28 Kasım 2010 Pazar

Rüyalarda Buluşuruz

Eskiler itikat der. Bende pek rastlanmaz. Oysa anneannem, ölülerin ona sokak hayvanlarının suretinde göründüğüne inanır. Ben inanmam. Ama buna bu derece inanmak istemesi, inanmayı seçmesi neredeyse gerçekliyor inancını. Kumruları, güvercinleri ben de çok seviyorum. Sokak köpeklerini ve kedileri de öyle. Ama benim rüyalarım var.


Deniz kenarında salaş fakat çok katlı bir tesiste iki kişiyle paylaşıyorum odamı. Tam denize girmek için çıkacağım odadan, anahtarı bulamıyorum kapıyı kitlemek için. Bu sırada fırtına patlıyor. Kıyıyla bina arasında en az beş metre olmasına rağmen dalgalar pencereye vuruyor. Sağanak yağmur, gök gürültüsü, şimşek...korkuyorum. Sonra bir anda geçiyor, ben de anahtarı buluyorum ve çıkıyorum odadan. Kumsalda yürürken bir kızla iskeleye kadar yarışıyoruz, o kazanıyor. Deniz süt liman ama hava kararmış. İlk defa gireceğim için de dibinde ne var bilmiyorum, tedirginim. Hava da soğuk. Hafifçe çiseliyor hatta. "Ne zamandır yağmurda yüzmemiştim" diyorum, yağmurun hiç mi hiç sakıncası yok.


İskelede ilerlerken, takım elbiseli bir adam görüyorum daktilosunun başında. Yanında sevgilisi var, ikisinin de ayakları denizde. Yanlarına gelince sevgilisi ayağa kalkıp bana "neden gelmedin" diyor, "bak işte yok artık". Ne diyeceğimi bilemiyorum çünkü haklı. Bu yaz kaybettik onu. Sevgilisi kalkıp gidiyor, yanına oturuyorum. Bu hiç tanımadığım birinin suretinde o, gene de tanıyorum. Daktilodaki kağıdı çekip uzatıyor bana "bak ne yazdım" diye, "yalnız biraz fazla Platon var, zorlanabilirsin". Kağıdı elinden alıyor ama hiç bakmadan "boş ver Platon'u" diyorum, "çok özlüyoruz seni". Elimden bir şey gelmez der gibi bakıyor ama ben gelsin, hiç gitmesin istiyorum. 


Arkasını dönüp yürümeye başlıyor iskelede. Durduruyorum onu. Öyle bir sarılıyorum ki birine ancak böyle sarılınabilir, öpüp koklanabilir. "Ne olur gitme, seni çok özlüyoruz" diye yalvarıyorum. "Gerçekten işim vardı ama bu kadar erken ayrılacağını bilemezdim. Muhabbetlerini çok özlüyorum, gitme ne olur. Konuşacak daha öyle çok şeyimiz var ki, ne olur gitme..." Parmaklarımı, tırnaklarımı sırtına geçiriyorum neredeyse. Yüzüm boynuyla omzu arasına yerleşmiş, "ne olur"dan başka bir şey çıkmıyor ağzımdan. 


Gidip daktilosunun başına oturuyor. Denize girmeye hala kararlıyım. Ona dönüp "yosun var mı" diye soruyorum, "çünkü ayağıma değerse çığlığı basarım". "Yok" diyor hiç gülümsemeden, "hiçbir şey yok". Ona güveniyorum. Denize girmemle birlikte uyandım. 


Sersemlemiş halde uyanışlarımdan biri daha. Yorgunum. Bu ilk değil. Kaybettiğim sevdiklerimi ve onların ölümlerini de görüyorum rüyamda. Tam o anı. Sonra son bir veda şansı yakalar gibi ama sıradan bir günde. İnsan kaybettiği sevdikleriyle geçirdiği sıradan günlerin özlemini duyuyor zaten. Bunlar da veda sayılmaz o yüzden. Herhangi bir gün ve anda son kez sarıldığımı bilmek sadece. Çok yorgunum. Tutamadım onu. Gitti.


İtikat der eskiler, bende bulunmaz. Bazı insanları çok seviyor ve çok özlüyorum sadece. Yoklukları aklıma böyle oyunlar ediyor. Rüyalar neredeyse ikinci bir gerçeklik benim için. Ayrı bir şehirde kurduğum ayrı bir hayat gibi. Bir daha hiç göremeyeceğim insanların kokusunu içime çekebildiğim, doya doya sarılabildiğim bir yer. 


Sezgilerim kuvvetli bile değildir. Kuvvetli olan özleyişim. Bazen öyle çok özleyebiliyorum ki gerçeklik pes ediyor dolan gözlerim karşısında, esneyip bükülüyor hafifçe. Rüyalar gerçek olsa diyor şarkı ama rüyalar rüya olarak gerçek zaten. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder