31 Ocak 2011 Pazartesi

Much ado about nothing #12

İki film birden yaptım bugün. Öğle seansında Black Swan, suarede The Social Network. Uzun zamandır sinemaya gitmediğimi biliyordum (Inception'dan beri?) ama belki daha da uzun zamandır film alıp izlemediğimi fark etmemiştim. Tez sürecinde bunlar sadece lüks değil, aynı zamanda anlamsızdı. Gündelik hayatta direnişten, tütünden ya da Nevizade'den başka bir şey düşünemiyordum. İki saatliğine bile olsa dışına çıkamayacak kadar hapsolmuştum kendi küçük gerçekliğime. İçmeye çıktığım oluyordu ama dans ederken bile tek düşündüğüm tezdi. Üretmek için çırpındığım şey beni yutmuş gibiydi. 


Spoiler vermeyeceğim ama Black Swan'ın daha önce bir çok kez işlenmiş bir teması ve The Social Network'le benzeşen bir yanı var. İkisinin ortak yönü hırs. Ve hikayenin gerisine eklenen bir "gönül ilişkisi". İlkin çok zorlama geliyor ama değil mi ki anlatmaya değer her hikayede aşk gayriihtiyari de olsa vardır. Neyse ki ikisinde de melodrama dönüşmüyor bu. Yani en azından bu dönüşmüyor. 


Filmin adı The Social Network olur da içinde blogging geçmez mi? Belki bu vesileyle itiraf (?!) edebilirim artık: Blog yazma fikrini aklıma (bkz. eşşeğin aklı-karpuz kabuğu) ilk sokan webmaster (doğru mu dedim?) bir arkadaşımdı. İkincisi...House'u hiçbir zaman düzenli izlemedim. Zaten herhangi bir bölümün ilk yarısı yetiyor Dr. House'a hasta olmaya. Gene rastgele izlediğim bir bölümünde blogger bir kadın hasta vardı. Öyle böyle değil her şeyi blogunda yazıyordu ve baya interaktif bir hal almıştı. "Sizce bu ameliyatı olmalı mıyım" sorusuna okuyucularının (izleyici?) vereceği cevaba göre hareket edecekti filan. 


Yanılmıyorsam bu bölümü izledikten sonra açtım blogu. O sırada sonu gelmeyen kendi küçük aşk hikayemle boğduğum arkadaşlarım için gerçekten üzülmeye başlamıştım. Ama kendim için üzülmeyi de bir türlü bırakamıyordum. Bundan tam tamına bir sene önce biten son ilişkim ise her şeyi daha da kötüleştirdi. Kendimce "delikanlılık" saydığım her hareketim gibi bedeli boyumu fersah fersah aşıyordu. Gene de kendime bu son kazığı atmaktan geri durmadım...ve böylece en başa, başladığım yere döndüm. Başladığım yer, gün ağarmadan hemen önceki en karanlık saat gibi bir şeydi. Orada artık ne yetersiz bir psikiyatriste tahammülüm ne de arkadaşlarıma aynı şeyleri bininci kez anlatacak yüzüm vardı. Anladım ki istesem de başa dönemezdim artık, sonuna gelmiştim ve yolun geri kalanını tek başıma gitmeliydim. Ne bir sevgili, ne bir psikiyatrist. Tek başıma. Böylece blog yazmaya başladım.Aşağı yukarı 50 izleyicim olduğunu ve yazdıklarımın günde ortalama 50 kere okunduğunu düşünürsek "tek başıma" olduğumu söyleyemem. 


"İnsan, blog yazmak için gerçekten çok yalnız olmalı" cümlesi sürekli aklımın ardında dolanıp duruyor. Öyle olduğuna inanmak istemesem de öyle düşündüğüme eminim. Bazen dürüstçe, "hayatımda biri olsa gene de bu kadar çok yazar mıydım" diye soruyorum kendime. Emin olamıyorum. Oysa yalnız değilim, bunu da biliyorum. Belki yalnızlık sadece tetikliyor, devam etmek için daha fazlası lazım. Söyleyecek şeylerim azaldıkça daha çok şey mi söyler oluyorum? Bunu da ara sıra soruyorum kendime. Mesleki deformasyon mu dersiniz yoksa kişilik bozukluğu mu bilmem ama sürekli bir şeyler soruyorum kendime. İrdeliyorum, köşeye sıkıştırıyorum, üzüp ağlatıyorum sonra da bundan garip bir keyif alıyorum neredeyse. Biraz acımasızım. Ah evet, bazen çok ama çok acımasızım. Bu boydan ve bu surattan kimsenin beklemeyeceği kadar. Beklenmediği için daha da çok keyif alıyorum. İçimde küçük bir psikopat mı besliyorum? Herkesten fazla değil, hem de hiç değil. 


Tezimi düşünüyorum. Şimdi nasıl da bir şey ifade etmediğini. Yanlış bir şey yapmışım gibi utanıyorum neredeyse. Oysa dönüp bakmalı ve bir makale çıkarmalıyım ondan. Akademiden iyice koptum gene. İş arıyorum. Doktora arıyorum. İstanbul'da kalmaya karar verince seçenekler epey daraldı, n=1 kadar. Ortaokulda hayalini kurduğum üniversiteyle en nihayet doktorada vuslata ereceğim belki de. Beni alırlarsa. Almazlarsa denedim deyip işe odaklanırım belki. 


Ne yapmak istediğini bilmek bir erdem gibi öğretildi bize. Asla aklıma yatmadı, hala yatmıyor. Her şeyi yapabileceğimiz söylendikten sonra ne yapmak istediğimizi bilmemizin beklenmesi haksızlık gibi gelirdi hep. Canım sürekli aynı şeyi yapmak istemiyor. Her sabah sosyolog olarak uyanmıyorum. Elbette hayat canımın ne istediğiyle ya da keyfimin kahyasıyla yüz göz olmuyor. Dünya öyle bir yer değil. Bazıları için, bir yerlerde öyle olduğunu biliyorum ama benim için ve burada değil. Üstüne üstlük kendimizi suçlu hissediyoruz. Az buz değil. Başarısızlık kabus gibi çöküyor üstümüze. Hissini, ihtimalini bile kaldıramıyoruz. Aklımız çıkıyor altından kalkamayacağız diye. Dünyamız bu olunca dünyanın başımıza yıkılması da an meselesi oluyor. Tıpkı bütün bir hayatı bir adamın üstüne kurmak ve adam denklemden çekilince her şeyin çökmesi ve enkaz altında kalmamız gibi. Bir şeyin içine çok fazla girince hayat ondan ibaret olageliyor. Hariçten bir gazel "içki ve seks" diyor. İş geliyor benim aklıma. Tez de olabilir, artık rüşdünü neyle ispat edeceksen. İspat mühim. Bizim bilmemiz yetmiyor. Cümle alem görmeli, imzalar atılmalı. Ciltlenmeli, öpülüp koklanmalı. 


Bu böyle bir şey değil. Hayat böyle bir şey değil. Seziyorum ama söylemesi zor. Kelimeler uzak. Böyle olmamalı. Oysa bundan çok daha zor olacak. Hiç bundan genç olmayacağım ve her şey çok daha zor olacak. Ne olur aradaki evreyi atlayıp domates yetiştirsem babamla? Rakımıza kavun, salataya roka. Sepetle balık tutma işini geliştiririz belki, daha iyi dalmayı öğrenebilirim. Elbiselerimi kendim diker (sosyolog olmasam bunu yapıyor olacaktım), beş yılda bir pabuç alırım. Ekonomideki varlığım belli belirsiz olur. İçki tüketimimle ayırt edilirim ancak. Olmaz mı? 


Sorun şu ki, nasıl mutlu bir evlilik hayal edemiyorsam mutlu bir iş hayatı da canlandıramıyorum gözümde. Vasat hayatımı yarılamak üzere olduğumun bilinci de hiç yardımcı olmuyor. Öyle kolay mutlu oluyorum ki aslında (bir gramofon, mavi-beyaz ekoseli masa örtüleri ve eski ahşap kokusu) mutlu olmak üstüne bu kadar düşünmem garip, hatta saçma. Much ado about nothing'in hakkını veriyorum işte. Bu arada kuru gürültü manasında Much ado about nothing deyip duruyorum ama filmini daha çok sevmiştim ben onun. 


Bir de David Tennant'ı çok özlüyorum. Resmen özlüyorum herifi. Muhtemelen Doctor Who'daki rolünü sadece ama olsun. İlk görüşte "daha tipsiz bir İngiliz bulamadınız mı" diye çemkirmiştim kendi içimde, şimdi bağrıma basmaya taş seçemiyorum. Ah sonic screwdriver'ım olaydı da diziye geri ışınlayaydım. Oyy David oyy, bıraktın gittin elin ruhsuz köşeli suratıyla. Amy Pond desen güzel ama ebleh biraz. Nerede bir Martha Jones, bir Rose Tyler, bir Donna Noble zekası...oyyyy. (Cnbc-e'de eski sezonu görünce depreşti, sıkıntı yok, bu da geçer.)
Bu fotoğrafta pardösüsü ve converse'leri görünüyor sadece. Tanısanız çok seversiniz aslında. Zeytin zeytin gözleri var böyle, gülünce onlar da gülüyor. Yüzü aydınlanan, insanın yüzünü aydınlatan insanlardan yani. Yakışıklı olmadığına göre yetenek böyle bir şey demek ki. Özellikle araştırdım, gay de değil. Bari gay olsa ama değil. Ara ara fotoğraflarına bakıyorum internetten. Ulan eski sevgilim misin be allahın İngiliz'i, bu ne sevgi bu ne ıstırap?!



30 Ocak 2011 Pazar

Facebook: Olmalı mı, Olmamalı mı?



Kim bilir kaçıncı kez deaktive ettim Facebook hesabımı. Bu videoyu sonradan izledim. Daha doğrusu faceka izlettirdi. Video bilmediğimiz bir şey söylemiyor esasen. Beni asıl düşündüren üstüne konuşmamız oldu. Hiç öyle "ben sosyolojikim!" diye bağıran klişe çözümlemeler yapmak gelmedi içimden. Sadece düşündüm, dümdüz düşündüm.

Facebook'un internet tarihinde çoktan bir fenomen haline gelmiş olması bir yana kendi gündelik hayatımızdaki yerini düşündüm. İlk defa bir sebebim olmadan deaktive ettim (kapattım dersem kendimi kandırmış olurum). Adeta hipnotize olmuş gibi sürükledim mouse'u ve pek düşünmedim basarken de. 

Uyanır uyanmaz, bazen daha gözünü tam açamadan bilgisayarını açanların çoğunlukla ilk yaptığı şey Facebook'unu açmak. Sol üstteki kırmızı kutucukları görme beklentisi. Açıkçası o kutucuklara fena halde şartlandığımız teorisine tam anlamıyla katılmam mümkün değil. Yoksa elbette paylaştığımız bir fotoğrafa, videoya ("paylaşmak"?) ya da yaptığımız bir yoruma yorum gelmiş mi, kimse bir şey demiş mi, geçen günün fotoğrafları yüklenmiş mi vs. +300 yeni şey mi var? Hepsine bakmalıyım yoksa bir şeyleri kaçırabilirim, eksik kalabilirim. 

Ciddi ciddi bir bağımlılıktan mı bahsediyoruz burada? Kelalaka coğrafyalarda çölde vaha misali internet bulduğumuz zaman ilk açtığımız posta kutumuz mu yoksa Facebook mu? Nedir bu kadar bağımlılık yapan? Bağımlılığımızı kabul ettiğimizi varsayalım, topyekun iyi ya da topyekun kötü olması mümkün mü?

Kişisel bilgilerimizin satıldığını zaten biliyoruz. Bana kalırsa asıl vahim olan bilgilerimizin git gide daha az kişisel olması. Sığ çıkarımlarda boğulmamaya özen göstererek, bir herkesleşmeden söz edilebileceğini düşünüyorum. Söyleyecek şeyimiz azaldıkça daha çok konuşuyoruz sanki. Farklılıklarımız azaldıkça daha çok ortaya atıyoruz kendimizi. Daha çok fotoğraf, daha çok video, daha çok yorum. Daha çok "ben buradayım". Aslı silikleştikçe sureti vurgulanıyor insanın. Pek bir Baudrillard, pek bir "Simulations" kokuyor bu iş ama ı ıh, bugün canım sosyoloji istemiyor. 

Her ne kadar bir "paylaşmak bu mudur, arkadaş olmak bu mudur" nostaljisi kapıyı tutmuş olsa da diyeceğim ki hiç mi hayrını görmedik be abi? Vurun Facebook'a, vurun Facebook'a da Facebook'un suçu ne? Bir kere ne ediyorsak biz kendimize ediyoruz, onu bir kenara koymak lazım. Hiç mi yeni bir şarkı öğrenmedik onca "paylaşım" arasından ya da "şu saatte şurada" diye hiç mi kavilleşmedik? Tamam, her tweet'imiz bir devrime, her event'imiz bir isyana evrilmiyor. Yani sürekli örgütlenmesek bile iyi kötü organize oluyoruz ki örgütlendiğimiz zamanları da yabana atmak taraftarı değilim. Güneyimizde kopmakta olan "kıyamet" dar anlamıyla slacktivism ile ilişkilendirilemez olsa da bu vesileyle sosyal medya ağlarının örgütlenmek konusunda rüşdünü ispat etmiş olduğunu da görmezden gelemeyiz. Yani büyük oranda nasıl kullandığımıza bağlı. Sigaraya değil ama alkole benziyor bu yönüyle. Dertten sıkışan göğsümün tüm vücuduma sirayet etmiş acısını uyuşturmak için de içebilirim, keyfimi daha çok keyifle katlamak için de. Her akşam bir şişe ya da her hafta bir kaç kadeh. Başıma her ne gelirse gelsin mes'ulü alkol olmaz, ben olurum. Miktarlar daha az radikal farklılıklar yarattığı için sigara iyi bir örnek değil ama bu yönüyle Facebook'un alkolizmle bir benzerliği olduğuna inanıyorum. İnsanın iradesine hareket çeken bir hali var. 

Facebook'u deaktive etsek Twitter'a yükleniyoruz. Ondan zaten bir tat alamamış çoktan kapatmışsak, kendimizi Youtube'a veriyoruz. Yani aylaklığa vakfettiğimiz zaman aşağı yukarı sabit kalıyor. Öte yandan, Youtube'da ya da internetin başka bir köşe bucağında (Stumble?) görüp beğendiğimiz bir şeyi "paylaşma" ihtiyacı hasıl olunca ne yapacağız? Facebook'ta tek bir mesaj silsilesi üstünden konuşmak varken sürekli bir mail trafiği, sağ alttaki küçük beyaz baloncukta sürekli kırmızı bir M harfi? Çok iş, çok!

Öğrendiğim yeni şarkılar gibi okumadığım gazete haberleri de bağlıyor beni siteye. İnsanların o gün gazetede ilgilerini çeken yazıları paylaşması bana müthiş geliyor. Çoğu zaman bir kafa sallayıp birbirini onaylama seansına dönüşse de, kimi zaman bir birlikte düşünme halini alabiliyor. Hatta tartışmalar çıkabiliyor. Söylendiği kanal ve söylenen şey elbette birbirinden bağımsız düşünülemez ama ben iyimser bir sosyoloğum, hangi kanalda olursa olsun tartışılması bana keyif veriyor. "Haklılığımı kabul et sefil böcek!" değil de "iyi güzel diyorsun ama bak bir de şu var" türünden tartışmaları kastediyorum. Yoksa kafa göz yarmaktan kolay ne var. Alırsın eline bir taş, rastgele savurursun. 

Kırmızı ışıkta durmuş, karşıya geçmeyi beklerken gördüğüm kuşlar etkiledi beni. Şimdi anlıyorum. Binlercesi inanılmaz bir ahenk içinde öyle muhteşem hareket ediyorlardı ki kişileştirip "dans ediyorlardı" dememek için epey uğraşmak gerek. Yüzümü gökyüzüne dönmüş, istemsizce gülümsüyordum. Gene de insanlar gökyüzüne değil "biraz ebleh herhalde" der gibi yüzüme bakıyorlardı. Kuşları izlemek ne vakit eblehlik oldu? Geçen gün gök kuşağı bile gördüm ben! Böyle şeyleri sessizce, hayranlıkla izlemek çok mu garip? "Share" ya da "like" demezsem olmuyor mu? Ne diyor Cemal Süreya? "Hayat kısa / Kuşlar uçuyor." Hepsi bu. 

Doğup büyüdüğüm Beşiktaş'ın Çarşı ve Abbasağa tarafları hala Perihan Abla'nın mahallesi tadında ama ben çalışma masama tüneyip Barbaros'u izlemekle geçiriyorum vaktimi. Oysa o sokakları fotoğraflayıp, dik yokuşlarında ana avrat küfretmek istiyorum zorla nefes alıp verirken. Manavdan tadımlık meyve almak, balıkçıyla lakerda pazarlığı yapmak, bakkaldaki ekmeklere bok atıp Penguen ve Uykusuz alarak çıkmak bile keyifli aslında. "Hayatdisarida.org". Gözlerimin mütemadiyen yanması bir yana ekrana sürekli bakmak midemi kaldırıyor bazen. Böyle olmaması gerektiğini biliyor ama başka türlüsünü de yapamıyor gibiyim. 

Kitap okumayı çok özlüyorum. Heidegger, Nietzsche, Foucault sürekli yatağımda. Vicdan rahatlatmanın sefil bir yöntemi olarak, okumasam da yanımda tutuyorum okumak istediğim kitapları. Kimsenin, hiçbir şeyin suçu değil bu halbuki. Yeniden resim yapmak istediğim bile oluyor bazen. Ya eskisi gibi tutkulu değilim ya da zamanlar hep dar. Ne kadar hızlandı yaşamak, yıllar koşmaya başladı sanki... bu bilgisayarın nesi var derken bitecek gibi hayat. 



29 Ocak 2011 Cumartesi

Much ado about nothing #11

Kendimi kuzey ülkelerinden birinde hayal edemiyorum. Sıkıntıdan patlardım. Halbuki memlekette konu sıkıntısı çekmek mümkün değil. Her gün üç öğün güncellemen gerek her ne yazıyor, nereye yazıyorsan. Bunun sonu yok bahanesiyle iki soluklanayım dedim ben de. Ne yazıyor, nasıl yazıyorduysam ona döneyim gene. Oysa dönmek de mümkün değil.

Geçtiğimiz günlerde bahsettiğim ve beklendiği halde hepimizi çok derinden kavrayıp sarsan kaybımız, burada üstü örtülü de olsa bahsedegeldiğim kaybımı içine alıp eritti sanki. O yüzden dönemiyorum. Eğer “bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” ise birbirinden seçilmeyen üç dert, bir yoksulluğu görmedim ben. Kemer sıkmayı, harcama kısmayı gördüm ama yokluk bilmedim. Ölüm de acımasız davrandı sayılmaz. Çok sevdiklerimin ölümünü gördüm ama bir tek babaanneme dokundum. O da babaannem değildi artık. Bir tür ayrılık olduğunu düşünürdüm ölümün, hepsini telafi etmek istercesine ayrılık kanıtladı bir tür ölüm olduğunu.

Her ölümde biraz daha içime işlediği halde bir türlü içime tam sindiremediğim bir kadercilik peyda oldu. “Her şeyi kontrol edemem”, “böyle olması gerekiyormuş, “böyle olması daha iyiymiş”, “bu kadar üzülmeye değmez” ve benzeri bir sürü cümle. Tesadüflerden bahsettik bugün kızlarla. Hayatımızın akışını belirleyen küçük tesadüflerden. Bilmem, tesadüf diyorum ben hala. Belki de tam olmadım daha. Ham meyvayım hala, koparmışlar dalımdan. “Serendipity” filmi geldi akılma, orada da hazzetmemiştim destiny denmesinden. Bilmem kader mi, yoksa diğer türlü düşünmek delirtir mi insanı? Bilmem, bilmiyorum.


Neden elimden bir şey gelmiyor diye delirdiğim çok olur çünkü. Tabi içimden. Bir hata yaptım ve şimdi ne varsa domino taşı gibi üstüme yıkılacak hayatımda ya da neden gücüm yetmiyor her şeyi düzeltmeye, nasıl olur da yetmez. Güneşi nasıl doğduramaz, yağmuru nasıl yağdıramam. Süper güçler? Supergirl bile değilim artık... Bundan sonra olsam olsam Catwoman olurum! Neden beceremiyorum, neden gücüm yetmiyor, neden elimden bir şey gelmiyor. Hepsi içimden, hep içimden; hep bir eksiklik, hep bir yetersizlik hissi. Böyle olmamak gerekiyor biliyorum. Teorim fena değildir, pratik dersen sallanmakta. Bir felsefe, idiotloji.

Bir de hemen umutsuzluğa kapılır, içten içe kahrederim kendimi. İstanbul’da doktora programı yok. Lisans ortalamam yüzünden Tübitak bursuna başvuramıyorum ve o 0.02’lik farkı değiştirebileceğim an dün gibi aklımda. Gurur yapacak bir şey olmamasına rağmen gurur bu, yaptım. 30’uma geldiğimde tam bir başarısızlık abidesi olacağım. Zaten işsizim. Tamam tamam biliyorum, olumlu düşüneceğiz. Her şey tamam da ALES için matematik çalışmam gerek. 6-7 senedir yüzünü görmemişim matematiğin. Boş ver matematiği yea, dünya geometri olsun. Geometri, canım benim.

Ölüm, bir kere düşünmeye başlayınca dipsiz kuyulara sürüklendiğim bir konu. O yüzden ekseriyetle kaçarım kendisinden. Ne sevdikleriminkini ne kendiminkini getiririm aklıma. Gelirse de yaka paça kovarım. Son kaybımızdan sonra bir sevdiğiminki yalayıp geçti işte aklımı, o bile yetti silkinip kendime gelmeme. Bunu hep aklımızda tutup ona göre davranabilsek her şey ne kadar farklı olurdu. Yaşanan hiçbir şey silinmiyor da, aklımızda büyüttükçe büyüttüğümüz anlamları küçülüyor sanki. Farklı bir farkındalık, çok acayip bir kafa. Zamanla sönümleniyor ya da geri atılıyor ama her seferinde birazı daha dibe çöküyor sanki. Büyümek diye buna mı diyorlar acaba? Sanmam, o çok daha acayip bir şey olmalı.

Doktora için konu araştırmalıyım. İyi bir şey yakalayabilirsem, sayfalarca önermeliyim: teorik çerçevesi bu, metodolojisi şu. Bir yandan ALES’e çalışmalıyım. Onun da arkadaşımın düğününün ertesi sabahı olması harika oldu, tadından yemek ne mümkün! Daha çok iş aramalı, bir iş bulmalıyım mesela. Küçük dünyamın büyük dertleri. Daha az uyumak, bilgisayara ya da televizyona daha az bakıp daha çok kitap okumak da istiyorum, daha sağlıklı yemekler pişirip daha çok yürüyüş yapmak da. Bir sürü film aldım bugün, onları izlemek istiyorum mesela. Yeşil çay, kanepe ve ben. Huzurdan anladığım an itibariyle bu. Soğuğu göz önüne alarak bir de polar battaniye ekleyebiliriz bu üçlüye. Ne diyorduk, dert mi diyorduk? Yemişim!

26 Ocak 2011 Çarşamba

Israr Var, Teklif Yok

Öyle bir Facebook uygulaması olsun istiyordum ki profilimin nadide bir köşesinde başbakan o hafta ne buyurduysa, hepimizin hayatına yön vermesi lazım gelen hangi çarpıcı ifadeyi kullandıysa o bulunsun. Allı güllü çerçeveler içinde yaldızlı maldızlı yazsın ve her hafta güncellensin. Lakin Bülent Arınç eş haşinlikteki demeçleriyle Erdoğan’ın gönlümdeki tahtına oynar oldu. “İçki ve seks” temalı çıkışı henüz sıcakken sıvamayı ihmal etmemiş kendisi:
"Dünyanın her yerinde alkol bağımlılığı, alkole başlama yaşı elbette dikkate alınır. Gençliğin korunması, ailenin korunması, insanların uyuşturucu ve alkol bağımlığından korunması için mutlaka tedbirler alınır. Ama Türkiye'de bazı kesimler ki, bunların kim olduğunu bağırmalarından anlayabiliyoruz. 'Her yerde alkol olmalı, herkes elini uzattığında alkole ulaşabilmeli, çünkü her şey alkolden ibarettir' anlayışı var. Ben bunu hedef alarak söyledim. Bazı gazetelerimiz, televizyonlarımız, her şeyimiz seks ve alkolle ilgili ve bunun üzerine yapılan yorumlarla ilgili. Ama hayat bundan ibaret değil. İnsan hayatını küçük kısmında alkol yer alsa bile büyük bir kısmında farklı duygular, inanç, ahlakı düzen, aile düzeni, insanların birbirlerine karşı samimiyeti, insani duygularda var." 
Okuduğumuzdan ne anladık/Yukarıdaki paragrafta ne demek istenmektedir? Bütün dünyada bu tip tedbirler alınıyor ama biz alınca kıyamet kopuyor zira adımız çıkmış İslamcıya, inmez demokrata. Mağduruz. Bazı kesimlerin sesi çok çıkıyor, tepkilerini kulağımıza söyleseler daha iyi sonuç alırlar. Alkol alımı ve “inanç, ahlakı düzen, aile düzeni, insanların birbirlerine karşı samimiyeti, insani duygular” birbirini dışlayan ve iptal eden kategoriler. Alkolün olduğu yerde diğerlerinin mevcudiyetinden söz edilemez. Kaldı ki bir insanın olmazsa olmazı oldukları zaten tartışma götürmez.

Anladığımızı yorumlayalım: Başka ülkelerin eli armut toplamıyor. Elbette gerek uluslar arası kuruluşların ittirip kaktırmasıyla gerekse ulusal düzeydeki inisiyatifler doğrultusunda halk sağlığına yönelik birçok tedbir alınıyor. Kendi alanımdan örnek vereyim: Türkiye’de, kapalı alanlarda sigara içilmemesine yönelik 4207 sayılı kanun 1996’dan beri yürürlükte. Fakat 2004’te Dünya Sağlık Örgütü Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi imzalanıp da hali hazırdaki kanun 2008’de düzenlenene kadar pek bir hükmü yok. Arınç’ın referans gösterdiği “dünyanın her yerinde” ülkeler, söz konusu sözleşmeye uymak adına çeşitli tedbirler aldılar, alıyorlar. Fakat sözleşme, motomot ne yapılması gerektiğini söylemiyor. Adı üstünde bir çerçeve çiziyor. Uygulama biçimi uygulayıcının inisiyatifine kalmış. Dolayısıyla Türkiye’de aldığı biçim son derece paternalist. Yani devlet, bir ebeveyn gibi yurttaşının eline vuruyor, cebinden sigarasını alıyor çünkü yurttaşı, kendi seçimlerini kendi yapmasına yetecek akli melekelerden yoksun. Rahman ve rahim olan devlet (pratikte hükümet), bunu yurttaşının iyiliği için yapıyor*. Yasağın sözleşme imzalandıktan 4 yıl sonra, Tekel’in satışa çıkarılmasından hemen önce yürürlüğe girmesi ve Tekel’in fiyatının düşmesi arasında bağlantı kuranlar olsa olsa Allah korkusu olmayan, ak kaşıktan ak bir partiyi karalamakta beis görmeyen vicdansız, fitne fücur insanlardır. 

"Alkol alanlar ve bunu kullananlar için bir yasaklama getirilmediği halde her yerde bulunmuyor diye bunları eleştirenleri insafa davet etmek için söyledim. Tekrar söylüyorum. Hayat alkolden ibaret değildir. Seks kısmını isterseniz bırakalım. Her şey alkol üzerinde odaklaştı."dedi. CHP Genel Başkanı Umut Oran'ın kendisine bu konuda cevap verdiğini kaydeden Arınç, "Cevabını tercüme ederseniz 'Hayır her şey alkolden ve seksten ibarettir' diyor. Allah sana akıl fikir versin. Ben kendi düşüncemde ısrar edeceğim." diye konuştu." (http://www1.sondakika.com/haber-hayat-alkolden-ibaret-degil-2495877/
Hükümetin böyle bir refleksi var: “Yasak” demekten itinayla imtina ediyorlar. Kısıtlama, yeniden düzenleme ya da özgürlüklerin yeniden dağıtımı demeyi tercih ediyorlar. Hiçbir şey yasak değil. Yasak denince içleniyorlar, gözleri doluyor. Dahası “seks” kelimesi haddinden fazla telaffuz edildi, onu da başka zamana bırakalım. Bir hükümetin üstüne bu kadar yüklenilmez. Yalnız, ben dememiş miydim “her şey içki ve seksten ibarettir” diye. Demek ki CHP’yle tehlikeli yakınlaşmalar içindeyim. Hoş, memlekette Ranters vardı da ben mi katılmadım? Neyse ki Arınç o kuvvetli nefesiyle hepimiz için akıl fikir dileme yüceliğini gösteriyor ve kendi düşüncesinde ısrar edeceğini açıklıyor. Esasen incilerle dolup taşan demeçte benim ilgimi en cezbeden cümle de bu. Partisine mensup diğer insanların da yüzünde zaman zaman belirip kaybolan (Melih Gökçek’te sabit olan) tatlı ve geniş bir gülümsemeyle -hatta gözlerini kısarak- düşüncesinde ısrar edeceğini söylerken bir çocuk kadar masum. Annesinin elinden tutmuş sokakta yürürken önünden geçtiği bakkalda şeker görmüş ve o şeker alınana kadar bakkalın önünden kıpırdamamakta ısrar eden bir çocuk gibi haylaz, “seni gidi” bir hali var. Fakat kendisinin hem bir milletvekili, hem Devlet Bakanı, hem de Başbakan Yardımcısı oluşu söyleyişindeki tevazuuyla tezat teşkil ediyor. Diğer bir deyişle, ısrar edeceği düşünceyi şahsileştirmesi mümkün değil. Benim çok affedersiniz tıksırıncaya kadar içerken “abi n’aptın sen yea, Efes’le Tuborg arasında kıyas olmaz!” ya da “Kara Efe en leziz rakıdır lan!” gibi düşüncelerimde ısrar etmemle kendisinin bulunduğu konum (hem makamları, hem de kameraların önü anlamında) içinden ısrar etmesi aynı şey değil. Ha belki elime güç verseler Tuborg’u piyasadan siler, Kara Efe’yi Beşiktaş’ın sponsoru yapardım (Kara Kartal hesabı, çaktın?) ama bunu asla bilemeyeceğiz. Tabi kimi vicdansız fitne fücur kişiler Arınç’ın meseleyi şahsileştirmediğini, meselenin bizatihi şahsi olduğunu öne sürebilir. Sonuçta herkesin tercümede o kadar iyi olması beklenemez (bkz. “çağdaşlıktan anladığı içki ve seks” tepkisini “hayat içki ve seksten ibarettir” şeklinde tercüme etmek). Belki de akli melekelerden yoksun biz kullar için belediyeler bünyesinde tercüme büroları açılmalı ve büyüklerimizin beyanları “bizden beklentiniz nedir, sizin için ne yapabiliriz” sorularımızın cevabına tercüme edilmelidir. 



Zaten şarkıda da içenin harap olduğu söyleniyor ve "kurtar beni" diye Tanrı'ya yakarılıyor. Sadri Alışık bu hazin durumu idrak etmiş gibi görünmese de ilk beşten seçim kampanyası şarkıları albümüne girer bu. 
Şarkıyı Dario Moreno'nun güzel sesinden dinlemek için buraya tıklayınız efendim. 

* Her ne kadar topyekun akli melekelerimizden yoksun olsak da kanseri desteklediğim sonucunun çıkmayacağını düşünüyorum (Bağlamından Koparılmışlıktan Muzdarip Cümleler Derneği Başkanı)

Second Life Replay



Bu diziyi sevdiğimi söylemiştim değil mi? Bu diziyi seviyorum. Kalkıp da dizi yazısı yazmak istemiyorum şimdi ama seviyorum. Dördüncü sezonu çıkana kadar oyalanırsın diye önerilen ve jeneriğine hasta olduğum Hung asla yerini tutamadı. Bırak rebound'u reklam bile olamadı. İki hikaye de manwhore tabir edebileceğimiz iki adam etrafında dönüyor. Hung'daki biraz kader kurbanı. Hank Moody ise daha hedonist ve çok daha sofistike. Ayrıca aşık. Aslında ikisi de eski eşine aşık ama biri daha güzel aşık.

Son bölümün (S04E03) sonlarına doğru tam "tyler, tyler! nerede o eski sezonların playlist'leri" diye homurdanırken bu şarkı girdi ve tabiri caizdir, kapak oldum. Çok alakasız ama How I Met Your Mother'da çalan şarkılar da ufkumu açıyor bazen. Hücreleri hala kımıl kımıl canlı insanların yaptığı müziklerin cahili olduğumu düşünürsek iyi niyetli bir çabadır en azından. Dizilerden müzik apartıyorum, ne yapayım.

Tyler Bates'in 300 Ispartalı'ya verdiği savaşçı gazı tezimi yazarken epey işe yaramıştı. Özellikle Nietzsche filan okurken "dur sen kötü bir şey dedin orada, hmm dur dur anlayacağım" düşünme baloncuklu gecelerimde verdi gazı, verdi gazı. Sanırsın Nietzsche'yle birbirimize kafa göz dalıyoruz. Gerçi onun o pos bıyıkları gıdıklar, gülerdim kesin. Hem öyle kuyulara ittirip kaktıramam ben onu, adam zaten yeteri kadar merdivensiz kalmış kör kuyularda. Özgüvene gel, Nietzsche beni gömmüyor da..

Yalnız Doctor Who başlayana kadar bunlar kesmeyecek beni. Araya bir Mad Men mi atsam ne yapsam? Ya da Friends? Friends de Star Wars gibi eksik kalmayı başardığım efsanelerden. Bu blog sınırları içerisinde utanmam gereken, "bunu da yazdıktan sonra artık blog'u kapar giderim, bir sahil kasabasına yerleşirim" dediğim çok şey yazdım ama bu hepsine on basar sanıyorum. Olsun, geç olsun güç olmasın. Hem kendimi Star Wars'a sakladım, bunun özel olmasını istedim. Bütün DVD'leri alıp, bir hafta eve kapanacağım (sanki hiç kapanmıyormuşum gibi!). Kesinlikle tek başıma izleyeceğim. Birden başlamayacağımı biliyorum, bunu biri daha söylerse kafasını koparırım! Yalnız popüler kültürün gözünü seveyim, kendimi resmen eksik bir insan gibi hissediyorum. Halbuki herkesin popisi kendine, değil mi güzel kardeşim?

Dizi yazısı yazmayayım dedim ama yazdım gibi oldu değil mi? Eh ne yapalım, David Duchovny'ye can veren allahım affeder beni. Kızlar fena kaş kaldıracak ama yok abi, sevmiyorum ben Spartacus. Ne o öyle Body Worlds Live gibi! Hank Moody tamamdır, olmuş o. Tabi herkes evlenip çocuk sahibi olacak diye bir kaide yok. Orada biraz sıkıntı var ama olsun. Popisi rahat durmasa da biz biliyoruz Karen'la Becca'yı nasıl sevdiğini.

Bu arada adam (David Duchovny) resmen 50 yaşında. Daha da fenası, Princeton'da İngiliz Edebiyatı'nı bitirmiş. Yale'de master'ını yapmış ve gene Yale'de başladığı doktorasını yarım bırakmış. Şimdi bu adam karizmatik olmasın da ben mi olayım? Kaç tane siyah tişört giymem gerek bunun için? Yalnız şu noktada, bir akla mukayyet olma mekanizması olarak kız aklı devreye giriyor: kesin bir marazı vardır onun. Kesin. Çünkü hani insanoğlunun küçük aklı evrenin büyüklüğünü alamayacak kadar fındıktır ya, işte onun gibi, bir insanın -hele ki cazip bulunan bir insanın- dört dörtlük olabilmesi düşünülemez. Bırak evreni mevreni, yok öyle bir dünya. Varsa da herkesi tenzih ederim, en fındık benim beynim...ama fındık shot, ehehe (baştan dedim ama değil mi).


* Hung'ın jeneriği: The Black Keys- I'll be your man

24 Ocak 2011 Pazartesi

Öfkeli Modern

Endişeli modern diyorlar ya alay ederek…başımı sokabileceğim kadar mütevazı, nohut oda bakla sofa bir kavram üretiyorum içimden: öfkeli modern. Modern, Bay Yanlış ve Doğru Ahmet sularındaki tercümesi çağdaş kadar berrak bir kavramsallaştırmaya nail olmuş bir kavram değil. Dolayısıyla bu alaycı tanımla alay etmek beni hiç bozmuyor. Öte yandan modernin öfkesi, rövanşizmin de rövanşını almaya yönelik tehlikeli sinyaller veriyor.

Yazdıklarımı okuyunca bazen rahatsız oluyorum. Kalıplı bir adama var gücüyle vuran küçük çocuklar gibi de olsa –yani gücü yetse de yetmese de- patlama noktasına geldi gelecek bir öfke, hırs hatta hınç var yazdıklarımda. Çoğunu yutuyorum ama yazdığım kadarı bile “bunu ben mi dedim” dedirtiyor bazen. Bir daha yazmayayım böyle şeyler, aşktan böcekten ya da ilişkilerden püsürden bahsedeyim diyorum. Yazacaksam da daha oturaklı, bu işin eğitimini aldığıma dair ipuçları veren cinsten soğukkanlı, profesyonel bir üslup kullanayım. Yani ya suya sabuna dokunmayayım, dokunacaksam da elime yüzüme bulaştırmayayım. İkisini de beceremiyorum.

Kendi adıma sorun burada başlıyor. Öfke, hayra alamet değil. Mevcudiyetinden şüphe edilmeyecek hassasiyetlere bile saldırırken buluyorum kendimi. Kendimle çelişiyorum: anti-tabu timine mensup her sosyolog gibi normları, değerleri, yerleşik kanıları sarsmak, sorgulamak, sorgulatmak, yerle yeksan etmek; kısaca arası molası, kutsalı dokunulmazı olmayan bir eleştirellikten ödün vermemekle kimseyi incitmemek, kimseye saygısızlık etmemek arasında sıkışıp kaldığımı hissediyorum bazen. Biliyorum ki sağlam bir toplumsal analiz bir oyuncak bebeğin saçlarını taramaya benzemez. Yaşadığımız akmaz kokmaz bir hayat olmadığına göre hakkında ettiğimiz, edeceğimiz kelam da en iyimser hesapla birkaç kaş çattıracaktır. Biz ise kaş çatmıyor, kaş kaldırıyoruz. Hatta...başkaldırıyoruz. 

İşte bundan bahsediyorum. Bu biz-siz-onlar ayrımı gündelik söylemlerimize çok daha fazla nüfuz etmeye başladı. AKP, seçim kampanyası kapsamında seçmen kitlesinin profilini rötuşlarken toplumu kamplaştırmakta beis görmüyor. Misal, nicedir flörtleştiği liberalleri hayal kırıklığına uğratmaktan imtina etmiyor. Bu liberallerin hatırı sayılır bir kısmının AKP’nin vaat ettiği özgürlük ve demokrasiye katkıda bulunacağına samimiyetle inandığına inanıyorum. Güç dengeleri, çıkar ilişkileri faktörlerinin yanı sıra böyle bir samimiyete inancım bir kenarda duruyor. O yüzden, hayat tarzına (içkisine, seksine?) müdahale edilen liberallerin yüzünde kademeli olarak artan hayret ifadesini küçümser bir edayla naifliğe bağlamaktan yana değilim. Orada sahici bir hayal kırıklığı var gibime geliyor ki kırık hayaller gücünü toplumsal hafızayla birleştirirse umut etmek için bir sebep var demektir.

AKP’nin politikalarını, hatta genel politikasını rövanşist olarak nitelemenin çok aykırı ya da çok yanlış olacağını zannetmiyorum. Sadece 28 Şubat’ın değil bütün bir Cumhuriyet projesinin, merkez-çevre modelinde çevreye itilmenin, ekspres modernleşme harekatında ardı ardına gelen travmaların rövanşı alınıyor. Tabi çevrenin merkeze kastını 2002’ye dayandırmak abesle iştigal olur, biraz daha geriye gidip DP’ye uzanmak daha doğru. Yalnız mazlumluğun ve mağduriyetin bir söylem olarak bu kadar güzel kurgulanmasına ben herhalde yaşım itibariyle de olacak, yeni rastlıyorum. Neo-liberal sağın zaten her daim emrindeki popülizme daha isabetli bir ek kat çıkılamazdı diye düşünüyorum. Erdoğan ve şürekası, bu söylemi en iyi taşıyanlardan. Gerçi söylemleri, otoriter pratiklerinin rengini almaya çoktan başladı. Modernleri endişelendiren, öfkelendiren ya da üzen de bu renk değişimi zaten.

Renk bu, değişir. Fikirler, görüşler, tutumlar, yaklaşımlar da yerinde saymayıp pekâlâ evrilebilirler. Sadede geleyim, beni asıl üzen, solun –maalesef pek de şaşırtıcı olmayan bir şekilde- kendi kendini içinden kemirmesi oldu. İnsanlar birbirine sol ve sosyalizm dersi vermeye kalkıp sonra da birbirlerini küstahlıkla suçladılar. Yeri geldi kırk yıllık dava arkadaşları, AKP’yi eleştiren arkadaşlarını bir kalemde Kemalist, faşist, beyaz Türk, burjuva, milliyetçi ya da Ergenekoncu diye yaftalamaktan çekinmediler. AKP’nin İslami bir parti olmakla birlikte demokrasi yararına adımlar atabileceğine inananlar naif, liberal, Kürt milliyetçisi ya da Fethullahçı oldu. En nihayet mesele –belki de hep buydu- AKP’ye kategorik olarak karşıt olmakla daha ince eleyip sık dokuyan bir muhalefet geliştirmenin imkanlılığına inanmaya dayandı. Bu bir tartışma noktasıdır. Birbirini dinlemeye tahammülü kalmamış, kendi haklılığına tüm kalbiyle inandığı için karşısındakinin zekası ya da aydın ahlakıyla alay etmekten imtina etmeyen solcuların meyhane masasında bile oturup konuşamaz hale geldikleri nokta bu. Edilecek muhalefetin hedefinde doğrudan AKP mi olmalı yoksa bu indirgemecilik olur ve esas sorunları gözden kaçırır mıyız? Bu tartışılır. Yeter ki sarf edilen zehir gibi sözler ve atılan müstehzi bakışlarla beslenip semirmeye devam etmesin solun kendi içindeki bu kan davası. Bu çok içler acısı bir tablo.


Muhafazakarların hayat tarzlarına saygı duyarak öğrenim hakkının hiçbir şekilde engellenemeyeceğinde birleşmek ne ara muhafazakarlığı pamuklara sarıp sarmalamak anlamına geldi? Demokrasi ve özgürlüğün herkes için olduğunu söylememizi kim kendi özgürlüklerimizden seve seve feragat etmeye gönüllü olduğumuza yordu? Liberalleri aba altından sopa göstermekle itham edenler, kendilerinin abasız siyaset yaptıklarına mı inanıyorlar? Siyasette bir kere taşlar, sopalar meydana çıktıktan sonra aramızdaki tek fark birbirimizin kafasını yardığımız taşların yontma mı yoksa cilalı mı olduğu kalacaktır. Yazık ki yerde yeteri kadar kan olması, kimi ellerin daha fazlasını istemesine engel olmayacağa benziyor.












     Sinsi Kemalist pseudo-liberaller ya da
pseudo-demokrat muhafazakarlar (temsili resim) ?

23 Ocak 2011 Pazar

Doğru Ahmet’e İthafen


Bay Yanlış ve Doğru Ahmet
Çağdaşlık anlatısı, kadın üstünden yürütüldüğünde daha bir sürükleyici oluyor. Kılık kıyafet en birinci madde: Kıçı başı açık olacak. Sonra içki içecek, cinsel birleşmeden imtina etmeyecek. Mümkünse eğitimli ve meslek sahibi de olacak. Bu çağdaş. Dört tarafı kumaşlarla çevrili, evlenmeden bırak seks yapmayı kaşlarını bile almayan, içkisi kumarı sigarası kadar muhtemelen üniversite diploması da olmayan çağdaş değil. Evde saksı çiçeği gibi oturup koca bekleyen bu kızdan -bütün mesaisini buna vakfettiği için- küçük parmak kalınlığında yaprak sarma beklenirken çağdaş kızın yumurta kıramaması mazur görülmekle kalmayıp sevimli olarak bile nitelendirilebilir. Dahası çağdaş, yaprak değil sigara sarar ki tütün de en nihayetinde yapraktır. Tıksırıncaya kadar içtiği barlardan, konserlerden vakti kalırsa Türk kahvesi yapmayı bir ihtimal öğrenebilir. O da ayılmak için.

Namuslu erkekler namuslu kadınlarla evlenir ve bütün erkekler namus timsali olduğundan (kadınlar kendilerinden utanmalıdır) erkeklerin “ikinci el" kızlarla eğlenip, “sıfır kilometre” kızlarla evlenmesinden daha doğal bir şey olamaz. Evliliğe inanan çağdaş, deneme yanılma yöntemiyle bulur eşini (inanmayan çağdaşın zaten değme keyfine). Çağdaş olmayan, tohuma kaçmadan hayırlı bir kısmet atanmasını bekler kendisine. Hikayenin sonunda çağdaşın kütüğü babasından eşine geçer, çağdaş olmayanın ise babasından kocasına. Ortak eleman kütük.

Beyin okuma teknolojisi henüz gelişme aşamasında olduğundan ilk yaptığımız şeklen değerlendirmek. Bunu yaparken de önyargılıyız çünkü bir değerlendirme yapmak için önceden edinilmiş referanslara, yargılara, kodlara ihtiyacımız var. Fakat çoğu zaman bu kısa yolculuk orada kalıyor, kafasının içindekilere inmeden bırakıyoruz karşımızdakini. Başını örtmeyen ya da sakalsız muhafazakarla fazla ilgilenmiyoruz. Dockers pantolon, Camper ayakkabı, kadife ceket giyen küpe takan üniversite mezunu adamın aklından ne geçtiğini sahiden biliyor muyuz? Üniversitede okurken tanıştığı eşine şiddet uygulama hakkını kendinde gören de aynı adam değil mi? İkisi birbirinden tamamen bağımsız olduğu için değil fakat şekli tartışmaktan o kadar bitap düşüyoruz ki fikirlere enerjimiz, ilgimiz, sözcüklerimiz kalmıyor. Kavramları çağdaşlık ve değillik gibi yekpare düşünmek işimize geliyor. Oysa aşikar ki her şeyi iyice sarpa sardıran tam da bu. Bay Yanlış ve Doğru Ahmet algısıyla bir yere varamayacağımız aşikar.

Ya İbaretse?
Diyelim ki hayat içki ve seksten ibaret. Bu bir yaşam tarzı değil midir? “Hayır efendim, yalnız iç bade sev güzel olur mu hiç! Bizler düşünen, soran, sorgulayan, kitap okuyan/kitap yazan, film çeken/film izleyen, çalan söyleyen, yani üreten ve yaratan insanlarız” şeklinde bir savunma refleksi biraz iç burkucu değil mi? Bunun için özür dilenmeli mi? Müslümanlığın bir yaşam tarzı olduğunu düşünürsek, her gün beş kere ezan dinlediğim için benden kim özür dileyecek? Hayır, müzik gibi gelmiyor. Hayır, huzur dolmuyorum. Birinin çıkıp bet sesiyle her gün beş kere Çince küfretmesinden hiçbir farkı yok benim için. Yaşam tarzından ve müdahaleden ne anlıyoruz? Oturup bunu konuşalım.

Benim gibi düşünmekte özgürsün
"Bu endişeye sahip olan belki beş on kişi, beş yüz - bin kişi vardır. Bu tür korkular ve endişeler büyük ölçüde yapay” diyorlar. Özgürlük, yetmiş milyon kişinin muktedir gibi düşünüp onu alkışlaması değil, muktedir gibi düşünmeyen bir kişi bile olsa o bir kişinin çıkıp ne düşündüğünü ifade edebilmesidir. Ağzını açıp bir fikir beyan etmeden evvel hapis cezasını, işkenceyi, kazayla ölmeyi yahut meçhul bir fail tarafından öldürülmeyi göze almak bir özgürlük göstergesi değildir.

Ne aksırıp tıksırmamız, ne ucubeliğimiz kaldıktan sonra “bizim kimsenin yaşam biçiminden şikayetimiz yok” diyorlar. Allah’ınız razı olsun ama bizim var. Bir yaşam biçiminin dayatılmasından; bunun özgürlük, bunun demokrasi diye yedirilmesinden şikayetçiyiz. Aptal yerine konmaktan şikayetçiyiz. İçen-içmeyen ya da inanan-inanmayan diye kamplara ayrılmaktan, birbirimize düşürülmekten, karşı karşıya getirilmekten şikayetçiyiz. Yapay olan bir şey varsa o da bu. Apayrı hayat görüşlerimiz olabilir, tartışabilir, kavga edebilir, protesto edebiliriz ama fikirlerimizin bedelini –tarzına müdahil olmaktan imtina edilmeyen- hayatımızla ödemek istemiyoruz. İçtiğimiz, sevdiğimiz, seviştiğimiz, düşündüğümüz ve konuştuğumuz için af dileyecek değiliz, dilemiyoruz.




22 Ocak 2011 Cumartesi

Hayata

Ölümle aram hiçbir zaman iyi olmadı. İstediği kadar dindar, metanetli vesaire olsun kimsenin de olabileceğine inanmıyorum. Yalnız bu sefer kendimi tanımakta güçlük çekiyorum. Ürkütücü derecede sakinim. Acaba inkar mı ediyorum diye yokluyorum aklımı, hayır. Hocamın artık var olmadığı gerçeği aklımın orta yerinde duruyor. İri, ağır ve duru bir gerçek. Yerinden kımıldatabileceğim, perdenin arkasına saklayabileceğim gibi bir şey değil. Ben de bu gerçekle devam ediyorum hayatıma. İşin garibi, hayat da devam ediyor. 


Tören sonrası o yoğun duygusallığın etkisi altında olduğumu bildiğim halde iki önemli karar aldım. İkincisi, hocamın bana olan güveni ve desteğini boşa çıkarmamak için doktora yapmak. En azından elimden geleni yapmak. En baştan yapamam deyip kenara çekilmemek. Birincisi ise saçmalamayı bırakmak ve çok sevdiğim bir insanı en uzağıma itmekten vazgeçmek. Bunu hayata geçirdim bile. Canımı yakacak, beni bu kararı aldığıma pişman edecek anlar olacak, günler gelecektir belki. Hepsini göze aldım. Geçmişi telafi edemeyebilirim ama gelecek daha yeni yazılıyor. Biraz çaba ve emekle onun da cehenneme benzemesini engelleyebilirim. En azından öyle umuyorum. 


Böyle olmak istemiyorum, böyle olması şart değil demekle başlıyor her şey. Ne zaman nasıl geleceğinden bihaber olduğumuz sonun iki tokat atmasıyla diyor da insan. Canım yanmasın diye özenle örüp içine saklandığın ipek kozanın içinde her gün burnunu çekerek ağlıyorsan o kozanın hapisten farkı ne? Var olduğunu unutmak istemekle yok olmuyor kimse. Bir kere yok olduktan sonra ise zaten anlamı, önemi, telafisi yok. 


Dile de kolay değil yazması da. Tuttuğunu sandığım, tutmasını arzuladığım kin akıp gitmiş yüreğimin üstünden. Yerini sevmemiş. Yağmurda akan boyalar gibi akıp gitmiş ve biriktiği yer ağırlık olmuş. Öyle ağır ki dibe çekmiş yüreğimi de. Boğacakmış neredeyse. Daha kötüsü biliyordum yavaş yavaş boğulmakta olduğumu. Kaç zaman var ki yeniden uyumak için uyanıyor, ölmek için yaşıyordum. Alıp verdiğim nefesi, nefes alıp vermeyi sevmiyordum. Telafi edemeyeceğim geçmiş git gide artan ağırlığıyla çöküyordu boğazıma. Gelecek ilgimi çekmiyordu, hiç gelmese de olurdu artık. Kaybının yası diyordu doktor. Bu kaybın, bu yasın aydınlık bir tercümesi olsun istedim. Ölürken hayat vermek gibi. En zifiri karanlıktan bulup umudu çıkarmak. Olmalı çünkü. Ölümden önce bir hayat olmalı. İşte sarılıyor ve gülümsüyorum...hayata. 





21 Ocak 2011 Cuma

Ünal Hocamın Ardından

Melun Ocak ayı demiş, sonra da takvimlerden bir takvimin aylarından bir ayına melanet atfetmenin esasen ne denli abes olduğunu düşünmeden edememiştim. Lakin yanılmışım, zira bu 19 Ocak sabahı biz bir kere daha eksildik, Hasan Ünal Nalbantoğlu’nu kaybettik. Tez hocamın olduğu gibi daha bir çok hocamızın hocası hocamızı kaybettik. Yokluğuyla sadece biz değil, Heidegger, Lukacs, Adorno ve Gadamer de eksildi.

Aldığım Sociology of Fine Arts ve Cultures of Modernity derslerinde tutulmuş doğru dürüst ders notu bile yok elimde. Babasını hayranlıkla izleyen küçük kızlar gibi onu dinlerken efsunlanıyordum sanki. Bir an bile dikkatimin dağıldığını, dalar gibi olduğumu bilmem. Kitsch olmuş alemde vakumlu bir alan açıyordu bize. Dinleteceği müzikleri, izleteceği filmleri kılı kırk yararak seçiyordu. Gösterdiği filmleri izler gibi dikkatle izliyordum ders anlatırken zarifçe kullandığı ellerini. “Hanımefendiler” diye söze başlaması hayra alamet değildi, zarafet ve istihzadan ağır görünmeyen ağır sözler sarf edecekti belli ki. Bunu hak etmiş olanların yerine de geçiyordum yerin dibine.

Vakit daralıyor, bir tez konusu bulamıyordum. “Hayatla derdiniz neyse onu çalışın hanımlar beyler, kalkıp da sizi ilgilendirmeyen şeyler çalışmayın” diyordu son dersinde. Ondan sonradır ki bir tez konusu aramayı bırakıp hayatla derdimi sorgular olmuştum. Ondandır ki bulunca ilk ondan rica etmiştim danışmanım olmasını. İsterdi ama olamazdı çünkü onkoloji onu bizden çalmaya başlamıştı bile. Gene de hasta yatağında beni dergi editörlerine, yayın sahiplerine “bu kızın adını iyi ezberleyin, ileride çok duyacaksınız” demekten geri durmuyor, beni renkten renge sokuyordu. Ben, dev adamlara hayran her küçük ve aptal kız gibi küçük ve aptal, kendimi dışarı atıp ağlıyor, bir sigara daha yakıyordum. O dört koca yıl boyunca direneceği ölümü dimdik karşılarken yeni kitaplar, makaleler çıkarıyor, derslerini vermeye devam ediyordu. Onun popülizmini eleştirdiği gündelik hayatta direnişi çalışırken ne Tekel’den ne Stalingrad’dan çekinecek bir şeyim vardı. Yalnız Ünal Hoca’nın ölüme direnişi, başka her türlü direnişi neredeyse değersiz kılıyordu.

Ona ithaf ettiğim tezimi okuması için yetiştirememekten korktuğum kadar, yetiştirdiğim takdirde okuyup beğenmemesinden korkuyordum. Artık son sayfalarımda, onun direndiği ölümle ben de yarışır olmuştum…ve başardım. Doktora yapıp yapmamak konusunda muallakta olduğum halde -fakat onun benim hakkımda hiç böyle bir tereddüdü olmadığı için- doktora tezimde daha iyisini yazacağıma söz verdim. Şimdi, bugün, bütün muallak ve tereddüdümü Ankara’da bırakarak geldim İstanbul'a. Bana bu kadar inandığı için borçluyum bunu ona. Bütün hocalarıma ama en çok da hocalarımın hocası Ünal Hocama borçluyum. Ve zamansız ayrılışıyla bile bana son bir ders, çok değerli bir ders verdiği için müteşekkirim.

Ölümün telafisi yok diye geçirdim aklımdan. Sonra düzelttim kendimi: Hayır, hayatın telafisi yok. Sevilen insanlarla bir sebepten ayrı geçirilen yılların telafisi yok. Araya konan mesafelerin, yüreği donduran soğuk tavırların ne anlamı var? Böylece son bir kez silkeledi beni Ünal Hoca, kendime getirdi. Çocukluğun, saçmalığın lüzumu yok dedi. Git sarıl, git konuş, git söyle çünkü birimiz erken davranacak olursak bu dünyadan ayrılmakta, dünya değil zindan kalır geride kalana. Yapma, uzatma. Yapmadım, uzatmadım. Aklımda ne yedi kadının daha sesi, ne bir türlü tutmayıp yüreğimden akıp giden kin, öfke, kırgınlık, kızgınlık…hiçbir şey. Hatta ne aşk, ne sevda. Sadece sevgi, sâfi sevgi. Çünkü bugün orada bunu gördüm ben. Sevenleri olduğu kadar yıldızı hiç barışmayanlar da oradaydı. Rektör ağlıyordu. Biz ağlıyorduk. “Sizin hiç hocanız öldü mü” diye soruyordu yeni hoca olmuş bir öğrencisi. “Benim öldü, kör oldum” diyordu. Kör olmuş gözlerimizden karanlığa akıttık durduk göz yaşlarımızı.

Benim kadar aptal insanların silkinip kendine gelebilmesi için böyle ağır kayıplara ihtiyaç duyması ne acı. Gene de boşa geçtiğine inanmıyorum zamanın. Aradan geçen zaman beni ben yaptı. Sıkılmış yumruğumdan kat be kat büyük olan sevgimin her zaman ağır bastığı, basacağıyla barıştırdı beni. Bir gün önce en ağır lafları sarf edip hayatımdan şiddetle çıkarmayı düşündüğüm insanı karşımda bulduğumda ne ağır lafların, ne şiddetin orada olacağını –çünkü onlar hiç bizim olmadılar, biz hiç onların olmadık- gösterdi. Sevgi en nihayetinde bile her şeye üstün gelmeyi başarıyorsa onu çıplak ellerimizle boğmaktan büyük cinayet olamaz.

Hayatla derdimi öğrendim. Şüphesiz ki daha da çok kurcalayacağım hocam. Yalnız bugün hayatın dertlerimizden büyük olduğunu da öğrendim. Benim hocama da giderayak böylesi afili bir ders verip gitmek yaraşırdı zaten. Gözyaşlarımı o göğüste bıraktım hocam, ağlamıyorum artık. Kaybın yası tutmakla ne azalıyor ne bitiyor ama varoluşu kutlamak hayatın nefesini üflüyor içimize. Dediğiniz gibi biz direniş cephesi mensuplarıyız. Vazgeçmek yakışmaz. Kırgınlıkları uzatıp, kızgınlıkları beslemek de öyle. Hayata bizim gibi meftun, yakışıklı çocuklara yakışmaz. İşte dimdik duruyorum hocam. Tıpkı olması gerektiği gibi.


18 Ocak 2011 Salı

Bik Bik

Bu sefer de Alpay Erdem stayla yazayım haydi. Aslında Vedat Özdemiroğlu demeyi tercih ederdim ama ona saygımdan ötüriyet, satır aralarından muhafazakarlık kokuları aldığım için ne zamandır okumadığım Alpay Erdem'den aparttığımı söylüyorum. VÖ'nün çok tatlı muhabbeti var bu arada, söylemeden geçemem.



* AKP'nin gizli ajandasından bahsediliyor. Ben lahana çorbası diyetinin gizli ajandasından bahsetmek istiyorum: anorexia bulimia. Buram buram kereviz, brokoli ve lahana kokan bu çorbanın asıl amacı metabolizmayı hızlandırmak falan değil, basbayağı kusturmak. Öyle ki istifra, çıkartma falan az kalır. Yani her diyetin ortak amacı olan yemekten ve hayattan soğutmanın bir level üstü bu leş gibi diyet. Bundandır ki sadece 2 gün sonra kıtlıktan çıkmış gibi yağsız tuzsuz zeytin ve yağsız peynirle domates, bibere yumulurken "zeytine peynire can veren allahım sana geliyorum!" ve "rabbım kimseyi açlıkla terbiye etmesin!" diye höykürdüm adeta. 

ScarletO'Hara'nın topraktan havuç sökerek yediği final sahnesindeki repliği beni andı:
"As God is my witness, as God is my witness they're not going to lick me. I'm going to live through this and when it's all over, I'll never be hungry again. No, nor any of my folk. If I have to lie, steal, cheat or kill. As God is my witness, I'll never be hungry again." 

* Erkeklerin taksilerde öne oturmasına takığım. Hiç anlamam bacak boyu filan. Ataerkilliğin vücuda geldiği andır benim için. Meşru sayılabileceği durumları tenzih ederim fakat bir kadın bir erkek binilen takside erkeğin öne oturmasını aklım almıyor. Hakeza tek başına olan erkek müşterinin öne oturması. Hiç öne oturan tek başına kadın müşteri gördünüz mü? İçimden geliyor halbuki, çok da nefis muhabbet ederim. Ha mesela bir de bir gün Ankara'ya gideceğim, otobüste sadece arka sıra kalmış. Eyvallah, koca otobüs boşsa da tercihimi en arka sıra cam kenarından kullanırım zaten. Yok, ne adam ne internet veriyor bana o koltuğu. Erkek paşa oturacak oraya. Kimse oturmasa muavin çökecek filan, rahatsız olurmuşum. "Bay yanı, bayan yanı". Keyfimin kahyası mısınız ulan? Bırak da ona ben karar vereyim. Belki ben rahatsız edeceğim herifi ya da belki muasır medeniyetler seviyesinde yolculuk edeceğiz. Belki elektriğimiz tutacak, evlenip üç çoluk çocuğa karışacağız. Ne hakkın var saadetime mâni olmaya, kara vicdanlı.




* Toplumumuzun kutsal yapı taşı ailenin (!) çöküşünü bilmem ama kentli, eğitimli, orta-üst sınıfa mensup çekirdek ailenin çöküşü dizilerden değil laptop'lardan olacak canım benim. Üç kişilik çekirdek ailenin her çekirdeğinin kucağında bir laptop olacak iş değil. Bu zımbırtıların saksı gibi masa üstünde edebiyle durduğu ve kimseye internetsizlikten titremeler gelmediği yıllarda elektrik gittiği zaman sevinirdim iki çift laf edebileceğiz diye. Sağ olsun elektrikle birlikte internet de gidiyor ama o tat da gitti gider. Anneanne-dede evinde de olsa cereyan kesildiğinde gaz lambasının kullanıldığını görmüş insanım arkadaş, nostalji en doğal hakkım. Kaldı ki Körfez Savaşı'nı hatırlayan herkesin de hakkıdır bence (yaktın beni "80'lerde Çocuk Olmak" kitabı. Kafa iyice gitti Perihan Abla'ya, çıkartma küpelere, renkli kolonya torbacıklarına).


* Değişmeyen tek şey değişimin kendisi, bir de benim elimin üstüne not alma huyumdur. Gerçi adı üstünde huy, belli ki değişmiyor. Neyse ki alan küçük, fazla bir şey sığmıyor. Birkaç sene önce büyüdüm adam oldum edalarında lisemi ziyarete gittiğimde ortaokul coğrafya hocam görüp gülerek azarlamıştı "kızım hala mı!" diye. Valla o kadar hala ki geçen ay tez jüri üyeme telefonda "hocam ben sizin adresi elime yazmıştım o gün de silinmiş, hangi binaydı sizin" demek zorunda kaldım. "Demek hala nick kullanıyorsun" diye mail adresimle de kafa buldu zaten. Bu ve bunun gibi tonlarca salaklığıma rağmen dersinde sunum yapmamı istemesi bir mucize. 


* İkidir azimle internetten izliyorum Muhteşem Yüzyıl dizisini. Reklamları pas geçmek de işime geliyor tabi. Neyse ki Nebahat Çehre'nin kostümü Pamuk Prenses'in üvey annesi kötü cadı karakterinden sıyrıldı biraz. Neydi o öyle ilk bölüm. İlk bölümünde dizi sanki Osmanlı sarayında geçiyor da Nebahat Çehre Avrupa'daki müstakil şatosunda ikamet ediyordu. Yalnız, replikler biraz özensizce sadeleştirilmiş gibi geliyor. "Akdeniz Türk gölü olacak" ve benzeri ne kadar ortaokul tarih kitabı klişesi varsa sıralanıyor. Tamam, belgesel değil dedik de kendi parodisine de dönüşmesin, değil mi? Bir de, kostümlerde kullanılan kumaşları izliyorum resmen. "Ne kadar yakıyor bu" türklüğüyle "amma para gidiyordur haa" diyorum içimden. 


* Bir kadının ahını almayacaksın. Ciddi söylüyorum. Kindar sürprizler seni bekler yoksa. İçinden ne çıkacağı da belli olmaz. Şahsen, canı yakılmış kadından korkarım arkadaş. Herkesin de korkmasını tavsiye ederim (Hürrem'den çağrıştı). Öte yandan, cinayetin cezası olmasa beni iki kaşımın ortasından vurmakta tereddüt etmeyecek birkaç kadın sayabilirim. Kill Ayşec I, Kill Ayşec II, Kill Ayşec III. Bu seri tutulur, baya da gider. 


* Meyhane kültürü olan memlekette en tutan diyetin Sibel Can diyeti olması ve Sibel Can'ın bugüne kadar alıp verdiği kiloların toplamının 500'e yaklaşmış olması bana çok tutarlı geliyor. Meyhane kültürü bir yana akşam yemeği sofrasında en çok vakit geçiren ülkelerden biri Türkiye (Burada da George Costanza çağrışım yoluyla intikal etti fesat aklıma). 


* Aa baya tuttum ben bu yazım stilini. Aklıma estikçe buradan yürürüm böyle.


* Geyiğe daldım da unuttum sanılmasın. Yarın aynı saatte, aynı yerde.



17 Ocak 2011 Pazartesi

Melun Ocak Ayı

Sene 2002. 17 Ocak sabahı. İstanbul’da hava kapalı ve yağmurlu. Okula gitmek yerine yorganın altında kalmak için her şeyimi veririm. Ama ne her şeyim çok şey, ne de annem bunu yer. Siyah külotlu çoraplarımı, yeşil-lacivert ağırlıklı ekose okul eteğimi ezbere geçiriyorum altıma. Üstüme ne giyeceğim bana kalmış. Sahiden bana mı kalmış yoksa asilik mi ediyorum hatırlamıyorum.

17 Ocak önemli bir gün. İlk aşkım Nazım’ın doğum günü o gün. Ona göre giyinmek geliyor içimden. Yağmurlu gün mavisi bluzumu geçiriyorum üstüme. Boynuma? İçinde onlarca küçük eşarp bulunan çantamdan uygun bir tanesi: şu küçük beyaz, üstünde yağmurlu gün mavisi ve soluk pembe küçük zarif çiçekler olan. Saçımı güzelce topluyorum. Belki göz kalemi bile çekerim. Hayır gerek yok. Kafi. Hazırım.

Servise biniyorum. Biri gelmedi gene. Okula varıyoruz. Daha öğle olmadan mı yoksa öğleden sonra mı, kıyametler kopuyor. Kapıda bir sürü haberci. O sabah servise binmeyen kız atlamış köprüden. Taksinin kapısını açıp bırakmış kendini. Ardından bir yığın tartışma koptu. Çoğunu takip etmedim. Nereden atladığını göstermekten eksik kalmamışlardı sadece. Bazen köprüden geçerken oraya takılıyor gözüm. Bir de yıllardır resmini görmediğim halde yüzünü hiç unutmadım. Hatta sesini. Garip. Bir gün önce benden istediği kitabı okumaya da elim bir türlü varmadı.

17 Ocak’ları hatırlamamaya başladım o günden sonra. Bilerek bilmeyerek, bilmiyorum. Sonradan anladım ki Ocak zaten lanetli bir ay. Hele 24 Ocak. İsmiyle müsemma kararlar ve Uğur Mumcu…ve elbette 19 Ocak’ta Hrant Dink. 


Bu sene de saat 3’te Agos’un önündeyiz. Duyurulur.

16 Ocak 2011 Pazar

Samantha Jones vs. Bridget Jones

Çocuk gibiyim, ne görsem özeniyorum resmen. "Takip edilesi bloglar" başlığına göz gezdiriyordum gene. Seçip açtıklarımın çoğu günlük gibi, "şöyle oldu böyle oldu, sonra ben de dedim ki". Bir de kendime kızıyordum, sanki günlük gibi blog yazanı dövüyorlarmış gibi. Sonra benim de öyle yazasım geldi. Yazıyorum. Yani aslında düşününce kime ne? Öte yandan okunuyor demek ki. Ha bir de, takip edilesi blog ararken denk geldiklerimden iyice anladım ki kasvetli şeyler okumaktan kaçınıyorum artık. Takip ettiklerimi de bu yüzden takip etmeyi bırakırsam affoluna çünkü bu yüzden. Aypodumu da temizleyeceğim yakında. 


Mesela kimsecikleri zerrece ilgilendirmeyecek bir gerçek: sol gözüm irite (!) oldu gene, yanıyor. Gözün irite olması da tam bebiş hastalığı, insan yediremiyor kendine. Yok yok, nospiye hastalığı diye yedirmeye çalışıyorum. Artık olduğu kadar. Yersem.


Sahil yürüyüşlerime ve lahana diyetine başladım. Taş olmaya karar verdim. Bu konuda karar verince inada bindiriyor ve başarıyorum genelde. Dur bakalım. İşin komiği, günümüz kapitalizminin en yenmez yalanlarından birini kendime afiyetle yediriyor olmam: zayıflayınca daha mutlu bir insan olacağım. Oysa ki sadece aç bir insan olacağım. Yaşamak için yiyen değil, yemek için yaşayan ve aşkla yiyen bir insan olarak da huysuz olacağım muhtemelen. Haydi gene yemekten kısmak bir şey değil de içki düşündürüyor beni. Meyhane sofraları geçiyor gözümün önünden. Sigarayı bırakalı beri zaten bir eksikti içtiklerimin tadı. Neyse ki bu yasaklar o eksikliği telafi edecek, daha bir tatlı gelecek rakı. Daha ne kadar tatlı olabilirse artık.


Arkadaşımın Nisan'daki düğününü koydum önüme. Ben bensem ben de kırmızı giyerim diyorum. Son anda pısıp cayma hakkım saklı olmak üzere pek iddialıyım bakalım. Hem sadece düğün için de değil. Samantha'nın da dediği gibi: "I'm done with great love. I'm back to great lovers." Şimdilik teoride tabi. Hiç o eski serseri ruhum yok ama ne cehenneme saklandıysa bulup çıkaracağım. Daha 25 yaşındayım anasını satayım, ölmeden mezara girdim resmen. "Hiç içmek gelmiyor içimden, ben bir şarap alayım" ya da "ay hiç dans edesim yok, sen takıl" derken duymak istemiyorum artık kendimi. Ben ben olmasam bir tane geçireceğim bana. 


Tek eksiğim bir iş şimdi. Ondan önceki iş CV hazırlamak tabi. Bir tane vardı, eksi bilgisayarımla mezara girdi o da. Ankara'dan döndüm ya doktora fikri sinsice uzaklaşıyor aklımdan. Para kazanma arzum ağır basıyor. Akademiye sadakatim sınanıyor adeta. Akademi fetişizmi olan bir insanım, kabul edelim şimdi. Doktoram olsun, titrim olsun, odam, kitaplarım, makalelerim olsun istiyor deli gönlüm. Olan insanlardan da ziyadesiyle hoşlanıyorum. Fetişizm diyorum ama tam pejoratif değil. Hani paranoyak olmanız izlenmediğiniz anlamına gelmez ya. Akademi fetişisti olmak da akademinin esasen boş bir şey olduğu anlamına gelmiyor elbette. Lakin bir yüceltme söz konusu, evet. Hastasıyım lan!


Kilo vermek, iş bulmak...arkadaşımın evlenmekle yapmaya çalıştığını yapıyorum belki de. Hayatım düzene girsin istiyorum. Eğlenmeyi, yaşamayı sevmeyi unuttuğum için bunu istediğimi düşünür oldum belki, bilmem. Kendimi irdelemeyi bırakıp ne olacağını görmek istiyorum artık. Aynada kendimi görmekten yine keyif almak, hepsi çok yakıştığı için ne giyeceğime karar verememek, bir yere girdiğimde gözlerin bana çevrildiğinden şüphe duymamak istiyorum. Belki eskisi gibi piçleştirmez bu beni. Belki de sahiden değişmişimdir, kim bilir. Ben bileceğim. Yakın zamanda. Zaman demişken...sahi bir de zaman faktörü var değil mi? 90'lılar fink atıyor ortalıkta. Şimdi onların piçlik zamanı. Göreceğiz.



-Bekarım lan ben!
-Bekarsın da, Samantha Jones değil Bridget Jones bekarısın be ayşec.'im!


Colin Firth'ümü getirin lan! Hugh Grant gelmesin ama kafam karışıyor sonra, yürürken sakız çiğneyemiyorum.






Kimbra - Settle Down from her boku bilen adam on Vimeo.
HBBA dinlenesi der de ben üstüne çökmez miyim..

15 Ocak 2011 Cumartesi

Taypo ve AK Kaşık

Muhafazakar demokrat, demokrat muhafazakar, cam kenarı koridor, dönmeyen döner fark etmez. Edepten, terbiyeden, üsluptan, erkandan yoksun hiç kimse bana edep, terbiye, üslup ve erkan konusunda ahkam kesemez. Popülizmin bile alt sınırlarını zorlayan hiçbir parti bana nasıl muhalefet edileceğini öğretmeye kalkamaz. İdeolojisini ve eylemlerini desteklerim ya da desteklemem fakat tükürükler ve nefret saçarak kendi gibi olmayan herkese en bayağı hakaretleri yağdıran hiç kimse karşıma geçip üsluptan bahsedemez. Bu ağırıma gitmekle kalmaz, yemem de. O kadar uzun boylu değil. Kendi tabirleriyle söyleyecek olursam: “Sevsinler!”

Genel saldırganlık seviyesindeki bu gözle görülür artışı yalnızca seçim kampanyalarının başlamış olmasına mı borçluyuz yoksa bu özgüvenin ardında taze alınmış bir gaz mı var bilmiyorum. Yalnız şu son bir ay hatta son birkaç haftada üst üste gelen şeyler endişe verici. Endişe demişken, tütün ve alkol konusundaki düzenlemeler “modern” addedildiğine göre endişeli modern yaftasından mahrum kalmaya mahkumum. İçim kan ağlasa da buna katlanabilirim sanıyorum.

Ben daha ziyade, yetiştiğim sosyalist çevre içinde küfür olarak kullanılan liberal yaftasını taşımaya eğilimli bir duruş sergileyenlerdenim. Öte yandan, oylamaya sunulan değişiklikleri bir iyice okuduğu halde referandumda “evet” demeye eli varmamış bir liboşum. “Yetmez ama evet” diyenler de vardı. Şu son gelişmeler ise beni “yetti artık, hayır!” noktasına getirdi. Benim gibi portakalda vitaminler bir yana her daim soğukkanlı, eleştirel mesafesini koruyan aydınların bile öfkesini kabartmak az iş değildir. Oysa malum, öfke yalnızca belli başlı ağızlardan tükürük olup saçılırsa üslup sayılıyor. Onun dışındaki her türlü öfkenin aşağılanıp kendi tükürüğünde itinayla boğulacağından şüphemiz yok.

"Biz muhafazakarız. Aile bizim için önemlidir, mahremiyet bizim için önemlidir, tarih ve tarihi şahsiyetler, tarihi şahsiyetlerin manevi değerleri bizim için son derece önemlidir. Evrensel değerleri benimsemiş, özgürlüklere saygı duyan, başkasının özgürlüğünü kısıtlamadığı sürece, başkasının kutsal değerlerine hakaret etmediği sürece her türlü fikrin serbestçe ifade edilmesini savunan bir partiyiz."

Hafıza işte…aldı beni nerelere götürdü. Bundan birkaç sene evvel, Ankara’da yaşar iken bir kız arkadaşımla geç bir saatte eve dönüyoruz. Peşimize de sağ olsun bize eşlik etmekte ısrar eden iki arkadaş takıldı. Argümanları: “Korkmayın bağyanlar, biz Bahçeli çocuğuyuz”. Bir dediler, iki dediler. En sonunda ben arkamı dönüp asla pişman olmadığım o çıkışı yaptım: “Siz Bahçeli çocuğusunuz da biz orospu çocuğu muyuz ulan!”. Neyse biz eve sağ salim vardık ama arkadaşların penceremize taş atmak suretiyle bir şeyler anlatma çabası hepimizin karakolda sabahlamasına yol açtı.

Bizim için şunlar şunlar önemlidir. Bizim önemsediğimiz, kutsal saydığımız şeylere bulaşmadığın sürece özgürsün. Bak sınırları da neon sarısıyla çiziyorum, bu kıyağımı da unutma ve aklından çıkarma ki sarı çizgiyi geçmek tehlikeli ve yasak.

Ne hikmetse ben, "kimsenin giyim kuşamına, yeme-içmesine, inancına, ibadetine kısıtlama getirmeyen, tam tersine bu noktada en geniş özgürlükleri savunan ve bunun gereklerini yerine getiren” parti iktidara geldiğinden bu yana istediğim gibi giyinemiyor, ramazanda yiyip içmekten imtina ediyor, politik görüşlerim ve dini inançsızlığım dolayısıyla kendimi tehdit altında hissediyorum. 8 yıldır hangi özgürlükleri kısıtladıklarını soracak olurlarsa onları bir odaya kitler ve “yeter, n’olur bırak bizi gidelim” dedirtene kadar sayıp dökebilirim. Anlaşılır olmak adına kendileriyle aynı “üslubu” kullanmaktan imtina edeceğimi ise hiç mi hiç sanmıyorum.

Iksırıncaya tıksırıncaya kadar içiyoruz. Viskimizi, şarabımızı, en önemlisi de rakımızı –evet, evet- tıksırıncaya kadar içiyoruz. Yanına da sigaramızı çatır çatır yakıyoruz. Arzu edersek geberinceye kadar da içeriz. Arzu edersek duracağımız yeri bilmezlikten gelir, gider tuvalete kusarız. Yetmedi klozeti yastık eder orada sızarız. Önümüzü göremez, yolda düz yürüyemeyiz; konuştuklarımız anlaşılmaz olur –ki vaziyet onu gösteriyor ki bunun alkolle doğrudan bir ilgisi yok. 8 yıldır kimsenin yaşam tarzına müdahale etmeyen iktidar partisi apırsa da köpürse de biz istediğimiz boku yiyeceğiz.

"Kars'taki o malum heykel için 'ucube' derken aynı zamanda kralın da çıplak olduğuna işaret ettim... İçlerindeki despotizmi yıkamayanlar, içlerindeki o görünmez krala çıplak dedirtmek de istemiyorlar. Gözü olan, gözüyle birlikte iz'anı olan herkes, güzelle çirkini, estetikle ucubeyi birbirinden ayırır. Bunun için hiç de asil bir aileden gelmiş olmaya, sırça saraylarda büyümüş olmaya gerek yoktur. Sadece milletin siyasi tercihlerini değil, milletin beğenilerini, değerlerini, estetik anlayışını, güzellik anlayışını da aşağılamayı, ona hakaret etmeyi alışkanlık haline getirmiş olanlar bunlardır... Kaldı ki ben bu heykeltıraşın çok başarılı dünyada şöyle tanınmış, böyle tanınmış, bunu da eleştiren birisi değilim. Doğrudur başarılı da olabilir, ona saygı da duyarım."

Bu kral çıplak argümanı kadar absürt argüman duymadım hayatımda. Danışmanlar uyuyor mu? Hem gözümüz yok demek ki bizim, başka bir uzvumuzla değerlendiriyoruz sanatı. O kadar da asil ailelerin sırça saraylarda altın klozetli tuvaletlerine zümrüt sıçmaktan arta kalan zamanlarını halkın arabesk gibi sığ ve kaba beğenilerini hakir görerek büyüyen seçkinci Kemalist çocuklardık halbuki, hay Allah! Halbuki göz var izan var. Bir şey güzelse güzel, çirkinse çirkindir. Sanatmış, estetikmiş, felsefeymiş ve dâhi psikolojiymiş, sosyolojiymiş, antropolojiymiş…bunlar hep canına yandığımın partisini karalama kampanyaları. Malum heykeltıraşın gördüğü saygı çok bile. Birazını iade etmeli. Hak geçmesin.

***

Burada da bol bol bahsettiğim sosyoloji yüksek lisans tezim için ele aldığım örnek Nevizade’de sigara yasağıydı. Bunun için gerek tütünün gerekse Nevizade’nin tarihinden tutun Dünya Sağlık Örgütü’nden TBMM tutanaklarına kadar girip çıkmadığım yer kalmadı. Saha çalışması olarak da sokaktaki her mekandan bir çalışanla yarı-yapılandırılmış derinlemesine mülakat yaptım. Saha anılarımı, daha doğrusu konuşulanları, bir askerlik anısı kadar uzun uzun, keyifle ve heyecanla anlatma arzum canlılığını koruyor. Bu tehlikenin farkındayım, o yüzden sadede geleyim: Orta yaş ve üstü meyhane çalışanları, sigara yasağının sadece bir başlangıç olduğunu, bunun ardından içki yasağının geleceğini düşündüklerini belirtirken genç bar çalışanları müstehzi mimikler eşliğinde bu öngörünün komplo teorisinden ibaret olduğunu söylüyorlardı. Elimdeki binlerce sayfa da az çok bu ikinci grubu destekler nitelikteydi.

Keyif ekonomisine vurulan bu ikinci balta üstüne daha çok yazılıp çizilir fakat bir önsöz olarak, bunun sigara yasağıyla bir tutulamayacağını söylemeliyim. Tütünün kaşifler tarafından Amerika’dan Avrupa’ya getirilmesiyle başlayan tütün kısıtlamaları, 60’larda kanserle arasındaki bağın kanıtlanmasıyla güçlenir fakat argümanların seyri asıl 90’ların başında, çevresel tütün dumanının tehlikesinin kanıtlanmasıyla bugünkü halini alır. Yani liberal önlemlerin yerini paternalist müdahalelere bırakması içmeyenlerin sağlıklı bir hayat sürme haklarının içenler tarafından gasp edildiğinin ortaya çıkmasıyla olur. Elbette tartışmalar burada bitmekten çok asıl burada başlıyor fakat benim söylemeye çalıştığım, alkol konusunda aynı meşruiyet zemininin bulunamayacağı. Hükümetin uygulamalarında meşruiyet yahut halk onayı ne derece öncelikli kriterler, o da ayrı bir tartışma konusu.

Mesele, neyin yasaklandığı hatta nasıl yasaklandığı bile değil. Mesele, bizatihi bu yasakçı zihniyetin kendisi. Meclisteki sigara tartışmaları sırasında öne sürülen “buna yasak demeyelim de özgürlüklerin yeniden dağıtımı diyelim” argümanı da şu aşamada sökmez. Cinselliğin baskılandığı, dillerin yasaklandığı, kitapların cayır cayır yakıldığı bir ülkede içkimize sigaramıza karışmışlar, başımızı örtmüyoruz diye ya satılık ya kiralık olmuşuz çok mu…Çok. Bu kadarı fazla. Her fırsatta yeniden üretilen ve dolaşıma sokulan bu biz-siz-onlar ayrımını gerçeklemeyi başaranlar, çığırından çıkmış şartlar altında bu başarılarının keyfini sürmekten mahrum kalabilirler. Ya Kemalistliğe ya Fethullahçılığa indirgenen insanların gün geçtikçe bilenen öfkesi, tartışma kültürünün de ifade özgürlüğü gibi ender bulunduğu bu topraklarda hiç istenmeyen –ya da istenen- sonuçlar doğurabilir. Dahası, seçim kampanyası yürütmek adına yükseltilen bu gerilim ana muhalefet partisi lehine sonuçlar da doğurabilir. Muhafazakarlar biyolojik analojileri pek sever, ben de öyle ifade edeyim: Hangi sinire, hangi damara ne kadar basınç yapacaklarını iyi hesaplamak iktidar partisinin lehine olur. Aksi takdirde –zaten bilindiği üzere- mutlak iktidar mutlak yozlaşır ve sonlanır. 8 yıl da bir tek parti iktidarı için iyi bir süre. Bir ucube için ise fazla bile (bkz. bir saygı belirtme ifadesi olarak “ucube”). Umuyorum popülist ağızlarına doladıkları rövanşist söylem gün gelip kendilerine dönmez çünkü bugünlerin rövanşının nasıl alınacağını şimdiden kestirmek güç.

Son olarak gündeme taşınan şu slacktivism örneği: Facebook’ta “AKP’ye içiyoruz” adıyla açılan ve az zamanda 130.000 katılımcıya ulaşan grubun esasen bir AKP’li tarafından açılmış olması ve bir anda isminin “Seçimlerde AK Parti’ye oy atmaya gidecem diyenler” olarak değiştirilmesi. Bu cin fikirli aklıevvel Facebook kullanıcısından daha vahim olanı gazetelerin olayı aktarma biçimleri. Aslında bu slacktivist eylemin iktidar partisini çok iyi yansıttığını söylemek mümkün. Hak ve özgürlükleri savunur görünürken öyle olmadığının anlaşılması, üslubunun çiğliği ve dili kullanımının özensizliğinin yanı sıra takiyesini güzelleyip onunla böbürlenme gibi ciddi benzerlikler göze çarpıyor. Fakat dediğim gibi yancı medyanın haberi veriş biçimi (“şok oldular”, “oyuna getirildiler” vb.) haberin kendisinden daha vahim.

Görüyorum ki lafı biraz uzatmışım. Esasen buraya bu tür yazılar yazmaktan kaçınıyorum çünkü ismiyle müsemma bu alanı çok daha kişisel bir amaçla açmıştım. Fakat “mekan oynatıyor”, memleket yazdırıyor işte. Yoksa fişleneceğimiz kadar fişlendik, telefonlarda dinleneceğimiz kadar dinlendik. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.