17 Ocak önemli bir gün. İlk aşkım Nazım’ın doğum günü o gün. Ona göre giyinmek geliyor içimden. Yağmurlu gün mavisi bluzumu geçiriyorum üstüme. Boynuma? İçinde onlarca küçük eşarp bulunan çantamdan uygun bir tanesi: şu küçük beyaz, üstünde yağmurlu gün mavisi ve soluk pembe küçük zarif çiçekler olan. Saçımı güzelce topluyorum. Belki göz kalemi bile çekerim. Hayır gerek yok. Kafi. Hazırım.
Servise biniyorum. Biri gelmedi gene. Okula varıyoruz. Daha öğle olmadan mı yoksa öğleden sonra mı, kıyametler kopuyor. Kapıda bir sürü haberci. O sabah servise binmeyen kız atlamış köprüden. Taksinin kapısını açıp bırakmış kendini. Ardından bir yığın tartışma koptu. Çoğunu takip etmedim. Nereden atladığını göstermekten eksik kalmamışlardı sadece. Bazen köprüden geçerken oraya takılıyor gözüm. Bir de yıllardır resmini görmediğim halde yüzünü hiç unutmadım. Hatta sesini. Garip. Bir gün önce benden istediği kitabı okumaya da elim bir türlü varmadı.
17 Ocak’ları hatırlamamaya başladım o günden sonra. Bilerek bilmeyerek, bilmiyorum. Sonradan anladım ki Ocak zaten lanetli bir ay. Hele 24 Ocak. İsmiyle müsemma kararlar ve Uğur Mumcu…ve elbette 19 Ocak’ta Hrant Dink.
Bu sene de saat 3’te Agos’un önündeyiz. Duyurulur.
Bu sene de saat 3’te Agos’un önündeyiz. Duyurulur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder