13 Ocak 2011 Perşembe

Ankara'ya yaklaşırken

Ankara'ya yaklaşırken engebeler azalır, irili ufaklı tepeler tepelenmeyi bırakıp düzelirler. Hiçbirşey değil ama yol düzelir. Yedi tepeli şehrin iniş çıkışlarından sonra usulca huzur vaat eder Ankara. Duyana, görene, anlayana.
Bu sefer engebeler silinmekle kalmadı, çevre yerleşimlerin ışıkları aktılar birer birer, sonra hep beraber. Karanlıkta yaklaşırken Ankara'ya bu sefer, evlerin ve sokak lambalarının çoğu sarı pırıldayan ışığı aşağı süzüldüler. Ne ay tutabildi onları, ne kirpiklerim, ne de bekçiler.

Neredeyse dört yıldır içimde ikinci bir insan gibi büyütüp yetiştirdiğim, kendi aklı, kendi kalp atışı olan ve gözümden bile sakındığım acının yerini koca bir boşluğa bıraktığını anladım. Gene de bir oysa yalayıp geçti aklımı. Oysa ne kadar sürerse sürsün, nasıl biterse bitsin her hikaye bir hikayedir ve gayriihtiyari de olsa aşk barındırır içinde. O yüzden saygıyı yitirmek, unutmaktan bile acımasızca geldi bir an. Sonra o da geçti. Işıklar yere aktı, boşlukla biz kaldık gene. 
Bir eşik var ama hissizlik demeye ne dilim varıyor ne o dile geliyor. Bütün kızgınlıkların, kırgınlıkların üstüne örtülen yılların ardında bıraktığı; havada asılı kalan sözlerin, vaatlerin, hayallerin kırık boyunları ve sallanan ayaklarıyla her aşkı gölgesinde bırakabilecek kadar hatsız hudutsuz, kendi büyüdükçe insanı küçülten bir kin. Kafiye olsun diye değil ama bir din? Bazen.
Ankara'ya değil kendime yaklaşıyordum sanki. Işıklarını gördüğüm bendim ve hala akıyorlardı. Anneme söylediklerimden pişmanlık duyarak başladı mesafelerin azalması. Belki de güçsüzümdür derken inanmıyordum bile söylediğime. Gücümü toplayacak gücüm yok sadece; yaşamayı sevecek, hayata dört elle tutunacak. Oysa biliyorum güçlü olduğumu çünkü ben severek ayrılmayı biliyorum.
Ankara'ya yaklaşırken iyiden iyiye büyüdü içimdeki boşluk. Etrafında ben, kuru bir deri parçası gibi kaldım.
Bu benim hikayem. Kim gelip geçmiş olursa olsun, benim hikayem olmaya devam ediyor. Ne gelip geçene kızdım, ne de kendime bu sefer. Ankara'ya yaklaşırken durdum artık.
Yolda yürürken yüzüne boğazın ılık havası çarpınca gülümseyenlerden kim kaldı? Daha fazla böyle olmamalı öyle bir kadın. En nihayet terk edişlerim bile terketti işte beni. Acıtan yokluklar acılarını da alıp gittiler bilmek istemediğim bir cehenneme. Varsın biraz daha aksın ışıklar, onlar da sokaklar gibi denize varır. Yokluk, bütün sıfatlarını kaybedince yok oluyor asıl.
Bir hayat uzanıyor önümde. Bana istediğini yap der gibi davetkar, hatsız, hudutsuz. Bir manim yok madem -varsa da kalmamış, yoksa da ben anlamamışım- davete icabet etmemek olmaz. Bir hayat ki sevmeyi bahara bırakmayacağım. 

 

Bu sadece bir Bach değil. Bu hem değerli bir yadigar, hem de bana hayatın anlamını söyleyen zarif bir fısıltı. Bir bardak su gibi müsekkin. Henüz erken değil mi yaptığım ve yapılan hatalara müteşekkir olmam için? Bilmem. Yalnız tek bildiğim, durgun bir göl ya da uçsuz bucaksız bir denizi izler gibi sakinleştirdiği içimdeki boşluğu izlemenin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder