18 Aralık 2015 Cuma

Jules et Jim (1962)



Daha önce izlemeliydim, çok önce. On yıl belki. İzlerken aklımdan geçen ilk şey bu oldu. On yıl önce izlemiş olsaydım, bu on yılın en azından birkaçını kurtarabilir miydim? Neden, heba olmuş mu sayıyorum ki? İdealde hayır. Hem on yıl önce, yirmi yaşındayken izlesem bir şey anlamayacak, boş bir gurur duyacaktım Catherine karakterine benzediğim için. Tam olarak boş sayılmaz ama ne kadarını, nasıl anlayacaktım on yıl önce. Kim bilir. Elimde olmadan haksızlık edecektim. Hayır, şimdi daha az ediyorum.

İşin tuhafı, filmin şarkısını yıllardır biliyor ve seviyorum. Hatta Fransızcasını ezberlemeyi iş edineceğim kendime, buraya yazıyorum. Hatta hazır girişmişken Fransızca altyazılı da izlerim belki, Türkçe altyazıları felaketti çünkü. Çeviri yapmamış özet geçmişler resmen. Dünkü Belle de Jour gibi. Kim bilir belki de doğru zamandı bu gece. Yeni projektörümle, kendi evimin duvarında, tek başıma. Kanyak koydukları sahnede kalkıp kendime bir kadeh kanyak koyarak.

Filmin ikinci yarısının ortalarına kadar bir iki kere yerimden kalkıp filmi durdurdum ve buraya not almak istediğim alıntıları seçtim ama sonlara doğru anladım ki baş edilebilecek gibi değil. Replikler öyle iyi işlenmiş ki aralarından seçmek zor. Bu filmi tekrar ve tekrar izleyeceğim. Ve belki tekrar. 

Hiçbir şey anlamazdım yirmi yaşındayken izleseydim. Şimdi bile biraz bulanık. Filmde, daha doğrusu filmin bir noktasında otuz iki yaşında Jeanne Moreau'nun karakteri, benden yalnız iki yaş büyük. Yalnızca iki yaş. 

                                                                           ***


"Catherine n'est pas spécialement belle ni intelligente ni sincère mais c'est une vraie femme... et c'est une femme que nous aimons ... et que tous les hommes désirent ..."






"Meraklı ol" der hocası. "Bu bir meslek değil ki" der Jim. "Henüz değil. Seyahat et, yaz, tercüme yap. Her yerde yaşamayı öğren. Hemen şimdi başla. Gelecek profesyonel meraklılarındır. Fransızlar çok uzun süre sınırlarının içinde kapalı kaldılar. Kaçamaklarının masraflarını karşılayacak birtakım gazeteleri mutlaka bulursun" der hocası.

p.s.: IMDB'deki triviası da leziz bu arada.

8 Aralık 2015 Salı

Üsküdar İskelesi (1960)

1960 yapımı film Üsküdar'a Gider İken'i söyleyen yumuşacık bir kadın sesi ile açılıyor. Film boyunca ara ara eski Üsküdar'ı ve eski birtakım başka yerleri görüyoruz. Kız Kulesi olmasa o çayır çimenin, kayıkhanenin ve arnavut kaldırımlı dar yokuşların Üsküdar olduğunu tahmin etmek güç.

Başrol kadın oyuncu Fatma Girik. Daha 18 yaşında, yüzü tostoparlak ama gözleri Liz Taylor'ın gençliği gibi cayır cayır. Orhan Günşiray'la birlikte Civanmert filmini çevirmesi de bu seneye rastlıyor ama bu filmden önce mi sonra mı bilmiyoruz.

Leyla'yı gülümsetebildiği için keyfine diyecek olmayan Tarık


Fatma Girik'ten sonra insan bir jön adının belirmesini bekliyor ama Suphi Kaner'in ismi gülümseyerek ters köşeye yatırıyor bendeniz cahil cühela Yeşilçam seyircisini. Yalnız başrol değil "ESER VE REJİ" de Suphi Kaner. TSA da dahil birçok kaynakta senarist olarak ise Vedat Türkali adı geçiyor. Kemal İnci reji asistanı; kardeşi Bilal İnci ise sanat yönetmeni. Kötü adam olarak tanıdığımız Bilal İnci dizi oyuncusu Ayçin İnci'nin de dedesi. Yeşilçam'da isim araştırma işine bir girince kimi zaman böyle çorap söküğü gibi birbirini izliyor isimler ve tanıdığım yüzleri ve sesleri neden o kadar iyi tanıdığımı fark etmek çok hoşuma gidiyor.

Bilal İnci
Kemal İnci




















Fatma Girik'in sesi çok tanıdık, daha önce yine siyah beyaz filmlerde defalarca duyduğum bir ses: Suna Pekuysal! Suphi Kaner'i hiç çıkartamıyorum, o kadar derine kazınmış bir ses: Gazanfer Özcan. Sadettin Erbil'in sesini ise şıp diye çıkartıyorum. Kimi seslendirirse seslendirsin dalavereci yüz ifadesi gözümde canlanıyor, oradan da oğlu Mehmet Ali Erbil'in yüzüne anlık bir geçiş. Sonra hop geri dönüyorum siyah beyaz dünyaya. En kötü adamın bir yumrukta, hadi bilemedin iki yumrukta yere serilen Danyal Topatan olduğu; insanların birbiriyle "istirham ederim" diyerek konuştuğu; öğle yemeklerini sefer taslarında taşıdıkları ve günahları kadar sevmedikleri insanlara bile terbiyesiz bir söz söylemedikleri bir dünya bu, geri dönmeyip ne yapayım.

Naiflikleri, kopuklukları, absürtlüklerinin yanı sıra beni gülümseten pek çok yeri oldu. Fatma Girik'ten bir buse koparmaya çalışan Suphi Kaner'in "Üsküdar'da olduğumuzu unutmuşum" diyerek geri basması mesela. Bazı şeyler hiç değişmiyor demek. Ya da mesela adını bir türlü bulamadığım genç arkadaşıyla bir Adana gazinosunda büyük bir şişeden bardaklarına doldurup doldurup bira içerlerken arkada yazan "HARİÇTEN GAZEL OKUMAK YASAKTIR" yazısı. Suphi Kaner'in Havva Ana'ya Ev Ana deyişi bile tek başına güzel. Ya o gündüz çekimini gece diye yutturma çabasına ne demeli. Öyle bir "iyi geceler" diliyorlar ki birbirlerine, ayan beyan öğlen güneşini seve seve görmezden gelebiliyor insan. Çünkü Yeşilçam seyircisi olmak bunu gerektirir. Hoş, Hollywood'un da seyirciye sığınarak bu yönteme başvurmuşluğu vardır.

Suphi Kaner'in başrol oynamışlığı, film yönetmişliği amenna. Akşam akşam Youtube'dan aparttığım bu küçük mutluluğu perçinlediler. Ta ki yaşam öyküsünü okuyana kadar. (Evet bir film izleyince yalnızca filmi izleyip bırakamıyorum maalesef. Neyse ki IMDB'nin trivia bölümü gibi onlarca madde edecek kadar bilgiye sahip olamıyoruz Türk filmleri hakkında. Bir rolde kimin oynadığını bile doğru dürüst bilemiyoruz.)

Suphi Kaner, 1933-1963. Yani bu filmi çevirdikten yalnızca üç yıl sonra ölmüş. Bir insan neden 30 yaşında ölür? İlkin Ahmet Tarık Tekçe gibi trafik kazası geçirmiştir belki diye geçiyor aklımdan. Zamansızlığı öyle yara ki içimde sanki her zamansız ölüm trafik kazasından gelirmiş gibi. Fakat hikaye öyle değil. Suphi Kaner intihar etmiş. Yaşı da bizim yaşımızla 30 değil; evli, iki çocuk sahibi bir 30. 

Ölümünden 6 gün sonra çıkan Ses dergisinde yayınlandığı iddia edilen bir yazıda yapımcıların kendisini alkol bağımlılığından dolayı boykot ettikleri, kendisini intihara bunun sürüklediği yazıyor. Kendisine göre ise "röntgenci" rolü oynamak istemediği için boykot ediliyor. Ses dergisinden alındığı söylenen yazı şuradan okunabilir. 

Savaş Ay ise 2010 yılında yazdığı bir yazıda şöyle yazmış: 

"Alkolle sorunu olduğu için setlerde de 'sorunlar' yaşıyor, film şirketleriyle arasında anlaşmazlıklar çıkıyordu. Anlaşması olduğu halde filmi yarım bırakır ve çekimlere gitmez. Bunun üzerine Nevzat Pesen, işi aksattığı ve şirketi zarara uğrattığı için Suphi Kaner'i, Prodüktörler Cemiyeti'ne şikâyet eder. Prodüktörler Cemiyeti de 1963'ün Haziran ayında bir bildiri yayınlayarak tüm film şirketlerine gönderir ve Suphi Kaner'e "iş verilmemesini rica eder. Bu boykottan sonra sinemamızın önemli ve yetenekli aktörü Suphi Kaner en verimli günlerinde, işsiz kalmıştır. Kırgın ve küskündür. 
1963 yılının Ağustos ayında, henüz 30 yaşındayken arkadaşı Afif Yesari'nin evinde, üç tüp "Nembutal" adlı haplardan içip intihar ederek yaşamına son verir."

Üsküdar İskelesi'nin son dakikalarında kötü adamları jiu-jitsu kitabına bakarak dövdüğü sahnedeki bakışını görünce "aslında çok iyi kötü adam da olurmuş" dedim. Gözlerini pörtlettiği zaman Peter Lorre'ye de çalmıyor değil. 

Hangi sebeple intihar etti bilmiyorum fakat sızlayan bir mahrumiyet duygusu kapladı içimi. Ertesi yıl 1964'te de Ahmet Tarık Tekçe'yi kaybediyoruz zaten. Akşam akşam kendi kendime yarattığım bu küçük mutluluk derin bir mahrumiyet, yalnızlık ve hüzünle son buluyor.



"Komedyen Naşit'i öldürenlerin oğulları, beni de öldürmek istiyor..." derken neyi kastediyor?




25 Kasım 2015 Çarşamba

Ball of Fire (1941)




Look, how this ring encompasseth finger;
Even so thy breast encloseth my poor heart.
Wear both of them, for both of them are thine.
And if thy poor devoted servant may
But beg one favor at thy gracious hand,
Thou dost confirm his happiness forever.

Richard III, Act 1, Scene 2






28 Ekim 2015 Çarşamba

"Beautiful"

Nasıl anlatayım neden sabahtan beri ağladığımı bilmem. 
Asırlık barba ölmedi de sanki, aldığım ilk rakı yudumunu kaybettim. Halbuki İmroz'da içmemiştim ilk rakımı. 
Ama ilk sigaramı İmroz'da içmiştim annemin elinden. "Nasılsa deneyeceksin yarın öbür gün" demişti. On yıl içtim bırakmadan önce.
Galatasaray Lisesi'nde girdiğim ÖSS'den çıkıp yine böyle kovalar dolusu ağladıktan sonra İmroz'a gitmiştik annemle. Öğle vakti olduğu için henüz boş olan mekanda bizi Yorgo karşılamış, "Pelin Batu'ya ne kadar benziyorsun, gel onun masasına otur" diyerek ağlamaktan şiş gözlerimi güldürmüştü. Bir küçük içmiştik annemle o gün. 
Hep en sevdiğim insanlarla gittim İmroz'a, laf olsun diye kimseyi sokmadım kapısından. Aşiyan'a dadanmamıştım daha o zamanlar ama Aşiyan gibi aldım kendi ruhuma sardım ruhunun bir yudumunu. 
Anasonlu, sarımsaklı nefesler alıp vererek konuşmakla kalmadım orada. İmroz'da aşkla bakmışımdır karşımdaki adama, bakışlarını bakışlarımla sevmişimdir. 
Sonra bir akşam yer ayırtmak için arayıp adımı verdiğimde "Nevizade'nin tezini yazan mı?" sorusuyla karşılaşmıştım da dünyalar benim olmuştu oracıkta. 
Sahi, sözlü tarih çalışması yapmak için İmroz'a giderken ne süslenmiştim o gün. "100 yaşında bir beyefendiyle randevum var" demiştim kuaföre. Abarttığımı düşünmüştür. İlk kadehi bitirene kadar elim ayağım titremişti. Ne tatlı anlatırdı halbuki. Ses kaydı kaldı yadigar, bir de tezim.
Bir de aklımdaki kaydı o tatlı iniş çıkışlı sesinin: "Nasıl olacak? Sen söyle güzel kızım, nasıl olacak?" 
Ah bir bilsem. 
Yarın, bugüne kadar içtiğim rakılar; annem, babam ve Hili'yle tokuşturduğum kadehler; yüzüne sevgiyle baktığım adamlar; biraz içince güzel söylediğimi sandığım şarkılar; tuvaleti bekleyen ablaya ayaküstü anlattığım dertler ve elime döktüğü kolonyayla birlikte uçup gidişleri; bir ülkeyi bir türlü bırakamayan bir adamın ömrüyle birlikte toprağın altına girecekler biraz. Sonra yine rakı içeceğiz. Ne yapalım?

16 Ağustos 2015 Pazar

küçük burjuva iç döküntüsü

Bir tuhaf kadın oldum, anlatması zor. Görsen tanıyamazsın beni. Kendimin kötü bir taklidinden ibaret hissediyorum kendimi. Nasıl anlatmalı bunu? Anlatmalıyım çünkü anlatmadıkça daha beter oluyorum. Çok mutsuzum mesela, neresinden bakarsan bak mutsuzum. Kuzeyimden, güneyimden, batımdan, doğumdan bak, aç içimden dışıma doğru bak, aynı kuru karanlığı göreceksin. Karanlığı hiç bağdaştıramazsın benimle, anladın mı şimdi işin vahametini? 

Nasıl anlatmalı? Koyu bir karanlık büyüyor içimde, her yanımı sarıyor. Sürekli bir ağlama isteği duyuyorum, bazen ağlıyorum da durup dururken. Gülecek bir şey bulmakta zorlanıyorum. Koca yeryüzünde yapayalnızım sanki. Konuşmaktan nefret eder oldum çünkü ağzımı açtığımda hep bir mücadele, daha ikinci cümleye geçemeden birincisini savunmam gerekiyor. İkinci cümleye hiç geçemiyorum. Üçle dördü var sen düşün. Kendimi ifade edemiyorum, inanır mısın? İnan. Belki de edebiliyorumdur da ifade ettiğim şeyi sevmiyordur kimse. Çok bilmiş, isterik, kuruntulu... bir tane de sen yapıştır, yabancı değilsin.

İyi şeyler, güzel şeyler olsun istiyorum ama hiçbir şey olmuyor. Kendiliğinden olmasını beklemiyorum, saçmalama. Hayatımdan endişe ediyorum bazen. Beklenmedik bir anda sona ermesinden ziyade yaşadığımın bir hayat olmadığından endişe ediyorum. Bunu nasıl anlarsan anla. Toplumsal ve bireysel dertler iç içe geçti çoktan. Ne yalnız kendin için üzülebiliyorsun ne de yalnız toplumlar için. Ama sanırım en münasebetsiz zamanda ben, kendi mutsuzluğuma da üzülüyorum. Dönüştüğüm kadını görünce daha da artıyor mutsuzluğum. Karşımdakini vargücümle itip, yüksek bir tepeye sığınmak istediğim o halimi iyi bilirsin sen. Dokunduğum her şey canımı yakıyor. Dilimi kesip atmak, bir daha kimseyle göz göze gelmemek istiyorum. 

Hayattan daha çok şey bekliyordum düne kadar. Şimdi hiçbiri kalmadı neredeyse. Hatta belki hiçbir zaman bir çocuğum olmayacağını da bir ihtimal olarak tanımalıyım artık. Dramatik bir örnek benim için. Ne kadar çok istediğim malum çünkü. Ona bakarsan özgürlük ve barış da istiyorum. 

Hep aynı hikaye aslında. Ölmekten değil de yaşamamış olmaktan korkuyorum. Zamanı boşa geçirmekten, geçip gitmekten. Son haftalarda beş altı kitap birden okudum, iyi hissettim mesela kendimi. Her sabah aynı kişi olarak uyanmak canımı sıkıyor çünkü. Halbuki okuyunca, bir şeyleri araştırıp yeni bir şeyler öğrenince aldığım nefes bile çoğalıyor sanki. Ama işte çok kısa sürüyor bu durum. Sonra yine aynı derin mutsuzluk. Bir başıma çoğalıyorum, çok oluyorum. Bir başıma.

Yok be, depresyon desen değil. Yaşadığım hayatı yaşamak isteyen zilyar tane insan var, biliyorum. Hiç fena bir hayat değil çünkü sürdüğüm. Bu yazdıklarım, o hayatın birkaç katman altı. Aşağıdan yukarıya basınç yapıyor, biliyor musun? Biliyorum hayatta iyi şeylerin de olduğunu falan filan. Teşhis, tedavi değil aradığım. Gittikçe derinleşen mutsuzluğumu şuraya döküp kendimin kötü bir taklidi olarak gülümsemeye ve konuşmaya devam edeceğim. Simulacra and simulation, beybi. 

Hep de en sevdiklerimi üzüyorum en çok, değil mi? Bu da iyi bildiğin şeylerden biri olmasaydı keşke. Sevmeye devam ediyorum, o konuda endişelenilecek bir durum yok. Eskisi kadar iyi değilim ama bu konuda. Mutluluktan çok mutsuzluk veriyormuşum gibi geliyor. Buna muktedir olduğumu bal gibi biliyorsun. Farkına vardığım zaman kendi kendimi feshettiğimi de. Diyorum ya tuhaf bir kadın oldum, duygusal olarak gücüm kalmamış gibi hissediyorum hiçbir zorlukla baş edecek. En korktuğum, en tiksindiğim şeyi yapıp, geçip gidiyorum sanırım. Ya da öylece duruyorum, mal gibi. İkisi aynı şey zaten.

İlyas'ın Asya'nın elini kavradığı bir sahne vardır. Filmin daha başlarında. Nedense o sahne düştü aklıma. Herifin biri gelip elimi kavrasın, çeksin götürsün demiyorum. Valla çakarım ağzına iki tane. Öyle değil, bir erkekten ya da aşksal bir durumdan bahsetmiyorum. Soyut düşün bunu. Ay aman düşünme ya da. Belki de sadece beş bininci kez izleyesim gelmiştir filmi, hepsi bu. 

Bir de artık mektup yazılmıyor diyorlar. Halt etmişler. Bak ne güzel konuşuyorum kendi kendime. İçimi döktüm, rahatladım biraz. Onat Kutlar'ın mektuplarını okuyordum, ondan canım çekti sanırım. Tamamen biçimsel bir özenti yani, bir derinliği yok. Hadi eyvallah.

7 Temmuz 2015 Salı

Ne Sen Prenssin, Ne de Ben Prenses

Geçenlerde bir hafta sonu Beşiktaş'tan Yeniköy'e yürüdüm. Yürümeyi seviyorum çünkü. Dinlenmek için İstinye'de bir banka oturdum . Kitabımı çıkardım çantadan. Müdür'ün de yorgunluktan sesi soluğu kesildi garibimin, çöktü kaldı yamacıma. Müdür bir köpek. Çok da sevimli, ilgi çeken bir köpek. Beş on dakika sonra 45-50 yaşlarında bir kadınla 13-14 yaşlarında, elindeki pembe kılıflı iPad'ini sürekli fotoğraf çekme pozisyonunda tutan kızı önümden geçerken durdular. Kız Müdür'ün fotoğrafını çekmek istedi. Sonrasında bir on beş dakika sohbet ettik annesiyle. Üst orta sınıfa mensup bir ev kadını gibi göründü bana. Tıknaz, sade bir makyaj yapmış ama kıyafetinin detaylarından süsü sevdiği belli olan bakımlı bir kadın. Muhtemelen son bir iki yıl içinde boy atmış olan kızıyla aynı boydaydı. 

Beşiktaş'tan oraya kadar yürüdüğümüzü duyunca inanamadı, pek etkilendi. Bu etkilenmişliğini "Ben şuracıktaki evimize nasıl gideceğimi kara kara düşünüyorum" diyerek gülücüklü bir tezatla pekiştirdi. Sonra da haftalardır aklımdan çıkmayan o ifade döküldü pembe sedefli dudaklarından: "Kıymetini bil, evlenince yapamazsın." Bu cümle bu tür bir bağlamda ilk defa sarf edilmiyor. Yine de ilk defa duymuş gibi etkilendim. Bunu söylerken donuk gülümsemesinde tuhaf bir duygu vardı. Hayranlık, gıpta ve hatta kıskançlığın bir karışımı. 

Her canlının elbet bir gün evleneceğine dair sarsılmaz bir inancı vardı. Ben de elbet bir gün evlenecektim ve öyle hafta sonları sırf sevdiğim için uzun yürüyüşlere çıkamayacaktım çünkü evlilik bunu gerektirirdi. Evlilik, yetişkin bir erkeğin ve en az bir çocuğun bakımını üstlenmek anlamına geliyordu ve bu tam zamanlı bir işti. 

Tuhafıma giden bu kabulü değildi, bindiği dalı kesmesiydi. Evlilik yanlısı bir kadına benziyordu. Gerçi belki biraz birlikte yürüsek, Yeniköy Kahvesi'nde birer kahve içsek ve kızı da yanımızda olmasa "evlenme" diyebilirdi. Çünkü kadınlar, yalnız kadınların bulunduğu koyu ve samimi sohbetlerde genellikle aynı bilgeliği aktararak paylaşırlar: Koca hiçbir şeydir, çocuk her şey. Geç olmadan çocuğunu yap, yeter. Bu paylaşım düzeyine varacak zamanımız yoktu. Karşımda, evlenince (evlenirsem değil, evlenince) en temel keyiflerimden bile mahrum kalacağımı gülümseyerek muştulayan evli bir kadın vardı. "Bu pek iyi bir reklam değil yalnız" diye geçirdim içimden. Ne yapaydım, yüzüne mi diyeydim?

Bu konuşmayı tam unutuyordum ki demin bir yemek tarifi paylaşımını okuyunca hortladı. "Çalışan anneler için kolay tarifler". Neden "çalışan anne"? Neden "anne olan çalışan" değil? "Çalışan baba" diye bir tanım var mı? Bu tamlamalarda tamlanan okeydir de tamlayanda bir tuhaflık olduğu sezdirilir. "Kadın doktor" gibi. Doktor tamam da kadın olması? Anne tamam da çalışması? E ben 10 yıldır çalışıyorum ve yalnızca bir yıldır anneyim belki? Çocuk doğurunca silindi mi her şey? Bitti mi, bu kadar mı artık bana biçtiğiniz hayat? Hafta sonu tek başına sahilde yürümeye bile hakkı olmayan; ne kadar okumuş, özgürlükçü ve eşitlikçi bir adamla evlenirse evlensin er ya da geç ev işleri ihalesi üzerine kalacak olan bir insan evladı. 

Bunun için erkeğin kötü niyetli ve zalim olması gerekmiyor. Erkek çocukları yetişme çağlarında en önemli eğitimden mahrum bırakılıyor: bir evde kendi bokunda boğulmadan tek başına hayatta kalma. Bu eğitim kız çocuklarına, pembe giydirildikleri daha o ilk andan itibaren verilmeye başlanıyor. "Hamarat" diye parlatılıp yüceltilen şey aslında "hayatta kalma"dan başka bir şey değil. Erkek için bu annesi tarafından yerine getirilen bir iş, evlenince de bu görevi eşinin devralması bekleniyor. Evlilik dediğin bir devir teslim töreni ama sanıldığının aksine yalnızca kadının babadan kocaya devri değil erkeğin de anneden eşe teslimi. 

Erkeklerin hususi manyaklar olduklarını düşünmüyorum. İki çocuğu bu kadar temel bir konuda birbirinden bu kadar farklı yetiştirirseniz otuzlarına geldikleri zaman elbette aynı manzaraya bakıp bambaşka şeyler görürler. Ya da görmezler. Gözleri bunu görmek için eğitilmemiştir. Yere dökülüp yapış yapış olmuş bir şey adım atmalarını engelleyene kadar yere dökülmüş bir şeyi ya da Western kasabası gibi üzerinde bir şeylerin uçarak yuvarlandığı tozlu yerleri görmeyebilirler. Bu durumda da iş, gören göze düşer. 

Ve mesela bütünsellik. Yemek yapmanın yeterli, güzel yemek yapmanın lütuf olduğu inancı. (En uygar "aile"lerde bile akşam yemeğini erkeğin yapması, kutlamayla karşılanan bir istisna değil mi?) Keyifle yenen bir yemeğin ardından kaldırılmayı bekleyen sofra, sudan geçirilip makineye kaldırılması gereken bulaşıklar, yapım esnasında kullanılıp musluğun altına yığılmış kirli kap kacak ve yağdan arındırılması gereken ocak, tezgah ve yerler. Yarım saatlik keyfin iki saatlik eziyeti. Ama güzel yemek yaptı şimdi, hakkını yemeyelim. "Ben sonra hallederim" taahhüdünün kurumuş bulaşıklarla daha önce hiç cebelleşmemiş saflığı veya arada kaynatıp işi gene ihale sahibine yıkma çakallığı. 

Ne sen prenssin, ne de ben prensesim. Önce bu konuda anlaşalım. 



25 Haziran 2015 Perşembe

Ölümcül bir Hastalığın Son Evresi

Elbette bunu düşünerek yaşanmaz ama düşünmesek de var ölüm. Her an olabilir. Sonrası yok. Elimdeki tek şey bir ömür. Yalnızca bir tane ve uzunluğu belli olmayan bir zaman dilimi. Ömrümün kısıtlılığının aksine o ömrün hakkını vermeme yardım edecek şeyler sonsuz. Gidip de görmediğim yerler, yiyip içmediğim şeyler, okumadığım kitaplar, varlığından bihaber olduğum zilyar bilgi ve düşünce, dinlemediğim müzikler, izlemediğim oyunlar ve filmler. Yaşadığımı hissettiren şeyler. Aslında mesleğim bile kısıtlı yaşamımın kısıtlarını esnetmeye, zorlamaya yönelik: küçük dünyandan çık, insanlarla konuş, dinle, anla. Yaşam, duyularımızla algılayabileceğimiz bir şey olsaydı kımıl kımıl, ıslak, ılık, tadını ve kokusunu benim diyen gurmenin bile asla tam olarak çözemediği bir şey olurdu. 

Çeviriden çok keyif alıyorum. Bir tür doyum veriyor bana ama yetmiyor. Yetinemiyorum. Fay hatlarım tedirgin. Ya sanat yarat ya da bilgi üret diye hiç durmadan dürten fay hatlarıyla yaşıyorum. Nefes alıyorsun, hakkını ver. Bir gün almayacaksın. 

Aragon'un "işer gibi yaşamak" sözü vücut buluyor zihnimde. Pisuarda işeyen bir adam canlanıyor gözümde. Göz kapakları yarı inik, hayattan tek beklentisi işemek. Tek işi ölene kadar nefes alıp vermek. Sonra artık onu da yapmak zorunda kalmayacağı için son nefesi rahat bir nefes olacak belki. O adama mı dönüşüyorum, yoksa çoktan dönüştüm mü diye düşününce dehşete kapılıyorum. 

Değer başka, anlam başka şey. Hepimiz bir anlam peşindeyiz ve muhtemelen yok. Bununla baş edebilirim. Ama bir değeri olduğuna inanıyorum ve çarçur edilmesine katlanamıyorum. Her gün aynı yere gidip aynı insanlarla birlikte, aynı şeyleri yapan insanlar o yüzden bu denli bir dehşet ve öfke uyandırıyor bende. Çünkü hiçbir yaşam bu kadar değersiz olamaz, olmamalı. Yaşam azıcık bile tutku ve arzu uyandırmaz mı insanda, bir şey yapma isteği, herhangi bir şey? 

Böyle tepki verdiğime göre benim kutsalım da olsa olsa bu herhalde: Yaşam. Çünkü etrafta inanılabilecek yalnız onu görebiliyorum. Sonlu olduğu için inanmamaktansa sonlu olduğu için inanıyorum. Tutkum, arzum, öfkem, dehşetim, korkum hep ondan. Görev icabı nefes almak, işer gibi yaşamak istemiyorum. Kendi sınırlarımı yerinden bir santim bile oynatmadan uyuşup kalmak istemiyorum. Mesela neden dünyayı gezmek için ölümcül bir hastalığın son evresi teşhisi konulmasını bekliyorum bilmiyorum. Manyaklık bu. 


16 Haziran 2015 Salı

Büyü de Gel Çocuk

Teşekkür ederim, burada tutuşmuş halde çalışmaya çalışırken bangır bangır Sertab Erener gecesi yapan komşum. En azından her seferinde tematik bir tutarlılık izliyorsun. 
Ekim 1994'ten Sertab Erener. Söz-Müzik Mustafa Sandal.

9 Haziran 2015 Salı

Yine bir Haziran

Ne hafta sonuydu...

Cuma gecesi Oy ve Ötesi'nin eğitim materyallerini izleyip kanun ve genelge okumakla geçti. Cumartesi sabahı birkaç saatlik uykuyla kalkıp çıktı aldım, karbon kağıt aldım, yiyecek, su, el feneri... Öğle saatlerinde kuaförde saçım yapılırken kanun okumaya devam ediyordum. Öğleden sonra arkadaşımın düğününde hazırdım. Planların aksine gece uzayınca ertesi sabah sekiz buçukta gözlerimizi açabildik. Alarmları duymamışız. Yine birkaç saatlik uykuyla motora atlayıp görevli olduğumuz Bahçelievler'e gittik. Akşam sekiz gibi ayrıldık okuldan. Beşiktaş'a geldik. Eve girdik. Televizyon açıktı. Gözlerime inanamadım. Aslında hala inanamıyorum. Seçim sonuçlarını birkaç saat televizyondan ve Twitter'dan takip ettikten sonra çarşıya geçtik. Uykusuzdum, yorgundum. Hepsi bir rüya gibi geliyordu. Bizim pub'a gittiğimizde kutlamalar başlamıştı. HDP'ye oy vermiş vermemiş herkesin yüzü gülüyordu. Birbirimize sarıldık hep. Durup durup sarıldık. Öyle katıksız bir mutluluğu en son Gezi'de duymuştum. Tek ömrümüz bu adamlara denk geldi diye üzülüyoruz ama iki müthiş Haziran da görmüş olduk sayelerinde. 

Dün gece içtim. Gönlümce içtim. Halaylar çekildi; devrim şarkıları, Kürtçe şarkılar çalındı, kadehler kaldırıldı ama o adamın ismini ağzımıza almadık. Adını anmadan, neşeyle içtik. Orada bulunan herkes önümüzdeki günlerin zor geçeceğini bilincindeydi ama aynı şeyi söylüyorduk: Bırakalım da bu gece yalnızca mutlu olalım be. Mutluluk gerçekten de paylaşınca çoğalan bir şey. 

Sekiz haziran gecesi saat on ikiye yaklaşırken hala sersem gibiyim. Yalnızca akşamdan kalmalık değil beni sersem eden. İnanama ve korku ve düş kırıklığı. Dünkü mutluluğuma gölge etmesine izin vermediğim şeyler. İnanamıyorum. Bir gün bunların da devrinin sona ereceğini biliyordum ama kara bir bulut gibi öyle çökmüşlerdi ki sanki hiç gitmeyecekler gibi geliyordu. Korkuyorum çünkü kolay olmayacak. Bir "kaos" lafıdır gidiyor. Herkes siyaset uzmanı kesildi, koalisyonun fenalıkları sayılıp dökülüyor. Şimdi neredeyse bunu istercesine kaos çığırtkanlığı yapanlar zaten nasıl bir delilik içinde yaşamakta olduğumuzun bilincinde mi değil? Kaos diyenler, Taksim'de kutladığımız o ilk bir mayısı anımsatıyor bana. Polissiz, sorunsuz, bayram havasında bir bayram. Gezi'de daha iyi gördüm ki polis çıkarmadığı müddetçe sorun yok. Kaos da böyle olacak. Kendileri çıkartıp "bakın" diyecekler. Benim de suç dosyam o kadar kabarık olsa ben de korkardım. Ama korkularından bütün bir ülkeyi ateşe atmaktan imtina etmeyecekler. Halbuki çok büyük bir fırsat var karşımızda. Köklü antagonizmalar köstek olmasa her şey pekala çok güzel olabilir. Düş kırıklığım ise çevremdeki (aslında Facebook'taki) birkaç tanıdığın söylemlerinden kaynaklı. Benim yakın çevremde azınlık olmalarına karşın dışarıda çok olduklarını biliyorum. 

Ama biz de az değilmişiz. Artık onu da biliyorum. Ben mecliste ilk defa ne zaman temsil edildiğimi hissettim biliyor musun? "Filibuster" sırasında. Torba yasanın oylanıp madde madde geçirildiği gece meclis tv'de, kürsünün önüne oturup eylem yapan, "her yer Taksim her yer direniş", "jin jiyan azadi" ve benzeri sloganlar atan HDP'li milletvekillerini gördüğüm zaman. Orada olsam yapmak isteyeceğim şeyi yapan insanların orada olup bunu yapması... "Temsil"in en basit tanımı olsa gerek. Emanet oy kavramını pek anlamıyorum. Oy veriyorsan aklına yatmış demektir. Bu emanet değil siyaset. Beğenirsen gene oy verirsin, beğenmezsen geri alırsın. Neredeyse otuz yaşındayım ve ilk defa beni temsil ettiğini düşündüğüm bir partiye oy verdim. Körü körüne değil, eleştirel mesafemi koruyarak. Korumaya da devam edeceğim.

Sandık müşahitliği başlı başına bir deneyimdi. Seçmenleri ayrı gözlemliyorsun, parti temsilcilerini ayrı. Seçme ve seçilme hakkı kazanmış kadınlarımız seçmeme hakkını kaybetmiş maalesef. Çoğu "başlarındaki" erkek tarafından zorla sürüklenmişti sandığa. Neyi nereye basacağını, neyi neye koyacağını, sonra onu nereye atacağını dakikalarca çözemeyen kadınlar gördüm. Onları terörize eden erkekleri saymıyorum. 

Aslında seçmenden çok parti temsilcileri arasındaki iletişim beni şaşırttı. Sınıftaki tek müşahit ve tek kadın bendim. Sınıfa ilk girdiğimde bir gerginlik oldu. Sonra alıştılar. Muhabbet ettik. 80'den beri her seçimde görev aldığını gururla tekrar eden 60'larındaki Hilmi Abi vardı. Tarih öğretmeni sandık başkanı ve AKP, CHP, MHP ve HDP'li kurul üyeleri. AKP'liyle CHP'li kimlik doğrulama işini üstlenmişlerdi, araları iyiydi. Hilmi Abi pusula ve zarfı veriyordu. MHP'li ve HDP'li çocuklar da ona yardım ediyorlardı. İçimizdeki en gergin insan HDP'li çocuktu. MHP'li çocuğun gözlerinin içi gülüyordu. Erzurumluymuş. Beni bütün gün en çok etkileyen şey ikisinin diyaloğu oldu. "Ben Erzurumluyum. Bizimkiler sizinkileri yaktı ama ben bunu kınıyorum. Kimse ölmemeli" dedi. Üçümüz, ne olursa olsun kimsenin ölmemesi gerektiği konusunda mutabıktık. Mutabık olabiliyorduk. Yan yana durup, konuşup yaşayabiliyorduk. Evet şaşıra şaşıra buna şaşırdım. Çünkü en çok bunu unutturmaya uğraştılar. Halbuki bir arada pekala var olabiliyoruz. Yeter ki bize dokunmasınlar. Tek bir şikayet, tek bir itiraz olmadı sandıkta. Her şey usulüne uygun yapıldı. Kimse kayırılmadı, kimse yerilmedi. İsteyince nasıl da başarabiliyormuşuz...

İşte böyle bir hafta sonuydu.

30 Nisan 2015 Perşembe

28 Nisan 2015 Salı

DERDİMİZ

İnsanın eli kalem tutan, derdini anlatacak kadar yazmasını bilen arkadaşları olması çok güzel. Canan derdimizi anlatmış, paylaşıyorum. Bu türden artık tak eden mevzularda "eeh yettiniz ulan" diye başlayıp, küfür sallayarak devam etmeden yazabileceğim günlerin umuduyla...


Derdimiz kapitalizmin çeşit çeşit ambalajlara (örn. doğallığa veya çocuk bakım fedakarlığına) sığdırıp da pazarladığı ürünlerden birini, bir firmayı veya bir ajansı hedef göstermek değil şu an. İçinden ateşe vermek için debelendiğimiz şu sistemde bireyler olarak hepimizin etik olarak üretim ve tüketim araç ve yöntemlerini sorgulamaya devam etmesini elbet dileriz. Bundan geçen en iyi yolun da dayanışma, komünal eylemsellik olduğunu hissederiz. Lakin bugün derdimiz kapitalizmin dayattığı  bir başka ambalaj:

Kadın ambalajı

Anlaşılamayan istekleri olduğu sanılan, birbiriyle çelişen taleplerde bulunduğu savunulan, giyime, lükse, para pula ve erkeğe düşkün olmakla itham edilen, fedakar anne rolünün kendisine ne kadar yakıştığı basbas bağırılan, evde oturup çocuk bakan, erkek olsa aynısı olmazmış gibi davranılan kadın ambalajı. Biz kadınlar sistemin ve kölesi olmuş siz küçüklü büyüklü erk temsillerinin dayattığı, üzerimize zorla giydirdiği kılıfları kesip çıkmanın yollarını arıyoruz.

Örtük cinsiyetçilik tanımı gereği şapka takar; "aman bayana kapıyı tutalım", "sen şimdi hamilesin, duyguların yoğun tabii", "periyoddasın ondan bana trip atıyorsun", "senin dekolte giymeni isterim ama ortam müsait değil" şeklinde basitçe örneklendirilebilecek şapkalardır bunlar. Bu yolları ararken zaman zaman postmodern şapkalar geçirerek yanımıza yaklaşan empatik erkleri de artık tanıyoruz.


"Kadınları anlama"nın yolu önümüzden çekilmektir ağalar, amcalar, babalar, abiler. Biz ne istediğimizi biliyoruz, az önümüzden çekilin de deyiverelim cümle aleme. Bizi anlamanın yolu budur, bundan öte bir dayanışmanız yoksa bu sahnede yeriniz artık yoktur. Basmakalıp kadın imgelerini bir çuvala doldurup bir de erkek sesiyle süslediğiniz şeyin adı CİNSİYETÇİLİKTİR beyler (aranızdaki kadınların içlerine hapsolmuş kadınlıklarını tenzih ederiz). Özür dilemek yerine "Çık kırıldık vıllı, kıldırdık rıklımımızı" diplomasisiyle paçayı kurtarmaya çalışabilir "Fomonostloro do hoç yorolonmuo! Boz toplomon gorçoklorono gostoruoz" nağmeleri dizebilirsiniz. Yanımızdaysanız esas isteklerimizi topluma bizim sesimizden, bizim gerçekliğimizden dillendirirsiniz. Yoksa gölge etmeyin başka ihsan istemeyiz...

23 Nisan 2015 Perşembe

Alice Barker

Yüzyılı devirmiş bu kadının söylediği çok şey var ama yazıya dökmeye vakit yok. Yine de bu video şurada dursun. 

15 Nisan 2015 Çarşamba

Ön Sözler Gereksizmiş



Mimar Sinan'ın Prof. Dr. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi Kütüphanesi'ne gittim bugün. Sırtımda bilgisayar, ayağımda konvers. Kimse de demedi ki "hemşerim sen kimsin?" Öylece girdim içeri. Bir kimlik filan bıraksaydım bari? Normalde katıymış aslında güvenlik ama boşluklarına mı denk geldi, tipim mi kurtarmadı bilmem. 

Kütüphaneyi bulmam gerek, nerede olduğunu da bilmiyorum. Özgür'le Muhsin Bey'in (1987) restore edilmiş versiyonunu izlediğimiz salona doğru ezbere adımlarla ilerledim. Sağım solum her yer müze gibi zaten. Eski kameralar, fotoğraflar, ödüller, giysiler. Giriş katını tamamen tavaf ettikten sonra aklıma geldi orada oturan çocuğa sormak. Kapıdan çıkayım, sağdan aşağı? Tamam.

Çıktım, sağda kantin var. Az sayıda öğrenci, sessiz sakin, kendi hallerinde takılıyorlar. Kıştan sonraki ilk bahar günleri zaten. Tazecik güneş herkese sirayet etmiş. Onlar üniversite öğrencisi, ben değilim. Ama daha dün... hayır, artık değilim. Çok garip bu. Tuhaf bir his. Aslında hâlâ oraya aitmişim gibi. Bir de Mimar Sinan ya, malum.

Acaba arada kaynıyor muyum, yoksa bu kim lan diye geçiren var mıdır içinden? Hiç bunları düşünmüyormuşum gibi hızlıca geçtim kantinin önünden. E aşağıda bir şey görünmüyor. Kısa saçlı, sıfır makyajlı, güler yüzlü bir kıza yanaşıp kütüphaneyi sordum. Molozları geçince kapıyı göreceğimi söyledi. Moloz? Molozlar? Tamam, teşekkürler. Ha bir de kapalı? Oh şahane.

Sahiden de moloz ve atılacak dokuman ve film yığınını geçince kapısında KÜTÜPHANE yazan camlı bir kapı gördüm. Gösterim yapılan sinema salonunu görmüş olmasam beklentilerimi frenlerdim ama o salondan sonra bu kadar mütevazı bir kütüphane beklemiyordum. Bir saat kadar içine de giremedim zaten. Artık üniversite öğrencisi olmadığım yüzüme yüzüme vurmasın diye -ve tabi birkaç dakika kadar atılanlara göz gezdirdikten sonra- aksi istikamette keşfe çıkınca binanın resmen kucağına alıp sarmaladığı küçük, huzurlu bir bahçeyle karşılaştım. Ne yapayım, çantamdan çıkarıp Huzur'u okumaya koyuldum ben de. Şehrin göbeğinde nasıl koyu bir sessizlik, anlatamam. Zaman geçti. 

Bir saat sonra elinde yemek tepsisiyle görevli hanım gelip kapıyı açtı. Aslında tepsiden dolayı tam benim açmamı rica edecekken telefonum çaldığı için kapıyı açmayı nasıl başardığını tam bilmiyorum. İnternetten aldığım Onat Kutlar'lar kapıda kalmış. Çıkar çıkmaz koşup şubeden aldım tabi ki. 

"Hocam" aşağı, "hocam" yukarı. Değme keyfime! Bir de her yer sinema, her yer film. Şeker dükkanı gibi. Sonra kitaplar önümde yığıldıkça fark ettim ki (o yığılmayı da çok özlemişim, ben kütüphane özlemişim) Nijat Özön tek başına sırtlayıp götürmüş Türkiye'de sinema literatürünü. Katkısının büyüklüğü karşısında dehşete kapıldım. Vecdi Sayar haklıymış. Sinematek paneli çıkışı "termino..." dedim, Nijat Özön dediydi. Sahiden de bu kadar netmiş. 

Neyse, sonra yayıneviyle görüştüm. Ben uzatma almak isterken onlar neredeyse öne çekmeye bakıyorlar. Değil gelecek film festivaline yetişmesi, basımını görmeye ömrüm yetmez diyordum, bu Ağustos'ta basmayı planlıyorlar! Redaksiyon bir ayda bitermiş? 600 sayfa? Neyse ki sinemadan anlayan biri redakte edecekmiş, çok şükür. Dizini de birlikte çevirecekmişiz. Bu da Notlar kısmının çevirisini saymazsak (nereye saymıyorsam elli sayfayı) geriye bir tek, kitabı satır satır elden geçirerek okunaklı hale getirmek ve oraya buraya saçtığım çn'lerin içini doldurmak kalıyor. Bir buçuk ay var. Mümkün değil. Stres seviyem yüksek irtifada seyrediyor, ama eş zamanlı olarak acayip de bir rahatlama geldi çünkü bitecek. Hatta basılacak da göreceğim bile, yuh. Stres ve rahatlamanın bu eş zamanlılığı beni benden aldı yemin ederim. 

İlk kitap çevirim basıldı bu arada. Daha benim elime ulaşmadı ama çıkmış. Optimist Kitap'tan Bilimi Anlamak. Tavsiye ederim:)

16 Mart 2015 Pazartesi

Rakı Şişesinde Balık

Bir mekandan bahsetmek istiyorum. Bir meyhane. İnanılmaz keyifli. Rıfat Diye Biri'nin (1962) kırk beşinci dakikasının geçtiği yerlerde eski, ince, uzun binaların birinin terasında bu meyhane. Döne döne yükselen yüksek basamaklı merdivenlerden değil alkollüyken inmesi, ayıkken çıkması bile emek istiyor. Ondandır ki tuzaklı son basamağı da nefes nefese çıktıktan sonra cam kapıyı tutan (henüz tanımadığım) güler yüzlü  ev sahibine içten bir "şükür kavuşturana" dedim. 


Benim evin salonu kadar bir alanı var. Altı masa, bir de mezelerin bulunduğu cam dolap zor sığmış. Ama manzara. Ama o manzara... İlk görüşte aşk. Bütün Haliç ışıl ışıl önümüzde uzanıyor, hatta dört bir yanımızı sarıp sarmalamış. Sanırsın dert tasa yok dünyada. Sanki o mavi kapıdan girip de kulenin en tepesine tırmanınca bütün dertler dışarıda kalmış, biz içeride güvendeyiz. 

Kış nedeniyle şeffaf, plastik bir tenteyle kapanan yüksek terasa martılar pike yapıyor. Sağımız solumuz üstümüz hep martı. Gözünü çevirdiğin her yerde boylu boyunca Haliç'in ışıltısı ve martı kanatları var. Kulaklarımızı okşayan müzik öyle yerli yerinde ki. Birbirimizi duymakta hiç güçlük çekmiyoruz. Sohbetin ortasında birden durup şarkıya eşlik ediyor, sonra yine sohbete devam ediyoruz. Mekanın teklifsiz bir güzelliği var, ikinci büyükle birlikte bize de sirayet ediyor. Ekip müthiş zaten. Bir matematikçi, iki psikiyatr, bir doktor, bir siyaset bilimci, bir de garip benceğiz. Kimimiz yeni tanışıyor, kimimiz on beş yıllık arkadaş. 

Masa örtüsü kumaş değil kağıt. Gazete kağıdı değil haa, hususi. Mezeler güzel. Güveçte iki de spesyali var ki bayıldım. Levrek lokum ile şu patlıcanlı, türlü deniz mahsüllü olan.

"Herkes bilmese de olur" diyor bana kapıyı açan, mekanın güler yüzlü ortaklarından genç emekli astsubay. Yine de iki yıl önce açılan mekanın uzun süre sır olarak kalacağını sanmam. Hani dünyalara duyurmakla, yalnız size kalmasını istemek arasında kaldığınız şeyler vardır ya, işte öyle bir yer. 

O merdivenler nedeniyle rakı şişesinde balık olması zor ama tam demlenilecek yer...

19 Şubat 2015 Perşembe

Eksik

Kara elim değmedi bu kış. Yokuşun tepesindeki evimin büyük penceresinden(adeta bir Big Screen)tablo gibi izlemekle yetindim beyaz çatılarla ağaçları. Nasıl çocukluğunu yaşayamamış, sevdiğine varamamış insanlarınkine benzer bir hüzün çöreklendi yüreğime, anlatamam...

12 Şubat 2015 Perşembe

30 Ocak 2015 Cuma

Sarahaten

Aşiyan'ı yuva belleme sebebim şarkı. Sözlerinde hep bir gel beni dramatize et çağrısı duymuşumdur. Metin Akpınar bu çağrının hakkını vermiş. 



24 Ocak 2015 Cumartesi

bi siktirin gidin rica ederim


hani bazen oturup üşenmeden, öfkemizi yeterince soğuttuktan sonra tabi, olanca soğukkanlı analitikliğimizle, zaman zaman tutukluk yapsalar bile iş gören yadigar kavramsal araç gereçlerimizle, kutsal tanımayan eleştirelliğimizle, ne kadar post'lasak da "aklıselim" sahibi modernist rasyonalitemizle, kimseye açıktan yamuk yapmamaya azami özen göstererek, sakin sakin, eli yüzü düzgün, kimi zaman üç satırı geçse de grameri imlası yakışıklı cümleler kuruyor, bunları birbirine bitiştirip paragraflar oluşturuyor ve "çok mu uzun oldu, okunmaz mı" endişesiyle yayımlıyoruz ya... hah. işte bu bana çok saçma gelmeye başladı. absürt bir distopyada anlamlı bir iki kelam etmek için çırpınmak anlamını git gide yitiriyor. ne anlamı, hangi zemin. seviyemize sokayım arkadaş. atom fiziğini bilemem ama lanet olsun entelektüelliğe. atıyorum, yıllarını veriyorsun mesela. ister akademik, ister akademi dışı. sosyolojiden giriyor, siyaset biliminden çıkıyorsun. seçim barajı diyorsun, demokrasi diyorsun, temsil diyorsun, adalet diyorsun. lan en basitinden hak diyorsun, saygı diyorsun lan. binlerce sayfa dolusu fikir tepişiyor aklında, onları hale yola sokup anlatıyorsun derdini. adamsa orada gözünün önünde sıfır utanma, ultra pişkinlikle kedi diyor, girdi diyor. kedi diyor ya. ben atlatamadım hâlâ bu kedi travmasını. kedi dedi lan adam. yani demem o ki, hep beraber sigaraya yeniden başlasak bile nefesimizi daha yerinde tüketmiş oluruz. onca emekten süzülen kelamın yerine şöyle uzunca bir "eeeh" çektikten sonra ağız dolusu "bi siktir git lan!" desek kafidir kanımca. yetmiş iki punto. bold. siyah. times new roman. sonda, sayısı opsiyonel ünlem işareti. bu hiçbir şey. gerçekten. içimden geçen küfürleri dile getirsem kaptan hadok yanımda staja başlar. öyle.  





21 Ocak 2015 Çarşamba

The Big Screen

Hayatımın yaklaşık bir yılını adamak suretiyle ve de zaman zaman yüzümde bir gülümsemeyle çevirmekte olduğum kitap ve tonton yazarı, film eleştirmeni David Thompson. 

16 Ocak 2015 Cuma

Şehirlerarası

Tam bir sanayi şehri olduğu yetmiyormuş gibi kapalı ve soğuk Ocak günü de bütün şehrin üzerine kül serpmiş. Eski garajdaki tek tük insan, tek tük hayvan ve tek tük otobüs ölü gibi hareket ediyor. İnce bir buz, hayır hayır, ince bir kül tabakası kaplamış gibi üzerlerini. Bakışları, duruşları, hatta otobüse koşuşları bile donuk.

Cam kenarındaki koltuğumdan donuk bakışlarla bu donukluğu izliyorum. Buna kamuflaj da diyebiliriz. Acentelerin sıralandığı tek katlı köhne binaya girecekmiş gibi duran otobüsümüzün sağ cephesine burnunu vermiş bir taksi yolcu indiriyor. Onu gördüğü halde bir başka otobüs yağ gibi aramıza süzülünce taksi çaresiz geriye doğru birkaç adım atıyor. Burası şehirlerarası otobüslerin ülkesi, geri kalan herkes haddini bilecek. Yolcu getirerek otobüsleri besliyor olabilirsin, yine de fazla sokmayacaksın burnunu, tekerleğini denk alacaksın sarı.

Acentelerin önünde, çatının altında kalacak şekilde tek sıra dizilmiş sabit masa sandalyelerden birinin altındaki kedi çekmiş dikkatimi. Dikkatimi ne ara çektiğine dikkat etmedim, her şeye de ben dikkat edemem ki. Öyle bir an, kediyi izlerken buldum sadece kendimi. Bir sandalyenin altında konuşlanmış, ön bacakları yere dik, götünü yere koymuş takılan inek desenli bir kedi. Koymuş koymasına da bir rahatsız, bir huzursuz gibi. Bakışları ileriye sabitlenmiş götünü bir kaldırıyor, bir indiriyor. Sade o da değil, o sırt bir sivriliyor bir düzeliyor. Bakışlarının gittiği yolu izledim, epey uzakta ne yapacağına karar vermeye çalışan mütereddit bir köpek dikiliyor ayakta. O da küllenmiş belli. Bu yöne iki adım atıyor, kedi dikeliyor. Duruyor, duruyor, o yöne iki adım atınca ineğin götü rahat yer görüyor. Neredeyse karşı takım kalesi uzaklıktaki itin keyfine kedi telef oluyor burada. Yeter artık, bitsin bu zulüm. Bir de nasıl sevimli piç. Hafif irice, biraz da kabarık tüylü bir şey. Sık gördüğümüz sokak köpeklerinden farklı bir tipi var. Orijinal it. Kediyi gördü mü görmedi mi bilmiyorum ama görse de muhatap alacak bir mizacı yok gibi görünüyor. Bıkkın hareketlerle ilerleyip binanın arkasında gözden kayboluyor. Kedide bir rahatlama, bende bir can sıkıntısı hâsıl oluyor. İnsan ne hain şey. İki kovalamaca olsa gülüp eğleneceğim demek. Hayvan.

Şu kadın, şu ellerini arkasında kavuşturmuş işsiz muhtar tipli adamın önünden geçecek on saniye sonra. Adam dümdüz önüne bakıyor ama o da farkında olacakların. Adam, kadın, ben üçümüz de farkındayız yazgımızın. On saniye içinde iddiaya tutuşuyorum kendimle. Var mısın yüz lirasına? Bakacak. Ne yüzü be, koy bir binlik. O kadar param yok ama adımdan iyi biliyorum bakacağını. Kadın önünden geçerken hiç oralı olmuyor adam. Rahat geçsin diye bir adım geriye gitme zahmetine bile katlanmıyor, öyle kayıtsız. Fakat kadının geçmesiyle birlikte kadının gittiği yöne doğru yavaşça dönüyor kafası. O götü görmek zorunda, görmeli. Uçlan bakalım binliği. Bak hâlâ alamadı gözümü. Huoop. 

Yanımıza süzülen otobüs gitmiş. Onun ötesindeki de geri geri giderken beyaz saçlı hâkim abi maestro gibi durduruveriyor otobüsü. Yolcu gelecek, dur. Gencecik, gürbüzce bir oğlanın elinden küçük, iş görür bir buzdolabı ebadındaki valizini kapıp koşar gibi bir dans yaparak otobüse gidiyor. Oğlan biletini alacak. Otobüs yolcuları bekliyor. Ah Ayhan Işık.
Beyaz saçlı abi fena. Burası birbirine girmiyorsa onun yüzü suyu hürmetine. Bazen ellerini bile kullanmıyor şoförle anlaşırken. Göz kırptı işte. Gülücük mü o ağzının kenarındaki? Altmışlarında var sanki. İyi bakmış kendine. Göbeksiz, beyaz meyaz ama saçlar tam kadro yerli yerinde. Azıcık uzun, geriye doğru taranmış. Dede olmuş hâlâ çalışıyor. Maestroluktan kazandığıyla pazardan oyuncak alıyordur torunlara. Yok yok, daha yalnız bir tanecik torunu var. Kızındandır o da. Yirmisinde evlenince tabi. Oğlan nazlı. Askerden döneli yıl oluyor, ses seda yok hâlâ. Babasına çekmiş tabi, hiç evlenir mi o saçlarla. Geri geri ayrılıyoruz eski garajdan. Dede sen daha çok beklersin oğlanın evlenmesini. Üzülme be, safi masraf zaten bu işler. Hele azıcık belini doğrult. Daha genç nasolsa.

Şehirden çıkmadan önce son durak yazıhane. Otobüsün sağ arkasında, cam kenarlarına sıralanmışız üç kadın. Cam kenarı yok mu diye sormasam az daha koridor veriyordu bilet satan kadın. Erkek yanına oturamadığımız gibi kız başımıza arkalara oturmak da hoş karşılanmıyor. Arka koltuklar gözden ırak olduğundan her türlü ahlaksızlık dönebilir. Sakıncalı. Bence sakıncası yok. Otuz sekiz uygun. Yolluyum çünkü ben. Yola çıkıyorum. Romantik bir kişiyim. Elli bin tane şey düşüneceğim pencereden küllenmiş şehre bakarken. İşim gücüm var benim. Ver sen o koltuğu bana. Kendimi koruyabilirim, kurda kuşa yem etmem apış aramı, pardon, namusumu.

Yazıhane önündeki bekleyiş sürdükçe sürüyor. Bizim otobüs gelince bir kısım yolcu hareketlendi ama çoğunluğun beklediği gemi bu değil. Dar beyaz eşofmanlı, beyaz tenli, siyaha boyalı saçları gelişigüzel topuzlu incecik bir kız. Nerenden çıkardın o pusetteki çocuğu. Yüzü nasıl da benziyor yalnız. Bir elinde kocaman beyaz telefonu, puseti dar alanda bir oraya bir buraya sürüyor. Çocuk halinden memnun tabi. Ara ara küçük ağzını ardına kadar açıp tembelce esniyor. Tembelce esneyecek tabi, işi ne? Madenden kömür mü çıkarsın çocuk. Birkaç sene sonra o da olur. Çocuğu pusetten aldı, tek koluyla kucağında tutmaya çalışırken diğer eliyle puseti katlayıp taşınabilir hale getirmeye çalışıyor. Telef oldu kadın. Çocuk düşüverecek diye ödüm patlıyor. Şeytan diyor inip yardım et. Şeytanın iş tanımı da epey değişmiş görmeyeli. Sürüyle insan var yanında yöresinde ama herkes acı çekişini izliyor mal gibi.

Muavin ince bir telaşla koridora geldi, doğrudan olmamakla birlikte anlaşılabilecek şekilde bize hitap ediyor: “Bayanlara cam kenarı sattığımız için baylara satış yapamıyoruz. Bir yardımcı olsanız. Siz şöyle gelseniz hanımın yanına?” Arkamdaki kadın sıfırdan sinirle söylenmeye üç saniyede geçiyor. “Çok eşyam var benim, zor yerleştim zaten.” Onun önünde ben, benim de önümde başka bir kadın. İçimizden biri bir kahramanlık edecek ama muavin gözlerini dikip yanlış kabloyu kesti. Dalga dalga sinir yayılıyor arkamdan doğru. Çantalarından birini muavine uzatıyor kadın: “Al, teker teker yardım edeceksin taşımama.” Daha eli havadayken sinir dalgaları önümdeki kadına ulaşmış olacak, “ben geçerim” diyor sükûnetle. Kalktıktan sonra soruyor nereye diye. Muavin oralı değil, serbest kalan koltuk numaralarını yazıhaneye bildirmekle meşgul. “Arkamdaki hanımefendinin yanı” diyerek belli belirsiz bir baş hareketiyle arkamı gösteriyorum.

Sizin kaçgöçünüz için kılımı kıpırdatmam, ne kıpırdatacağım. Üç cam kenarında üç kadınız. Üç tane boş koltuk var yanımızda. Altı koltuk, üç insan. Yani üç insanlık daha yer var oturacak. “Ben rahatsız olmam” diyeceğim, gözler bana dönecek, adım gibi biliyorum. Hem “orospu” olacağım, hem de bir boka yaramayacak çünkü “sistem vermiyor” diyecek muavin. Sistem benim kadar orospu değil demek ki muavinciğim. Sistem müşteri kaybetmeyi göze alacak kadar namuslu. Sistemin gözünde kadın-erkek yok zaten, bay-bayan var. Öyle kibar, öyle efendi. Efendi tabi, sistem erkek. Kadın olsa kancık olur. Sistem efendi benim istememe gerek kalmadan beni korur. Küçük beynimle düşünmek zorunda bırakmaz beni. Şüphesiz ki sistemin bizimkine üstün bir ahlakı vardır. Bugün bir genel ahlak kolay yetişmiyor sonuçta.

Sistem keşke toplu taşıma araçlarının telefon kulübesi gibi kullanılmasına da bir el atsa. Son ses çalan telefonlarını açıp bağıra çağıra konuşan bir otobüs dolusu insanla aynı otobüse tıkılıp kalmış, kapana kısılmış halde geldim gelirken. Önümdeki çocuk kız arkadaşıyla geyik yapıyor. Sağ çaprazımda, arkada oturan ablanın kayınpederi “çıkma” dendiği halde evden çıkmış, evi bulamıyor şimdi. Nerede olduğunu bile bilemiyor adamcağız. Panikle gelinini arıyor “ben evi bulamıyorum” diye. Kulaklar da zor işitiyor. Türbanlı, pardösülü abla bağıra bağıra dert anlatmaya çalışıyor adama. İşi zor. Bizim de öyle. En fenası tam arkamda oturan kız. Kodaman bir abinin vereceği yemeği organize etmekle yükümlü. Otuz davetlinin gelip gelmeyeceğini teker teker arayıp teyit etmesi gerekiyor. Bunun için şehirlerarası otobüsten daha uygun bir yer aklına gelmiyor. Bir iki beş derken yemeğin yerini, tarihini, saatini, yemeği düzenleyenin adını sanını, kızın adını soyadını telefon numarasını ezberliyorum. Dört koltuk yarıçapında herkes cinnet geçirmek üzere ama kimsenin de gıkı çıkmıyor.

Yanımdaki türbanlı, pardösülü kız on beş yaşlarında, solgun, incecik bir dala benziyor. Kucağında şeriatla ilgili ince bir kitap. Benim kucağımda da aynı incelikte bir Foucault. Aynı teyit cümlelerini yüksek volümde on beşinci kez duyunca aynı anda sinirle kitapları kapatıveriyoruz. Kız şeriat okuyamıyor, ben Foucault okuyamıyorum. Neticede okuyamıyoruz. Dinlemek istemediğimiz bir sese maruz kalıyoruz. Ne söylediğiyle hiç mi hiç ilgilenmediğimiz ve fiziksel olarak kaçma şansımız bulunmayan ses bize kendisini şiddetle dayatıyor. İki teyit arasında yakalayıp kıstıracağım, başka türlü olmayacak. Nazikçe telefonu kapatmasıyla konuştuğu kişinin arkasından aynı volümde sövüp saymasının arasına süzülür gibi ve azıcık hışımla arkama dönüp “kaç kişi kaldı” diye soruyorum. “Az kaldı” diyor azıcık mahcubiyetle. Azıcıkla yetinebilecek gibi değilim. “Sizce bunu yapmanın yeri ve zamanı burası ve şimdi mi?”. Diyemiyorum ki “Harem’e gelene kadar servis boyunca da iş arkadaşına sedasayanvari akıllar vermeni dinledim, yetti” diye. Yüzümdeki bu gerginlik? Hay sıçayım, gülümsüyorum. Ama işe yarıyor. Sonraki teyit konuşmaları çok uzaktan, en arka sıradan zar zor ulaşıyor kulağımıza. Huzur içinde kitaplarımıza dönüyoruz. Kıssadan hisse, her şeyi de sistemden bekleyemeyiz. Şüphesiz ki o, hassasiyette seçicidir.

Gele gele uzun boylu, ince yapılı, esmer tenli, beyaz saçlı bir adam gelip oturuyor önümdeki sıranın koridor tarafına. Saniyeler öncesine kadar bir kadın oturuyordu sağ koltuğunuzda bayım. Siz gelip o koltuğa oturasınız diye bilet aldığı koltuktan kalktı, bir hemcinsinin yanındaki güvenli koltuğa geçti. Pekâlâ, yan yana oturabilirdiniz hâlbuki. Sohbet bile edebilirdiniz kim bilir. Konuşacak çok şey bulacaktınız belki de. Belki de. Artık bilemeyeceğiz. “Alın şu kadını şuradan” diye çıngar çıkarmayacaktınız herhalde. Kadının da “ay ben bey yanına oturmam” diyecek bir hali yoktu. O da benim gibi yolluysa demek. Oysa ay-ben-bey-yanına-oturmamın kızı bundan on, on beş yıl sonra, tarihinde belki yüz bininci kez erkekler-mars’tan-kadınlar-venüs’ten geyiği yapan bir kadın dergisini kıkırdayarak okuyacak. Hâlbuki Mars-Venüs dediğin otobüsle iki saat be abilerim ablalarım.

                

8 Ocak 2015 Perşembe

On Something Called Liberty

Hukuk sosyolojisi dersi için yazdığım ödevi buldum. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile TCK'nın ifade özgürlüğü ile ilgili maddelerini karşılaştırmış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin bu başlık altında verdiği kararları incelemiş ve John Stuart Mill'in 1859 tarihli "On Liberty" kitabından bolca alıntı yapmışım. Ödevin İngilizcesi pek parlak olmadığı ve takip etmesi zor bir yapısı olduğu için tamamını paylaşmaktan vazgeçtim, kendisini iyi niyetli bir çaba olarak tarihin karanlığına gömülmek üzere bırakıyorum. Yalnız kullandığım alıntıları cımbızla çekip şuraya bırakmak isterim. 

He evidently opposes the tyranny of the majority by saying that “[i]f all mankind minus one, were of one opinion, and only one person were of the contrary opinion”, the former would be no more justified to silence the latter, than the latter would, if s/he had the power to silence the former (20: 1989).

Experience, according to Mill, is not sufficient for reaching truth, interpretation of the experience is as crucial indeed.

“Strange that they should imagine that they are not assuming infallibility, when they acknowledge that there should be free discussion on all subjects which can possibly be doubtful, but think that some particular principle or doctrine should be forbidden to be questioned because it is so certain, that is, because they are certain that it is certain” (25: 1989).

Blasphemy turns out to be a keyword here, because a considerable majority of the untouchable issues are somehow attributed sanctity. I am of the same opinion with Mill who happens to “condemn the immorality and impiety of an opinion” (26: 1989). Going further, he points out the fact that Christ had been considered to be a blasphemer himself. I suspect if this signifies anything for a believer.

As John Stuart Mill puts it, “[o]ur merely social intolerance kills no one, roots out no opinions, but induces men to disguise them, or to abstain from any active effort for their diffusion” (34:1989). As a result, most of the damage is actually made to those who could benefit from such ‘perilous’ views rather than those who are made to be paid for holding them. “There have been, and may again be, great individual thinkers, in a general atmosphere of mental slavery. But there never has been, nor ever will be, in that atmosphere, an intellectually active people” (36:1989).

Mill says “[n]o one can be a great thinker who does not recognise, that as a thinker it is his first duty to follow his intellect to whatever conclusions it may lead” (36:1989).

Ödevin sonunda, Avrupa'nın da bu hususta sütten çıkma ak kaşık olmadığını söylüyorum. Hatta bu dersi bugün alıyor olsaydım doğrudan "The Right to Blasphemy" başlıklı bir ödev hazırlardım. Bunu yaşam sayarsak, sonrasında fazla yaşamazdım herhalde. 



7 Ocak 2015 Çarşamba

Ozymandias amid the Snow

Tipi, aralıklarla bütün gün sürdü. İstanbul'da beyaz göründü.
Sonra Paris'te Charlie Hebdo'ya yapılan saldırının haberi geldi. 
Halihazırda kırılgan olan dikkatim hepten terk etti beni. Gözlerim dolup dolup boşaldı sinirden.
Bilgisayarın başından kalkıp pencereye gittim. Tipi dinmişti biraz. Boğaz tarafındaki çatının üzerinden güneş batıyordu yavruağzı. Gücünü pek fazla kaybetmemiş olan rüzgar küçük kuru karları havalandırıyordu çatıdan. 
Liseye gittim. Mrs. Petkau'nın edebiyat dersinde Ozymandias'ı okuyup satır satır çözümlediğimiz saate (fırsat eşitsizliği). Şiiri sil baştan çözümleyecek değilim burada, ne gerek var. Diyeceğim, ilk okuduğumda bir görüntü canlanmıştı gözümde: Uçsuz bucaksız, sarı sıcak bir çölde esen kavurucu rüzgar ve o rüzgarın öbek halinde havalandırdığı kumlar. Bir de tabi o kumların arasında haşmetli Ozymandias'tan geri kalanlar. 


4 Ocak 2015 Pazar

Köşe Takımına Sıkışıp Kalmak

İnternet günlerdir kesik. Çalışma yapıyorlarmış. Onlar çalışma yaptığı için ben çalışamıyorum. Kitlendim kaldım. Cep telefonum bozulduğunda Umut’un kullanmam için verdiği telefonu da bozdum. Ev telefonu da aynı gün son nefesini verince ve internet çalışması da aynı gün başlayınca dış dünyayla tüm bağlantılarımın koptuğu anlar yaşadım. Yadırgadığım bir panik duydum. Tam giyinmiş telefon almaya çıkacakken başında motosiklet kaskı, çantasında kardeşinin eski cep telefonuyla Umut geldi. Böylece dış dünyadan tamamen kopuk olduğum kısa süre de sona erdi. Telefon rehberim görünmese de arama yapabileceğim ve görece daha verimli biçimde aranabileceğim telefon haricinde evdeki bilanço pek parlak sayılmaz. Televizyon aylardır çalışmıyor. Ev telefonu ses vermiyor. İnternet yok. Ve işin doğrusu, telefonları bozan bir manyetik alanım olduğuna inanmak üzereyim.

Umut şirkete gidince ev sessizleşti. Zaten pek fazla konuşmadığımız bir gündü. Kahvaltı bulaşıklarıyla uğraşırken müzik açtım biraz, işim bitince kapattım. Müziksiz ev işi yapamıyorum. Mümkünse sözlerine eşlik edebileceğim bir şey olmalı. Ne bileyim, Ali Desidero gibi. Böylece kendimi “iş yapma” duygusundan bir bakıma soyutluyor olmalıyım.

Mutfakta işim bittiğinde internet hâlâ kesikti. Oysa bugün çeviride birkaç sayfa da olsa ilerlemek istiyordum. Aylık hedefimin yine gerisine düştüğüm için yine tedirginim. Ne yapacağım konusunda uzun bir an bocaladım. Galiba o sırada yağmur hızını arttırdı. Pencereye yanaşıp dışarı baktım. Barbaros Bulvarı’nın görebildiğim kesiti renkli ışıklar içinde, yağmurdan ıslanan yollar da ışıkları ikiye katlıyor. Işıklı yolları gölgeleyerek geçen insan siluetlerine takıldı gözüm. Bağlantım kopunca paniklediğim dış dünyaya fiziksel olarak en çok yaklaştığım an buydu. Yine geri çekilip sığınağıma döndüm sonra. Birlikte aldığımız tavandan aydınlatmalı lambanın altındaki koltuğa dertop vaziyette oturup üzerime de küçük battaniyeyi çektim. İkili lambanın boynu bükük küçük lambasını açtım, âdet edindiğim üzere süründürdüğüm kitabı açıp okumaya başladım. Richard Sennett’ın Karakter Aşınması. İyi ki daha önce okumamışım diye sevindim. Anlamlandırabilmek için biraz iş deneyimi gerekiyormuş. Yağmurun sesi bile dikkatimi dağıtmaya yetiyor bazen.

İnternetsiz yapabileceğim şeyler arasında bilgisayardan film izlemek de var. Özellikle Bisiklet Hırsızları’nı daha fazla gecikmeden izlemek istiyorum artık ama duygusal ağırlığı gözümü korkutuyor. Hem bu keyfi tek başıma değil paylaşarak yaşamak istiyorum. Dün gece de Fritz Lang’ın M’ini izledik. Ondan sonra yeniden birlikte film izlemeye ikna edebilir miyim emin değilim. Gerçi Leni’nin Nazi propaganda filminden sonra acıya dayanıklılık eşiğini epey yükselttiğine inanıyorum. Lang’ın da hakkını yemeyeyim, benim beklentilerim biraz yüksekten düştü o kadar. Yoksa Peter Lorre’ye, Lang’ın tekniğine filan bir diyeceğim yok. Senaryo ve repliklerde bir havadalık var gibi geldi. Sinema tarihi çeviriyorum diye kendimi kaptırıp uzman kesilirmişim! Ve kitabın daha yalnızca yarısındayım.

Peter Lorre, M (1931)

Bir daha altı yüz sayfalık kitap çevirisi almamalıyım ama zekâma güvenmiyorum, yine alıp kendimi süründürebilirim. İki yüz elli sayfa sınırı koymalıyım mesela kendime. “Bu işten para kazanmayı düşünmüyorsun herhalde” diye yüzüme gülen yayınevi çalışanının yüz ifadesini, ses tonunu, bakışını hatırlamalıyım. Emeğinin karşılığını almak istemenin ahmaklık, budalalık sayıldığı bir emek piyasası bu. Bir buçuk yıl önce istifa mektubumu takdim ettiğim şirkete girerken çalışma saatlerinin 10.00-18.00 olduğunun söylenmesi geliyor aklıma. Eşit derecede acımasız olsa da yayınevi en azından dürüst. Daha işe başlarken bunun bir hayır işi, bir idealistlik olduğu belli. Yersen. Yedim. Sonrası konusunda şüphelerim var.

Aslında tek düşünebildiğim “sonrası”. Bu kitabı teslim ettikten sonra ne olacak, ne yapacağım? Değil yazmak, düşünmek bile canımı sıkıyor, hatta canımı acıtıyor artık. Bu işten para kazanmamanın şahsi beceriksizliğim olduğunu düşünmüştüm. Bu en azından genele dair daha iyimser bir tablo çiziyordu ama maalesef öyle değilmiş. Tıpkı yoksulluk gibi (ve aslında gerçekten de yoksulluktan pek uzak değil) bu da şahsi bir yetersizlik değil yapısal bir sorun, bir sistem sorunu. Ben; emeğim ne kadar değersizleştirilse, itibarsızlaştırılsa da ve vasıflıyken vasıfsız gibi hissettirilip özsaygımı yitirmeye zorlansam da, gerçekte, yeni kapitalist sistemin çiğneyip tükürdüğü yüz binlerce milyonlarca insandan yalnızca biriyim. Ailemin zamanında oluşturmuş olduğu mütevazı birikime sırtımı yaslamış, buna rağmen beklentilerimin, hayallerimin, isteklerimin çok altında bir yaşam standardına demir atmış halde, kitap çevirisi gibi –allah kahretsin ki zevk aldığım- bir hayır işi yapabiliyorum. Öte yandan, bunun kalıcı bir durum olamayacağı açık.

Çeviri bittiğinde yazmak için kendime zaman ayırabilecek miyim? Yine tam zamanlı bir pazar araştırma işine mi gireceğim? Proje bazlı araştırma işleri ve kitap dışı çeviri işlerinde iyi kötü bir süreklilik yakalamayı başarabilirsem yaşam standardımı biraz olsun yükseltebilir miyim? Yegâne hayatımın keyfine biraz daha varabilir miyim? Kitabın teslim tarihine ertelediğim bir yığın kaygım var ama “erteledim” demekle bir çekmeceye girip orada uslu uslu, sessizce beklemiyorlar ki. Zihnimin gerisinde sürekli bunlar dönüyor, döndükçe de büyüyüp derinleşiyorlar. Akıl sağlığımı kitabın, kitapların, aslında okuduğum her şeyin beni beslemesine borçluyum. Bir de televizyonumun bozuk olmasına.

Bu manasız yazıyı komik bir önemsiz bilgiyle bitireyim mi? Çevirisi sekiz ay süren yaklaşık altı yüz sayfalık kitabın karşılığında alacağım parayla salona bir köşe takımı alabileceğim, hepsi bu. Yaşamımın sekiz ayının karşılığı bir köşe takımı. Şu an söyleyebileceğim daha gerçek bir şey aklıma gelmiyor.