Muhafazakar demokrat, demokrat muhafazakar, cam kenarı koridor, dönmeyen döner fark etmez. Edepten, terbiyeden, üsluptan, erkandan yoksun hiç kimse bana edep, terbiye, üslup ve erkan konusunda ahkam kesemez. Popülizmin bile alt sınırlarını zorlayan hiçbir parti bana nasıl muhalefet edileceğini öğretmeye kalkamaz. İdeolojisini ve eylemlerini desteklerim ya da desteklemem fakat tükürükler ve nefret saçarak kendi gibi olmayan herkese en bayağı hakaretleri yağdıran hiç kimse karşıma geçip üsluptan bahsedemez. Bu ağırıma gitmekle kalmaz, yemem de. O kadar uzun boylu değil. Kendi tabirleriyle söyleyecek olursam: “Sevsinler!”
Genel saldırganlık seviyesindeki bu gözle görülür artışı yalnızca seçim kampanyalarının başlamış olmasına mı borçluyuz yoksa bu özgüvenin ardında taze alınmış bir gaz mı var bilmiyorum. Yalnız şu son bir ay hatta son birkaç haftada üst üste gelen şeyler endişe verici. Endişe demişken, tütün ve alkol konusundaki düzenlemeler “modern” addedildiğine göre endişeli modern yaftasından mahrum kalmaya mahkumum. İçim kan ağlasa da buna katlanabilirim sanıyorum.
Ben daha ziyade, yetiştiğim sosyalist çevre içinde küfür olarak kullanılan liberal yaftasını taşımaya eğilimli bir duruş sergileyenlerdenim. Öte yandan, oylamaya sunulan değişiklikleri bir iyice okuduğu halde referandumda “evet” demeye eli varmamış bir liboşum. “Yetmez ama evet” diyenler de vardı. Şu son gelişmeler ise beni “yetti artık, hayır!” noktasına getirdi. Benim gibi portakalda vitaminler bir yana her daim soğukkanlı, eleştirel mesafesini koruyan aydınların bile öfkesini kabartmak az iş değildir. Oysa malum, öfke yalnızca belli başlı ağızlardan tükürük olup saçılırsa üslup sayılıyor. Onun dışındaki her türlü öfkenin aşağılanıp kendi tükürüğünde itinayla boğulacağından şüphemiz yok.
"Biz muhafazakarız. Aile bizim için önemlidir, mahremiyet bizim için önemlidir, tarih ve tarihi şahsiyetler, tarihi şahsiyetlerin manevi değerleri bizim için son derece önemlidir. Evrensel değerleri benimsemiş, özgürlüklere saygı duyan, başkasının özgürlüğünü kısıtlamadığı sürece, başkasının kutsal değerlerine hakaret etmediği sürece her türlü fikrin serbestçe ifade edilmesini savunan bir partiyiz."
Hafıza işte…aldı beni nerelere götürdü. Bundan birkaç sene evvel, Ankara’da yaşar iken bir kız arkadaşımla geç bir saatte eve dönüyoruz. Peşimize de sağ olsun bize eşlik etmekte ısrar eden iki arkadaş takıldı. Argümanları: “Korkmayın bağyanlar, biz Bahçeli çocuğuyuz”. Bir dediler, iki dediler. En sonunda ben arkamı dönüp asla pişman olmadığım o çıkışı yaptım: “Siz Bahçeli çocuğusunuz da biz orospu çocuğu muyuz ulan!”. Neyse biz eve sağ salim vardık ama arkadaşların penceremize taş atmak suretiyle bir şeyler anlatma çabası hepimizin karakolda sabahlamasına yol açtı.
Bizim için şunlar şunlar önemlidir. Bizim önemsediğimiz, kutsal saydığımız şeylere bulaşmadığın sürece özgürsün. Bak sınırları da neon sarısıyla çiziyorum, bu kıyağımı da unutma ve aklından çıkarma ki sarı çizgiyi geçmek tehlikeli ve yasak.
Ne hikmetse ben, "kimsenin giyim kuşamına, yeme-içmesine, inancına, ibadetine kısıtlama getirmeyen, tam tersine bu noktada en geniş özgürlükleri savunan ve bunun gereklerini yerine getiren” parti iktidara geldiğinden bu yana istediğim gibi giyinemiyor, ramazanda yiyip içmekten imtina ediyor, politik görüşlerim ve dini inançsızlığım dolayısıyla kendimi tehdit altında hissediyorum. 8 yıldır hangi özgürlükleri kısıtladıklarını soracak olurlarsa onları bir odaya kitler ve “yeter, n’olur bırak bizi gidelim” dedirtene kadar sayıp dökebilirim. Anlaşılır olmak adına kendileriyle aynı “üslubu” kullanmaktan imtina edeceğimi ise hiç mi hiç sanmıyorum.
Iksırıncaya tıksırıncaya kadar içiyoruz. Viskimizi, şarabımızı, en önemlisi de rakımızı –evet, evet- tıksırıncaya kadar içiyoruz. Yanına da sigaramızı çatır çatır yakıyoruz. Arzu edersek geberinceye kadar da içeriz. Arzu edersek duracağımız yeri bilmezlikten gelir, gider tuvalete kusarız. Yetmedi klozeti yastık eder orada sızarız. Önümüzü göremez, yolda düz yürüyemeyiz; konuştuklarımız anlaşılmaz olur –ki vaziyet onu gösteriyor ki bunun alkolle doğrudan bir ilgisi yok. 8 yıldır kimsenin yaşam tarzına müdahale etmeyen iktidar partisi apırsa da köpürse de biz istediğimiz boku yiyeceğiz.
"Kars'taki o malum heykel için 'ucube' derken aynı zamanda kralın da çıplak olduğuna işaret ettim... İçlerindeki despotizmi yıkamayanlar, içlerindeki o görünmez krala çıplak dedirtmek de istemiyorlar. Gözü olan, gözüyle birlikte iz'anı olan herkes, güzelle çirkini, estetikle ucubeyi birbirinden ayırır. Bunun için hiç de asil bir aileden gelmiş olmaya, sırça saraylarda büyümüş olmaya gerek yoktur. Sadece milletin siyasi tercihlerini değil, milletin beğenilerini, değerlerini, estetik anlayışını, güzellik anlayışını da aşağılamayı, ona hakaret etmeyi alışkanlık haline getirmiş olanlar bunlardır... Kaldı ki ben bu heykeltıraşın çok başarılı dünyada şöyle tanınmış, böyle tanınmış, bunu da eleştiren birisi değilim. Doğrudur başarılı da olabilir, ona saygı da duyarım."
Bu kral çıplak argümanı kadar absürt argüman duymadım hayatımda. Danışmanlar uyuyor mu? Hem gözümüz yok demek ki bizim, başka bir uzvumuzla değerlendiriyoruz sanatı. O kadar da asil ailelerin sırça saraylarda altın klozetli tuvaletlerine zümrüt sıçmaktan arta kalan zamanlarını halkın arabesk gibi sığ ve kaba beğenilerini hakir görerek büyüyen seçkinci Kemalist çocuklardık halbuki, hay Allah! Halbuki göz var izan var. Bir şey güzelse güzel, çirkinse çirkindir. Sanatmış, estetikmiş, felsefeymiş ve dâhi psikolojiymiş, sosyolojiymiş, antropolojiymiş…bunlar hep canına yandığımın partisini karalama kampanyaları. Malum heykeltıraşın gördüğü saygı çok bile. Birazını iade etmeli. Hak geçmesin.
***
Burada da bol bol bahsettiğim sosyoloji yüksek lisans tezim için ele aldığım örnek Nevizade’de sigara yasağıydı. Bunun için gerek tütünün gerekse Nevizade’nin tarihinden tutun Dünya Sağlık Örgütü’nden TBMM tutanaklarına kadar girip çıkmadığım yer kalmadı. Saha çalışması olarak da sokaktaki her mekandan bir çalışanla yarı-yapılandırılmış derinlemesine mülakat yaptım. Saha anılarımı, daha doğrusu konuşulanları, bir askerlik anısı kadar uzun uzun, keyifle ve heyecanla anlatma arzum canlılığını koruyor. Bu tehlikenin farkındayım, o yüzden sadede geleyim: Orta yaş ve üstü meyhane çalışanları, sigara yasağının sadece bir başlangıç olduğunu, bunun ardından içki yasağının geleceğini düşündüklerini belirtirken genç bar çalışanları müstehzi mimikler eşliğinde bu öngörünün komplo teorisinden ibaret olduğunu söylüyorlardı. Elimdeki binlerce sayfa da az çok bu ikinci grubu destekler nitelikteydi.
Keyif ekonomisine vurulan bu ikinci balta üstüne daha çok yazılıp çizilir fakat bir önsöz olarak, bunun sigara yasağıyla bir tutulamayacağını söylemeliyim. Tütünün kaşifler tarafından Amerika’dan Avrupa’ya getirilmesiyle başlayan tütün kısıtlamaları, 60’larda kanserle arasındaki bağın kanıtlanmasıyla güçlenir fakat argümanların seyri asıl 90’ların başında, çevresel tütün dumanının tehlikesinin kanıtlanmasıyla bugünkü halini alır. Yani liberal önlemlerin yerini paternalist müdahalelere bırakması içmeyenlerin sağlıklı bir hayat sürme haklarının içenler tarafından gasp edildiğinin ortaya çıkmasıyla olur. Elbette tartışmalar burada bitmekten çok asıl burada başlıyor fakat benim söylemeye çalıştığım, alkol konusunda aynı meşruiyet zemininin bulunamayacağı. Hükümetin uygulamalarında meşruiyet yahut halk onayı ne derece öncelikli kriterler, o da ayrı bir tartışma konusu.
Mesele, neyin yasaklandığı hatta nasıl yasaklandığı bile değil. Mesele, bizatihi bu yasakçı zihniyetin kendisi. Meclisteki sigara tartışmaları sırasında öne sürülen “buna yasak demeyelim de özgürlüklerin yeniden dağıtımı diyelim” argümanı da şu aşamada sökmez. Cinselliğin baskılandığı, dillerin yasaklandığı, kitapların cayır cayır yakıldığı bir ülkede içkimize sigaramıza karışmışlar, başımızı örtmüyoruz diye ya satılık ya kiralık olmuşuz çok mu…Çok. Bu kadarı fazla. Her fırsatta yeniden üretilen ve dolaşıma sokulan bu biz-siz-onlar ayrımını gerçeklemeyi başaranlar, çığırından çıkmış şartlar altında bu başarılarının keyfini sürmekten mahrum kalabilirler. Ya Kemalistliğe ya Fethullahçılığa indirgenen insanların gün geçtikçe bilenen öfkesi, tartışma kültürünün de ifade özgürlüğü gibi ender bulunduğu bu topraklarda hiç istenmeyen –ya da istenen- sonuçlar doğurabilir. Dahası, seçim kampanyası yürütmek adına yükseltilen bu gerilim ana muhalefet partisi lehine sonuçlar da doğurabilir. Muhafazakarlar biyolojik analojileri pek sever, ben de öyle ifade edeyim: Hangi sinire, hangi damara ne kadar basınç yapacaklarını iyi hesaplamak iktidar partisinin lehine olur. Aksi takdirde –zaten bilindiği üzere- mutlak iktidar mutlak yozlaşır ve sonlanır. 8 yıl da bir tek parti iktidarı için iyi bir süre. Bir ucube için ise fazla bile (bkz. bir saygı belirtme ifadesi olarak “ucube”). Umuyorum popülist ağızlarına doladıkları rövanşist söylem gün gelip kendilerine dönmez çünkü bugünlerin rövanşının nasıl alınacağını şimdiden kestirmek güç.
Son olarak gündeme taşınan şu slacktivism örneği: Facebook’ta “AKP’ye içiyoruz” adıyla açılan ve az zamanda 130.000 katılımcıya ulaşan grubun esasen bir AKP’li tarafından açılmış olması ve bir anda isminin “Seçimlerde AK Parti’ye oy atmaya gidecem diyenler” olarak değiştirilmesi. Bu cin fikirli aklıevvel Facebook kullanıcısından daha vahim olanı gazetelerin olayı aktarma biçimleri. Aslında bu slacktivist eylemin iktidar partisini çok iyi yansıttığını söylemek mümkün. Hak ve özgürlükleri savunur görünürken öyle olmadığının anlaşılması, üslubunun çiğliği ve dili kullanımının özensizliğinin yanı sıra takiyesini güzelleyip onunla böbürlenme gibi ciddi benzerlikler göze çarpıyor. Fakat dediğim gibi yancı medyanın haberi veriş biçimi (“şok oldular”, “oyuna getirildiler” vb.) haberin kendisinden daha vahim.
Görüyorum ki lafı biraz uzatmışım. Esasen buraya bu tür yazılar yazmaktan kaçınıyorum çünkü ismiyle müsemma bu alanı çok daha kişisel bir amaçla açmıştım. Fakat “mekan oynatıyor”, memleket yazdırıyor işte. Yoksa fişleneceğimiz kadar fişlendik, telefonlarda dinleneceğimiz kadar dinlendik. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder