İnternet günlerdir kesik. Çalışma
yapıyorlarmış. Onlar çalışma yaptığı için ben çalışamıyorum. Kitlendim kaldım.
Cep telefonum bozulduğunda Umut’un kullanmam için verdiği telefonu da bozdum.
Ev telefonu da aynı gün son nefesini verince ve internet çalışması da aynı gün
başlayınca dış dünyayla tüm bağlantılarımın koptuğu anlar yaşadım. Yadırgadığım
bir panik duydum. Tam giyinmiş telefon almaya çıkacakken başında motosiklet
kaskı, çantasında kardeşinin eski cep telefonuyla Umut geldi. Böylece dış
dünyadan tamamen kopuk olduğum kısa süre de sona erdi. Telefon rehberim
görünmese de arama yapabileceğim ve görece daha verimli biçimde
aranabileceğim telefon haricinde evdeki bilanço pek parlak sayılmaz. Televizyon
aylardır çalışmıyor. Ev telefonu ses vermiyor. İnternet yok. Ve işin doğrusu,
telefonları bozan bir manyetik alanım olduğuna inanmak üzereyim.
Umut şirkete gidince ev
sessizleşti. Zaten pek fazla konuşmadığımız bir gündü. Kahvaltı bulaşıklarıyla
uğraşırken müzik açtım biraz, işim bitince kapattım. Müziksiz ev işi
yapamıyorum. Mümkünse sözlerine eşlik edebileceğim bir şey olmalı. Ne bileyim,
Ali Desidero gibi. Böylece kendimi “iş yapma” duygusundan bir bakıma soyutluyor
olmalıyım.

İnternetsiz yapabileceğim
şeyler arasında bilgisayardan film izlemek de var. Özellikle Bisiklet Hırsızları’nı daha fazla
gecikmeden izlemek istiyorum artık ama duygusal ağırlığı gözümü korkutuyor. Hem
bu keyfi tek başıma değil paylaşarak yaşamak istiyorum. Dün gece de Fritz Lang’ın
M’ini izledik. Ondan sonra yeniden
birlikte film izlemeye ikna edebilir miyim emin değilim. Gerçi Leni’nin Nazi
propaganda filminden sonra acıya dayanıklılık eşiğini epey yükselttiğine
inanıyorum. Lang’ın da hakkını yemeyeyim, benim beklentilerim biraz yüksekten
düştü o kadar. Yoksa Peter Lorre’ye, Lang’ın tekniğine filan bir diyeceğim yok.
Senaryo ve repliklerde bir havadalık var gibi geldi. Sinema tarihi çeviriyorum
diye kendimi kaptırıp uzman kesilirmişim! Ve kitabın daha yalnızca
yarısındayım.
![]() |
Peter Lorre, M (1931) |
Bir daha altı yüz sayfalık
kitap çevirisi almamalıyım ama zekâma güvenmiyorum, yine alıp kendimi
süründürebilirim. İki yüz elli sayfa sınırı koymalıyım mesela kendime. “Bu
işten para kazanmayı düşünmüyorsun herhalde” diye yüzüme gülen yayınevi
çalışanının yüz ifadesini, ses tonunu, bakışını hatırlamalıyım. Emeğinin
karşılığını almak istemenin ahmaklık, budalalık sayıldığı bir emek piyasası bu.
Bir buçuk yıl önce istifa mektubumu takdim ettiğim şirkete girerken çalışma
saatlerinin 10.00-18.00 olduğunun söylenmesi geliyor aklıma. Eşit derecede
acımasız olsa da yayınevi en azından dürüst. Daha işe başlarken bunun bir hayır
işi, bir idealistlik olduğu belli. Yersen. Yedim. Sonrası konusunda şüphelerim
var.
Aslında tek düşünebildiğim “sonrası”.
Bu kitabı teslim ettikten sonra ne olacak, ne yapacağım? Değil yazmak, düşünmek
bile canımı sıkıyor, hatta canımı acıtıyor artık. Bu işten para kazanmamanın
şahsi beceriksizliğim olduğunu düşünmüştüm. Bu en azından genele dair daha
iyimser bir tablo çiziyordu ama maalesef öyle değilmiş. Tıpkı yoksulluk gibi
(ve aslında gerçekten de yoksulluktan pek uzak değil) bu da şahsi bir
yetersizlik değil yapısal bir sorun, bir sistem sorunu. Ben; emeğim ne kadar
değersizleştirilse, itibarsızlaştırılsa da ve vasıflıyken vasıfsız gibi
hissettirilip özsaygımı yitirmeye zorlansam da, gerçekte, yeni kapitalist
sistemin çiğneyip tükürdüğü yüz binlerce milyonlarca insandan yalnızca biriyim. Ailemin
zamanında oluşturmuş olduğu mütevazı birikime sırtımı yaslamış, buna rağmen
beklentilerimin, hayallerimin, isteklerimin çok altında bir yaşam standardına
demir atmış halde, kitap çevirisi gibi –allah kahretsin ki zevk aldığım- bir
hayır işi yapabiliyorum. Öte yandan, bunun kalıcı bir durum olamayacağı açık.
Çeviri bittiğinde yazmak
için kendime zaman ayırabilecek miyim? Yine tam zamanlı bir pazar araştırma
işine mi gireceğim? Proje bazlı araştırma işleri ve kitap dışı çeviri işlerinde
iyi kötü bir süreklilik yakalamayı başarabilirsem yaşam standardımı biraz olsun
yükseltebilir miyim? Yegâne hayatımın keyfine biraz daha varabilir miyim?
Kitabın teslim tarihine ertelediğim bir yığın kaygım var ama “erteledim”
demekle bir çekmeceye girip orada uslu uslu, sessizce beklemiyorlar ki. Zihnimin
gerisinde sürekli bunlar dönüyor, döndükçe de büyüyüp derinleşiyorlar. Akıl
sağlığımı kitabın, kitapların, aslında okuduğum her şeyin beni beslemesine
borçluyum. Bir de televizyonumun bozuk olmasına.
Bu manasız yazıyı komik bir
önemsiz bilgiyle bitireyim mi? Çevirisi sekiz ay süren yaklaşık altı yüz
sayfalık kitabın karşılığında alacağım parayla salona bir köşe takımı
alabileceğim, hepsi bu. Yaşamımın sekiz ayının karşılığı bir köşe takımı. Şu an
söyleyebileceğim daha gerçek bir şey aklıma gelmiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder