27 Kasım 2010 Cumartesi

Much ado about nothing #9

Yer: Üsküdar
Zaman: Bu sabah 09:23

-Harem’e lütfen.
-Sabahtan beri sırada bekliyorum. Yoldan geçene binseydiniz. Hemen şurası zaten.
-Aman iyi.. (inecekmişçesine hamle)
-Neyse canım, şimdi onlar da almaz filan..kalbiniz kırılır.
-İnanın bana kalbimin derdinde değilim, buçuk arabasına yetişmenin derdindeyim!

Ufak tefek görünce hassas kırılgan mı belliyorlar nedir anlamadım ki. Halbuki yere yakından korkacaksın bebeğim. Hayır bir de “siz” hitabını kapsam bile o “canım” illa ki geliyor, cana yakın mıyım neyim. Lan değilim! Asabiyim, şirretim, gerginim, tedirginim! Gülüyorsam sinirden, gülüyorsam müstehzi. Yalnız, kalbimin kırılmasına gönlü razı olmayan bu taksiciyi hiç unutmayacağım muhakkak. Kendi kıracağından da değil. Hani yoldan geçenler de beni almazlarsa ihtimalini düşünüp içlendi adam. Gel ver bir yanak. Gel aç oradan bir Tanju Okan da iyice taverna tabağına dönsün kalplerimiz. Sonra boş ver Harem’i filan. Çek Salacak’a, Kız Kulesi’ne karşı bir bankta oturalım. Dertleşiriz, he canım abim? Kalbim ya…

***

“İstanbul bugün yorgun, üzgün ve yaşlanmış /Biraz kilo almış, ağlamış yine /Rimelleri akıyor”. Amma kişileştirmiş be. Kentleri, tanrıları ve arabaları neden bu kadar aşkla kişileştiriyoruz acep (tanrılar çünkü herkesin tanrısı kendine). Kentler ağlıyor, tanrılar güceniyor ya da affediyor, arabalar desen haylaz ve asi. Peki onlar bunca kişileşirken biz ne oluyoruz karşılığında? Bir kent? Bir tanrı? Bir araba? Kaç kişiyi alıyor içimiz? Arka sokaklarımızda ne işler dönüyor?

***

Belli bir yaştan sonra “gitme be, evde bekleyenin mi var” denmesin, ayıp oluyor. Evde menekşe besliyorum, o bekliyor. Kumrular var sonra. Önemli.

***

Tez hocamla ilişkimin ucunu kendi içimde de olsa biraz kaçırmış olabilirim. Tezle aşk-nefret ilişkisini geçtim, psikopat sevgiliye bağladım geçen gün: “Bu telefon neden açılmıyor, neden ulaşamıyorum ben bu adama? O telefonlar açılacak!” Bıraktım sevgililiği, bir insanın bir insana böyle zulmetmesi geçmezdi aklımın ucundan. Neyse ki her şeyi içimde yaşıyorum da ruhu duymuyor. Bir de alıngan oldum ki tam: “Neden öyle dedi ki şimdi..” Ne olmadıysam o oldum yani. Umarım t1 çok uzakta kalmamıştır da dönebilirim bu işler bittikten sonra.
Tezde iyi bir şey dediğimi özü yazarken fark etmem. Her şey bitmiş, özünü çıkarmaya kasarken bir de baktım ki az buz değil dediğim nane. Hoşuma gittim. Aklımın sonradan gelmesini yadırgamam saçma asıl. Geldi ya ona da şükür. Gelmeyebilirdi de, akıl bu. Hele benim aklım. Öyle dedi tanıdığım kadınlardan biri bugün. Kolu nasıl oldu diye sorunca, “senin hikayen, benim hikayem nasılsa…kolum da eskisi gibi olmayacak. Bir kere giden geri gelmez” (bağlamından biraz kopardım tabi, yoksa sürekli yemen türküsü nakaratı gibi dolaşmıyoruz ortalıkta).

***

Ornitolojiyi anlamayan arkadaşım var (kardeşim gibi daha çok, beni bana değil ona sorun anlatsın, öyle). Anlamıyor dediysem, saçma geliyor. Kuş sonuçta. E biz de insan çalışıyoruz. Kuş yeniyor en azından. İnsan da yenir ama cezası filan var. Ne zaman kilo alsam bu bir geçer aklımdan: Bindiğim uçak bir dağa çakılsa ve hayatta kalanlar açlıktan ölmemek için cesetleri yeseler, benden baya et çıkar. Parmaklarıma falan bakıyorum mesela, galeta ununa batır kızart yağda, öyle o derece. İşte o zaman bir işe yararım. Kuşlar da yarıyor. Mesela kovada olanlarını çok seviyorum. Bu sene amma kurban kesme polemiği çıktı yalnız. Böyle şeyler bu kadar tartışılmazdı eskiden. Birileri vahşet demeye başladı, diğerleri kavurmayı lüp lüp götürürken iyi ama dediler filan. Benim de bu mantığa kafam basmadı. Yani her gün cinayet işleniyor ama belli bir grup insanı topluca ve tek seferde katledersen soykırım oluyor. İkisi arasında biraz fark var gibi geldi bana. Etoburun daniskası olduğum gerçeği, toplu bir katliamı kanıksamamı gerektirmiyor. Kanıksamak başlı başına tehlikeli bir iş zaten. Yadırgamak yanlısı olmayı tercih ederim. Ornitolojiyi ben de yadırgıyorum mesela. Ama sosyolojiyi de kanıksamış değilim. Sahi, sosyoloji ne lan?! Bir de psikoloji var ki o daha fena. En kralı antropoloji, üstüne tanımam. Canım benim.

***

Çalışma masamdayım. İTÜ’nün Taşkışla binası görünüyor. Küçükken Anıtkabir sanırdım orayı. Mesafe mefhumu yok, hak getire. Şu karşıki tepe Ankara gibi bir kafa. Yıllar sonra aklıma geldi niyeyse. Jüri için Ankara’ya gitmek gerekecek. Hiç istemiyorum. Şurada ne yazıyorsa o, daha neyin jürisi.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder