Sen de lise 1, ben diyeyim lise 2, o desin lise 3'teyim… Sevilen genç bir edebiyat hocası (genç olanlar otomatikman sevilme eğilimindeydiler, zira Yaşar Kemal’in gençliğini bilen yaş grubu edebiyat hocalarına alışkındık ki şahsen eski nesille ilişkilerim daha iyiydi)…ne diyordum? Ha evet, kırk yaş altı bir edebiyat hocamız seçmeli bir edebiyat dersi açmıştı o sene. Ders dediysem, keyfine gibiydi. Bizim oturup sosyolojinin nesini sevdiğimizi anlatmamız gibi bir dersti. Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ü gibi bir çok kitap da o zaman yerini aldı zâtımın “okunacaklar listesi”nde.
Asıl aklımdan çıkmayan, o genç kadının gözleri ışıl ışıl parlayarak divan edebiyatından bahsedişi. Türk sanat müziğine kendimi bildim bileli duyduğum aşkın da etkisiyle zaten seviyordum divan edebiyatını, fakat uzaktan. Topkapı Sarayı’nda camekan ardında sergilenen, dokunulursa toz olup yere dökülüverecek hissi veren bir tarihi eseri uzaktan hayranlıkla izler gibi izliyordum o muntazam beyitlerdeki anlam zenginliğini. Ne müzik bilgisi olan ne de İtalyanca bilen bir insanın İtalyanca bir operadan aldığı tarifsiz zevkti duyduğum. İşte o kadın, o camekanı yerinden oynatıp “çekinme, dokun” diyen ilk kişi oldu ve ben, kanıma bir şeyin karıştığını apaçık hissettim.
Yıllar sonra Ankara’da okurken nükseden bu hayranlık beni bir hafta boyunca “ne yaparım, nasıl ederim” diye düşündürdü. Osmanlıca öğrenmeye karar verdim. Ama nasıl? Kızılay’da bulduğum kurslar hem para demekti, hem de bana ne vaat edebileceklerinden emin değildim. Sonra cevabı yanı başımda, bizim beşeri binasının içinde buldum. Kapıdan girince hemen sağdaki koridorda, öğrencilerine Osmanlıca dersini zorunlu kılan Tarih bölümü ikamet ediyordu. Tam aradığım şey. İki sömestrlik Osmanlıca dersi için yaptığım Tarih yan dal maceram böyle başladı. Dersleri aldıktan sonra yan dalı bırakırım diye küçük hesaplar peşindeydim ya ben ne bileyim hocalarının ağzından bal damladığını.
İlkokul birde defteri yere çalıp “sökemiyorum işte, öğrenemiyorum işte” diye hırsımdan ağladığım sahnelerin canlandırmasına benzeyen zamanlarım oldu. Basbayağı oturup ağladım. Fakat iki harfi birbirine, heceleri kelimelere birleştirmeyi başardığım o ilk an duyduğum sevinç ve keyif her sıkıntıya değerdi. Arap harflerinin estetiği ise aldığım keyfi zaten katlıyordu, hatta bazen o işkenceyi tek katlanılır kılan harflerin güzelliğiydi. Nitekim yirminci yüzyılın başıyla on dokuzuncu yüzyılın son döneminde verilmiş eserleri rahatlıkla okuyabilecek kadar söktüm. Arapça, Farsça kökenli kelime dağarcığımı zahmet edip biraz geliştirseydim okuyabileceğim metinlerin sayısı da artardı ya tadımlık bırakmaya karar verdim. Diğer bir deyişle yemedi.
Divan şiirini yazıldığı haliyle okuma emelime dersin ikinci döneminde eriştim. Lisedeyken nefret ettiğim aruz vezinleri, sadece kulağıma güzel geldiği için dinlediğim bir müziğin şifresini elime bıraktılar. Notalarını sökmekte olduğum müziğin güftesi ise beni büyülüyordu. Sosyolojiyi bırakıp bütün gün divan şiiri okuyabilirmişim gibi hissediyordum ki sömestrin sonuna gelmiştik. Küçük maceramın tamamı bu. Tam bir üniversite aşkı işte.
Sahaflarla olan ilişkim bir daha aynı olmadı elbette. Nerede Osmanlıca kitap varsa gidip bulan, iki satır debelendikten sonra “tamam, unutmamışım” diyerek gönül rahatlığıyla kitabı yerine koyan bir insan oldum. Kimisi insanın elinde dağılayazdığından öyle kolay da koklanmıyorlar, nazik olmak gerekiyor. Sonra, aile içinde minicik bir prestij bile elde ettim sayılır. “Ayşec. Osmanlıca biliyordu değil mi” sayesinde güvenle ellerime bırakılan Nutuk’un ilk basımıyla bakışıyoruz şu anda. Ben çoktan unuttuğumu sanırken o meşhur ilk cümleyi okuyabilmek Osmanlıcanın bana verdiği –şimdilik- son keyif oldu. Bir balığınkiyle eş gelişkinlikte olan hafızam onca emek ve çabaya baskın geldiği için aklımda kalmasını umut ettiğim birkaç beyit, birkaç mısra bile uzaklaştı benden. Bir tanesi hariç. Daha ilk karşılaşmada bilir ya insan. Her zaman değil tabi, bazen ama içinden der ya “hoş geldin hayatıma, bundan sonra beraberiz” diye. İşte biz de Nef’i’nin bu beyitiyle hiç ayrılmadık: “Derdim nice bir sînede pinhân ederim ben / Bir âh ile bu âlemi vîrân ederim ben.”
yazıyı güzelce sonuna kadar okuduktan sonra kendi bloguma verilen linki görmem süpriz oldu benim için açıkcası:)
YanıtlaSil"Divan Edebiyatını Topkapı Sarayı’nda camekan ardında sergilenen, dokunulursa toz olup yere dökülüverecek hissi veren bir tarihi eseri uzaktan hayranlıkla izler gibi izlemek"
Sanırım divan edebiyatına olan yaklaşımım -ki birçoğumuzun yaklaşımıdır bu- daha iyi anlatılamazdı.
Edebiyat öğretmeni olan akrabamın tavsiyeleri sayesinde bir miktar divan edebiyatı ile ilgilenmişliğim var ki, o da ancak "Bir ah ile bu alemi viran ederim ben.." düzeyinde kalmıştır:) daha fazla ilgiyi hak ediyor tabii ki.
Kesinlikle hak ediyor ama kaldığı düzey çok da hayıflanılacak bir düzey değil sanki:)
YanıtlaSilElimde sözlük olmaksızın okuyamıyorum lakin... Yeni şiir daha cazip geliyor açıkcası şu sıralar:)
YanıtlaSilEvet, fark ettim. Olsun, sen seçip çıkarıyorsun ben de hazıra konuyorum sayende :)
YanıtlaSilafiyet olsun efenim:)
YanıtlaSilbu arada, ne vakit blogunun ismini görsem gündüzdüşleri şarkısı dilime dolanıyor. belirtme ihtiyacı hissettim.
ödeştik o zaman, ben de ne zaman blogunu görsem divan aşkım depreşiyor çünkü :) (nef'i'yle toraman'ı da aynı kefeye koymuş gibi oldum ama anlamışsındır)
YanıtlaSil