11 Temmuz 2014 Cuma

Kimse Ölmemiş Gibi

Bazen tek bir şarkı yeter. Ama bunu siz de biliyorsunuz zaten. 

Birkaç gün sonra Mazı'ya gidiyorum. Gidiş bileti, dönüş bileti her şey hazır. Eskiden ne güzel, nereye gidilecekse anan baban paketler götürürdü seni. Yanıma ne alacağım, kaçta çıkarsam yetişirim derdi yok. 

Mazı'ya gidiyorum. Demin bu şarkı çaldı radyoda. Dinlerken dinlerken başka türlü gitmek geldi içimden. Ne bileyim işte. Eskiden nasılsa öyle gitmek. Yok, paketlenerek değil de... Kimse ölmemiş, kimseyi kaybetmemişim gibi işte. 

Taşla toprakla saatlerce oynayıp da sıkılmayan o çocuk gibi. O yaz en değerli şeyi bileğindeki halhalı olan. Yalınayak oradan oraya koşuşturan ve oradan oraya koşmayı çok eğlenceli bulan. Kıçının başının nasıl göründüğünü dert etmeyen. Bütün bebeklerini taşımaya üşenmeyen (taşıtmaktan utanmayan). Büyüklerin türkülü rakı sofrasının kenarındaki iki sandalye üzerinde dünyanın en rahat uykusuna dalan. Ana babası henüz altmış beş yaşında olmayan.

O zaman henüz bir otel ateşe verilip yakılmamıştı insanlar. Sabah evden çıkıp arabasına binen bir adam arabanın havaya uçmasıyla ölmemişti. Henüz kimse ölmemişti. Benim için. Ruhi Su ölmüştü bir tek ama o da hep var gibiydi. Çok sevilen bir aile büyüğü gibi hep bir parçamız olmuştu. Su Dede sayılmaz o yüzden. 

Bodrum yine Bodrum'du, kalabalıktı, sıcaktı ama Zeki Müren'i görebiliyordun Penguen'de dondurma yerken. Babam, on sekizime gelince Halikarnas Disko'ya gideceğimizin sözünü veriyordu. İnanıyordum. Ama zaten babam ne derse inanıyordum ben. Baba dediğin öyle bir şey. Ay'a gittim dese inanırım. Şimdi dese şimdi inanırım. 

Her yaz sonu Mazı'dan, daha doğrusu İnceyalı'dan ayrılırken kan ağlıyordu içim. Hayat orası kadar, o kadarcık, o insanlarla birlikte olsun istiyordum. Daha fazlasına ihtiyacım yoktu, istemiyordum. Küçük bir  bir pet şişeye deniz suyu, kum, çakıl filan dolduruyordum yola çıkmadan önce. 

İstanbul'a döndükten birkaç hafta sonra su iyice bulanıklaşmış ve şişenin kapağını açmak istemeyeceğim kadar kötü kokmuş oluyordu. Mecbur döküyordum. Dökerken de kan ağlıyordu içim. Mazı'ya, Mazı'daki mutlu günlere tutunmak istiyor, bir türlü beceremiyordum. Kayıp gidiyordu. Çok küçüktü ellerim. 

Zaman benden büyüktü. Annemden babamdan bile büyük. Ölüyorduk. Yavaş yavaş. Hepimiz. Küçük bir pet şişeye koyup saklayamıyormuşuz hiçbir şeyi, hiçkimseyi. Yine de her gittiğim yere beraberimde götürmeyi öğrendim. Pet şişesiz. 

Ömür geçiyor, ömrümüz. Ölmekten dehşetli korkuyorum hâlâ, hatta üzülüyorum öleceğim için, kederleniyorum. Bazen, artık daha fazla sevdiğimin ölümünü görmeden ölmek istiyorum. O iş öyle olmuyor, biliyorum. 

Bu yaz Mazı'ya öyle bir gitmek istiyorum ki 30'uma merdiven dayamış gibi değil de bu şarkı çıktığındaki gibi (Sezen, bizim Sezen'imiz iktidara göz kırpmamış daha o zaman).Kuaför koltuğuna oturtulmuş, ayakları havada sallanan ve elindeki kasetin kapağını kuaförün burnuna sokup "böyle, bir tarafı kısa bir tarafı uzun" diyen çocuk gibi gitmek istiyorum. Halhalımı her gördüğümde ilk defa görmüş gibi mutlu olmak, annemle babamı rakı içerken izlemek, annemin yeniden türkü söylediğini duymak istiyorum. Bunu da okuyorsun değil mi anne? Senin türkü söyleyen sesin benim bugüne kadar duyduğum en güzel ses. 

Ve elbirliğiyle hazırladığımız o güzel rakı soframızda kötü adamları konuşmayalım bu yaz. Ömür geçiyor, ömrümüz. Ben sizi güldürecek bir şeyler illaki bulur anlatırım. Bahsetmeyelim kötü adamlardan. Kaybettiklerimizin her birine birer kadeh kaldıralım ama. Ne olur, bu yaz yalnız güzellikler içine saklansak... Ölmek bilmeyen çirkin adamları değil de hayatımıza güzellik katıp aramızdan ayrılmış güzel adamları, güzel kadınları ansak yalnız. 

Sonra hep birlikte gülümseyelim işte. Hadi gülümseyelim, n'olur!