25 Haziran 2013 Salı

Utanç


Bu fotoğrafa bakmakta zorlanıyorum. Bakınca korkunç bir utanç duygusu kaplıyor içimi. Çok utanıyorum. Öfke, keder, isyan... burnumun direğini sızlatıyor ama en çok da bu utanç dayanılmaz geliyor. 


21 Haziran 2013 Cuma

Vive la Résistance!

Bodrum'un Mazı Köyü'nden, bizim ceviz ağacının gölgesinden bildiriyorum.

Tarihi çok önceden belirlenmiş, biletleri önceden alınmış yıllık iznime çıkarken ne yalan söyleyeyim, sürgüne gider gibi hissettim kendimi. Oysa bu tatile nasıl ihtiyacım olduğunu bilmeyen yok. Kalsam, çalışmaktan yine istediğim gibi "orada" olamıyorum. B'nin gayet vurucu ifade ettiği gibi "devrim oluyor, sen yoksun ayşec.; öyle saçma şey mi olur?". Gezi'de çadır kurmuş olmam gerekirdi, kuramadım. 1 Haziran'dan başlayarak her fırsatta uğramakla yetindim. Yetmedi. Yine de gazımızı suyumuzu eksik etmediler, sağolsunlar. Maskem, astım ilacım, havuz gözlüğüm ve Talcid'im olmadan şuradan şuraya gitmedim. Uçaksavar desen cepte.

Ne yalan söyleyeyim ilk bir iki gün fazla itibar etmedim. Hareketin kentli burjuva karakteri fazla baskın geldi ve toplumun diğer kesimlerine bu denli sirayet edebileceğini aklımın ucundan geçirmedim. Hatta "ne dersin, historic bir moment mı yaşıyoruz hocam?" diye soran arkadaşıma bu görüşümü aktardığım anı hatırlıyor ve bunu aktaran bilmiş küçük sosyologa "salak karı" dercesine gülümsüyorum. 

Her şey çok hızlı gelişti, benim "sen ben bizim oğlan" diye tanımlayabileceğim kitle yalnızca birkaç gün içinde çoğulcu karakterini ortaya koydu. "Normal şartlar altında" yan yana yaşadığımız fakat omuz omuza vermeyi düşünmeyeceğimiz insanlar ile bir araya geldik. On yılı aşkın süredir artarak devam eden baskı, şiddet ve devlet terörünün aslında hepimizin içinde, usul usul birikip yer ettiğini ancak o zaman gördüm. Orantısızlığı, haksızlığı, insandışılığı bu denli ayan beyan bir şiddet karşısında vicdanımız buji gibi ateşledi içimizdeki birikimi. Mermer değil mozaik misali o kesim aynı refleksle isyan etti: "Yetti artık!". Doyma noktasına ulaştık ve çökelti gibi gözle görülür, kendimizi gösterir hale geldik. Vapurda, otobüste sesimi alçaltmadan başbakanı ve hükümeti eleştirirken fark ettim, "normal şartlar altında" bunu yapamaz hale geldiğimizi. Vapurda yanımda oturan adam, otobüste önümde oturan kadın da aynı şekilde bıkkın ve eleştireldi. Artık kimse içinde tutmuyordu. Uzun bir istibdat döneminden sonra tadına varılan hürriyete benzer bir tat vardı damağımızda.

Dedim ya her şey çok hızlı gelişti. İlk günler, insanın içini umutlandıran bu çoğulcu ortam Cumhuriyet yürüyüşü kitlesinin hakimiyeti altına girecek diye korktum çünkü Gümüşsuyu'nda ellerinde Türk bayrakları ile yürüyen ve "Mustafa Kemal'in askerleri" olduğunu haykıran bir kitlenin ortasında kalmıştım. E ben kimsenin askeri değildim, nerelere gideydim? Neyse ki "Mustafa Keser'in askerleriyiz" sloganı gecikmedi ve bu "örgütsüz" halk hareketi anti-militarist kimliğini korumayı başardı. 

Yıllardır yalnızca örgütlü siyasi grupların ve "azınlık" ve "terörist" denilen halkların gördüğü zulmü ve şiddeti bu defa biz gördük ve görmezden gelindik. Göz göre göre cinayet işlenirken medya yüzünü öte yana, Kuzey Kutbu'na çevirdi. Medya, hükümetin işlediği cinayetlere ortak oldu, olmaya da devam ediyor. Kalemine, kamerasına bulaşmış bu kan lekesini nasıl çıkarır bilmem. 2013 Haziran'ı, bir hükümetin kendi halkını hunharca öldürmeye çalıştığını ve bunu olanca pişkinliğiyle inkar ettiğini gördü. Yetmedi, yıllardır duyduğumuz bölücülük kavramının âlâsını gördü: Bir başbakan, memleketin yarısını diğer yarısı tarafından öldürtmekle tehdit etti. Memleketin yarısını kendi aklı, kendi iradesi olmayan bir tetikçi ordusu; diğer yarısını ise marjinal, çapulcu ve düşman gibi gören bu adam milyonlarca insanı alenen cinayete azmettirdi ve azmettiriyor. "Biz" ve "onlar"ı dilinden düşürmeyen adama tek bir soru sormak isterdim: Sen kimsin?

Gezi'nin dağıtıldığı, insanların böcek sürüsü gibi Harbiye ve İstiklal Caddesi'ne süpürüldüğü gece oradaydım. Lütfi Kırdar'dan aşağı inerken arkamızdan ve önümüzden hala biber gazı ve ses bombası atılıyordu. Haftalardır hissettiğim şeyi yineledim: "Çok aşağılık bir his bu hocam, kaçtığım için kendimi aşağılık hissediyorum fakat kaçmak zorundayım çünkü öldürmeye vuruyorlar, kaçmayıp ne yapayım? Bir şey yapmalı..." O gece sabaha kadar uyuyamadım. Hoş, son iki haftanın tamamı mide yanması ve uykusuzlukla geçti. Orada olmak dışında her şey ihanet gibi geldi hepimize. İşten çıkınca "tamam artık eve gidiyoruz" dedik, sonra yine kendimizi parkta bulduk. Bilgisayar başında çalışmak zorlaştı çünkü Twitter'dan her saniye yeni haberler geliyordu ve dezenformasyon ayıklanarak paylaşılması gerekliydi. Bir de tabi şu biber gazının muhteviyatında insanı bağımlı eden bir şey var, son gece dandik maskemi indirip astımlı ciğerlerime derin bir nefes çekmemi sağlayacak kadar, sigaranın ilk nefesi gibi... lan bak yine canım çekti!

Ben annemle babamın yanına, köye geleli beri #direngezi #duranadam olmuş. Dönüp durmak, evimin karşısındaki Abbasağa'da foruma katılmak için sabırsızlanıyorum. Öte yandan, başta kendime kızsam da buraya gelmem gerekiyordu. Tatil ihtiyacım bir yana, kalçasını kırıp ameliyat olan annemi görmeden içim rahat etmeyecekti. Geldim, biraz sakinledim, iyi oldu. Ah neler yazasım vardı halbuki, hala var. "Noldu 80 sonrası apolitik kuşak, şiştiniz mi" diyecektim mesela ama 68'liler ve 78'liler öylesine içten bir saygı ve hayranlıkla yaklaşıyorlar ki "şişmemiş, gurur duymuşlar, umut dolmuşlar" diyorum. 

Yüksek lisans tezimi gündelik hayatta direniş üzerine yazmıştım. 68 ve 78'lileri bilmem ama ben şiştim çünkü kitlesel bir direniş ya da devrim ihtimalinin üzerini çizerek yola çıkmıştım. Anne babam ve onların kuşağından miras aldığım yenilgi duygusu ile iflah olmaz iyimserliğimi birleştirerek direnişi yeniden tanımlamıştım. Şimdi uzun uzun anlatmayayım (çünkü kendimi durdurmazsam uzun uzun anlatıyorum) ama aslında her gün, her an iktidara karşı direndiğimizi, diklendiğimizi, burnumuzun dikine gittiğimizi, ortada kuyu varsa yandan geçtiğimizi söylemiştim. Gündelik hayatta pratik ettiğimiz direniş fazla aşina olduğu için ona körleşmiş olmamız orada olmadığı veya değerli olmadığı anlamına gelemezdi. Örgütlülük şöyle dursun hedefi, yöntemi, amacı direnenler tarafından tanımlanamayabilir, fakat -ilk aşkıma meydan okuyorum burada- bu halk, literatürde "sıradan insanlar" tabir edilen insanlar yani biz hepimiz, yani hiçbirimiz koyun, akrep, serçe ya da midye filan değiliz. Uzatmayacaktım değil mi? Neyse. Demem o ki hem şiştim hem de böbürlendim biraz. Ben de bizim kuşaktan böyle bir hamle beklemiyordum. Hele bu hareketin bu kadar çoğulcu bir özellik kazanabileceğini rüyamda görsem inanmazdım. Fakat Gezi'yi, Taksim Meydanı'nı öyle gördükten sonra bana kimse "başka bir dünya mümkün değil" demesin, yemezler. Biz ne güzel insanlarmışız meğer; ne zeki, ne zarif ve iyilik dolu. Öfkelenince daha da güzel oluyormuşuz.

Bu süreçte uykumu kaçıran ilk şey, TKP'li bir hocamın direnişi örgütsüzlükle "itham" edişi oldu. Ona kalırsa derhal bir örgüt kurulmalı, bir lider ve flama etrafında örgütlenilmeli yoksa tüm bu olanların hiçbir değeri yok. Ağzı "elbette kazanımlar var" dese de gözlerindeki istihza uykularımı kaçırmaya yetti. Gezi'de merdivenlerin başında yan yana Gezi'yi süzerken ona da sordum: "Etrafınıza bakın, sizce burada bir örgütlülük yok mu hocam?". Gerçekliği kavramlara göre eğip bükmektense kavramları gerçekliğe göre eğip bükmek, mümkünse yenilerini üretmek taraftarıyım. Direnişi yeniden tanımlamaya yeltendiğimde çok tepki çekti, ortodoks Marksistler beni tefe koydu. Tez hocama bile tezin son paragrafında laf çakmaktan kendimi alamadım. Şimdi ise örgütlülüğü yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bugüne kadar kendimi bir örgüte ait hissetmedim fakat örgütlülüğe karşı bir alerjim yok. Değil mi ki aşk örgütlenmektir, inanırsam sonuna kadar varım. Kaldı ki örgütlü politize ve eylem kültürüne sahip insanların katılımı olmasa Gezi'deki insanlar bir haftadan fazla hayatta kalamazdı, doğruya doğru. Parklarda düzenlenmeye başlanan forumların örgütlülük yönünde çok iyi bir adım olduğuna inanıyorum. Abbasağa forumundan çıkan ilk karar ise bu direnişe olan aidiyetimi iyice pekiştirdi: evde zor tutulduğu söylenen %50'yi ötekileştirmeme, koyun gibi görmeme, küçümsememe. Biz kimiz ki kimi küçümsemeye hakkımız olacak zaten? O kim ki bizi küçümsemeye hakkı var? En başta, hak ettiğimiz saygıyı görmek için dökülmedik mi zaten sokaklara, meydanlara, parklara? Özgürlüklerimize, hayatımıza saygı. 

Bu süreçte en kritik noktalardan biri direnişin sönümlenmesine izin vermeden, direnişin doğasına uygun örgütlenme biçimini bulmak olacak. Katılımcı demokrasi adaları olan forumlar bu anlamda ümit verici. İkinci kritik nokta ise diyaloğu sağlamak. Katilimiz olarak atanan insanların beslendiği dezenformasyonu bertaraf etmek, onlara durumu anlatmak, "size böyle gösterdiler ama bakın aslında böyle böyle oldu" demek. Naifçe mi? Evet büyük naiflik. Ne yapalım, elimize silah alıp adam mı vuralım? 

Gündelik hayatımızda görünür ve  tahammül edilemez hale gelen baskının birikimi Gezi direnişinin ortaya çıkmasında etken oldu. Şimdi, direniş, dönüp dolaşarak gündelik hayatımızı etkiliyor. Tahakküme ve haksızlığa karşı eskisinden daha tahammülsüzüz. En azından kendimde bunu gözlemliyorum. Önümüzdeki hafta ve aylarda, direniş için elimden gelen emeği ortaya koyacağım. Bunun yanı sıra, direniş ruhundan güç alarak, kendi küçük hayatım için de bir eylem planı hazırladım. Önümüzdeki aylar bir takım bazı şeylere gebe. Umarım her şey daha güzel olacak...




Not: Bu yazı eksik ama ne eklesem, ne kadar uzatsam da eksiklik hissinden kurtulamayacağım. Direniş süreci devam ediyor. Ben, Memleketimden İnsan Manzaraları'nda harbin sonunu göremeyecek olsa da dehşetle merak eden adam gibi dehşetle merak ediyorum bu işin sonunu. Stalinist hocamın aksine ben bunları çok görmedim, böylesini ilk defa görüyorum. Ne gördüm, ne okudum. Bu ne Türk Baharı ne de Occupy. Babama kalırsa burada bir direniş geleneği üretiyoruz, bana kalırsa repertuvarı genişletiyoruz ki az şey değil. Gezi'den yola çıkarak yapılacak akademik üretimi düşündükçe iştahım kabarıyor, internet aktivizmi konulu doktora tez önerimi kabul etmeyen bir sosyoloji bölüm başkanını özellikle bu günlerde  daha bir sevgiyle (!) anıyorum. Alanda burun buruna geldiğimizde diyey miydim acaba? Neyse, geçmiş olsun. Akademik metinler yerine edebi metinler üretme çağımın geldiğini hissediyorum ve bu defa pas geçmeyeceğim.