bu. Tam bir üniversite aşkı işte.

Sahaflarla olan ilişkim bir daha aynı olmadı elbette. Nerede Osmanlıca kitap varsa gidip bulan, iki satır debelendikten sonra “tamam, unutmamışım” diyerek gönül rahatlığıyla kitabı yerine koyan bir insan oldum. Kimisi insanın elinde dağılayazdığından öyle kolay da koklanmıyorlar, nazik olmak gerekiyor. Sonra, aile içinde minicik bir prestij bile elde ettim sayılır. “Ayşec. Osmanlıca biliyordu değil mi” sayesinde güvenle ellerime bırakılan Nutuk’un ilk basımıyla bakışıyoruz şu anda. Ben çoktan unuttuğumu sanırken o meşhur ilk cümleyi okuyabilmek Osmanlıcanın bana verdiği –şimdilik-  son keyif oldu. Bir balığınkiyle eş gelişkinlikte olan hafızam onca emek ve çabaya baskın geldiği için aklımda kalmasını umut ettiğim birkaç beyit, birkaç mısra bile uzaklaştı benden. Bir tanesi hariç. Daha ilk karşılaşmada bilir ya insan. Her zaman değil tabi, bazen ama içinden der ya “hoş geldin hayatıma, bundan sonra beraberiz” diye. İşte biz de Nef’i’nin bu beyitiyle hiç ayrılmadık: “Derdim nice bir sînede pinhân ederim ben / Bir âh ile bu âlemi vîrân ederim ben.”