26 Mayıs 2010 Çarşamba

Menemen

Ruhu bedenine sıkışmak vardır ya, öyle bir şey. Hüzün yakışsın isterdim ama gitmiyor bu yüze, gitmiyor melankoli. Ne yüzüme gidiyor ne de benden gidiyor. Çöktü kaldı.
Yakışmıyor biliyorum, üstüne üstlük can sıkıyor farkındayım. Güleç bir insanın yüzünü asmasından hoşlanmıyor kimse. Aynaya baktığım zaman ben de paylaşıyorum bu rahatsızlığı.

Zuhal Olcay'a karşı hala ince bir hasetlik besliyorum hüzün yüzüne bunca yakıştığı, sesine böyle güzel sindiği için. Haksızlık bu. Ben de insanım, benim de rimelim akıyor. "Ağlamak güzeldir" diyor kadın bak ne güzel, o zaman ağlarken de güzel olabiliriz. Asla olamayacağım sanırım, o zaman ağlamayı bırakmalı mıyım?

Melankoliye saydam ve kalın bir perde demek ne kadar doğru emin değilim. Hani daha ziyade eskiden kullanılan kadın şapkaları vardır küçük. Yüzü örten bir avuç tül vardır önünde. Cenazelerde siyahını takar kadınlar. Şimdi o siyah tül gibi melankoli, hiçbir şeyi küllendirmeden küle boğuyor dünyanın resmini. Ne deniz ne martılar, ne de baygın çiçek kokularıyla gelmekte olan yazdan bir tat alabiliyorum. Bir önceki perdede oyuna ettiğim fenalığı düşünüp üzülmekle geçiyor perde arası.

Her perde arasını ben, sahneyi bırakmayı düşünmekle geçiriyorum. Sonra arkamdan bir elin ittirmesiyle gene sahnede buluyorum kendimi. Hazır perde açılmamış, ürkütücü seyirci sessizleşmemişken arkamı dönüp kaçayım diyorum fakat perdenin açılıp, ışığın yüzüme vurması, gözümü almasıyla suya düşüyor erken firar planlarım. Oyun devam ediyor.
Hep aynı oyun da olsa ne oyuncu bıkıyor ne seyirci.

Sevmiyorum bu benzetmeleri. Aşktan bahsetmek daha yalın bir iş olmalı. Kendisi çok basitmiş gibi lafını döndürüp dolaştırıyoruz bir de. Seviyorum ve canım yanıyor demek ayıpmış gibi. Değil de utanıyor insan. Güçsüzlüğünden, aczinden, çaresizliğinden. Bu ben miyim diyor. Halbuki ne güzel sevildim bugüne kadar, mutlu olmalıyım. Beş yaşında bir perde düştü yere, arkasını gördüm, mutlu olmalıyım. Arkasında hiçbir şey yokmuş meğer...Godot'nun bile bir gün çıkıp geleceğine inanırım artık. Perdenin arkası ise bomboş. Ne bir aşk, ne bir nefret. İnsan bile yok.

Hastalığı, ölümü gördüm hep ama severek ayrılmak gibisini görmedim. Ben böyle acı görmedim. Ölüm desen değil, hastalık desen değil. Bunu başıma getiren de gene benim. Bu bir salça meselesi son tahlilde. Evet kuzum, halis muhlis domates salçası. Yalnız domatesler aynı bostandan toplanmış olacaklar, farklı bostanların domateslerinin vuslata ermesi kat'iyyen memnudur. Bunda anlaşılmayacak, kabullenilmeyecek, sineye çekilmeyecek bir şey yok. Farklı bostanların domatesinden salça olmaz. Ömrümün geri kalanında belli belirsiz bu hınçla doğrayacağım domatesleri ve kavanozdan kaşıkla salça alırken inceden gözlerim dolacak belki ama bunlar hep komik unsurları hikayenin. Evet, çok komik gerçekten de.

Eve kapanıp günlerce insan görmediğim oluyor. Aynaya bakınca insanların da beni görmüyor olmasına seviniyorum. Küçük, suratsız kadın! Bende çok varmış gibi başkasına akıl veriyor olsam derdim ki bastırma sakın, mutlu olmaya zorlama kendini. Kendi haline bırak, nasıl hissediyorsan öyle davran. Oysa şikayetçiyim bu halimden. Sürekli yakınan, bol göndermeli melankolik yazılar döşenen bir insan değilim ki ben. "Özünde iyi" derler ya bir bok yemiş insanlar için, işte ben de "özünde mutlu" bir insanım. Ne çok ben diyorum tanrım, memlekette bir şey olmuyormuş gibi. Neyse, ben de memleketin umurunda değilim nasıl olsa. Nasıl ama mütekabiliyet? Müthiş.

Zamanla geçmez hiçbir şey, kim derse yalan söyler.
Ama dibe çöküyor ya da demleniyor sanki insan. Demlendikten sonra da yüzün gülebiliyor mu öyle rahat, mesele o. Bin tane an ve anı arasından da olsa tadını çıkarabiliyor musun günün?Mutlu olmayı koy kenara, mutlu olmayı isteyebiliyor musun hala? Yoksa ilk fırsatta, öleceğin günü beklemeye mi meylediyorsun?

Çok fazla acı, çok fazla dert varsa var, ölelim mi yani? Ölelim mi, ne yapalım? Mecbur olduğum için değil, değer bulduğum için yaşamak istiyorum. Sabahları beni uyandıran kuş cıvıltılarına homur homur küfretmek değil, eskiden olduğu gibi daha gözlerimi açmadan genişçe gülümseyerek "size de günaydın" demek istiyorum. Biliyorum, eskisi gibi olmaz hiçbir şey ama en azından bundan farklı bir şey olmak istiyorum. İçimdeki bu şeye umut mu deniyor bilmem. Adını boş ver, artık güzel şeyler olsun istiyorum.
Bırak salçayı, ben menemene ekmek banmak istiyorum.

Neden

Güya temizlik vardı bugün evde. H'nin telefonuyla uyandım 11 gibi. Temizliğe geleyim mi diye sordu. Bu, geleceğim demekti. Apar topar kalkıp pek de dağınık olmayan etrafı topladım. Kahve içmeden yaptığım her şey kayıt dışı sabahları.

Geldi ama her gelişi gibi değil. Her şeyden evvel birer sandalye çektik -bunu yapacağımız bir yerlerde yazılıymış kadar kendiliğinden ve olağan. Havadis dolu geçen haftanın sonrasını anlattı bir çırpıda. Benim yaşlarımdaki oğlu sevdiği kızı kaçırmıştı. Ailesi vermiyormuş kızın, bir akrabalarına sözlemişler. Kız da kaçmış oğlana. Ertesi günü apar topar ev tutuldu, döşendi, nikah yapıldı. Çöpleri toplamaya geldiğinde ayaküstü ve kıs kıs gülerek anlattığı kadarıyla biliyordum bunları. Ben can sıkıcı rasyonel modernist özne olarak doğabilecek hukuki sıkıntılardan dem vurayazarken yorgun olduğu kadar keyifli gülücükleri durdurdu anlamsız endişelerimi. Kaynana oldum iyi mi diye kıs kıs gülüyordu gençliği dün gibi aklımda olan kadın. Ben de güldüm. H mutluysa sıkıntı yok demekti.

Bugün geldi. İlk iş balkonu yıkamaktı. Yağmurları bahane edip savsaklıyordum kaç zamandır. Kovayı doldurdu, ilk suyu attı ki telefon çaldı. Hoşnutsuz da olsa rıza gösteren kayınpeder, çocukların evini görmeye geliyormuş. Hazırlık yapmak gerekti, zaten gergin olan ilişkileri daha fazla germemek için her şey yapılmalıydı. Madde bir, börek. Yanına çay, gerisi de uydurulur bir şekil. Apar topar çıktı H. Bu sefer kıs kıs gülen bendim. Eşine ulaşamadığındaki telaşı, geliniyle konuşurken hala oturtamadığı belli olan mesafe... Çoktan geleneksel hale gelmeye başlamış olan "darısı başına"dan hele ki bu bağlamda sıyırabileceğimi ummamıştım, öyle de oldu.

Aldım sazı elime, bir güzel yıkadım balkonu. Balkon yıkamak bahane, çıplak ayaklarla suda çıpır çıpır oynamak şahane. Akşama doğru kuruyunca attım masayı, sandalyeyi de. Menekşe hanımı da güneşle baş başa bırakmıştım zaten, masaya terfi etti o da. Az buçuk biyoloji kalmamış olsa aklımda küçük hanımla beraber yatacağız ama heyhat, benim de havaya ihtiyacım var.

Akşam güneşinde bir mayıştım bir çalıştım güya, kim sorarsa. Acıkmadığım halde, sırf güzel yaptığım için yemek yapıp yedim. Yanına da bir kadeh şarap, çikolata, sigara derken... bu keyfin gözü kör olsun. Bu sefer keyif için terfi oldum balkona hava kararınca. Oldu olacak deyip bir de mum yaktım. Aldım şişeyi, sigaramı yanıma. Karşımda bir avuç deniz, ama çok değil, tam bir avuç. Öyle ışıklı, öyle huzurlu ki buradan, neredeyse kendine çağırıyor. Gel diyor, Galata'da iki tek at ne çıkar. Yemezler diyorum ama öyle bir yiyesim var ki.

Musıkiyi de açtım mı yanına. Daldım daldım gittim. Kendimce şarkı bile mırıldandım. Gene düşündüm, düşündükçe düşündüm. Bu bilekliği çıkarmaya bir türlü elvermiyor gönlüm. Düşündüm işte...aşkı, sevdayı, ayrılığı...bir insan akşamları ne düşünürse onu düşündüm ben de. Öfkelenmeye çalıştım, öfkelenemedim. Ağlar gibi oldum, sonunu getiremedim. Açtım Turgut Uyar okudum, yaramadı pek. Yaramıyor. Dokunamayacağını bildiğin bir insanı uzaktan izlemek gibi sevdiği şairi okumak, sevdiği müziği dinlemek. Aydınlık bir ucu olan uçsuz bucaksız bir karanlığa sürüklüyor insanı.

Şarap ne güzel, İstanbul ne güzel...vapurlar, martılar filan. Işıkları, kokusu, uğultusu bile. Kim demişti unuttum şimdi ama, "insanlar buraya yaşamaya geliyor, halbuki burası ölünecek yer" demiş adamakıllı bir adam çok yıllar önce. Acelem olmasa da burada ölmek isterim ben de. Aşiyan'da gözüm yok da -ki bu aralar o günden sonra ilk defa olarak gideceğim, dertleşmek için bizim adamlarla- yan yana oturmak ve sessizce birer sigara yakmak isterdim o müthiş sükunete. Sonra o sükuneti bozmak pahasına da olsa "neden" derdim, "neden sevmedin beni, bir de hele. Yoo bana hiç aşktan bahsetme arkadaş, küçüğüm ya anlamıyorum farz et. İnsan sevdiğinden ayrı duramaz, durursa da ölür, ölmezse de ölür gibi olur. Bu kadarını biliyorum ben. Şimdi de bakalım neden sevmedin beni, dosdoğru söyle ama, kıvırmadan, aşka edebiyata kaçmadan". Der miydim sahi? Yok, demezdim. Gurur. En fazla bu kadar çıplak kalabiliyorum, yazarken. Bir şeyi saklamanın en iyi yolu onu orta yere koymaktır hesabı ne varsa döküyorum ulu orta. Aşikar olanı görmez insan, ben bunun tezini yazıyorum.

25 Mayıs 2010 Salı

much ado about nothing #1

yapılacak iş değil ya incesaz dinliyorum işte.

yeni döndüm sayılır eve. bir yanımda haliç, bir yanımda boğaz var idi. önümde mütemadiyen bira ve o sevdiğim ferzan özpetek ampulleri renkli renkli. bir de sevdiğim insanlar ki hiç eksik olmasınlar ben oldukça.

bu kadının sesi bir gün öldürecek beni.. ama yanaklarım tavına geldi zaten, bir de şarap koymayayım şimdi. koymayalım değil mi menekşe hanım, sizin de arpanız fazla gelmiş zaten dünden.

ama yalnız değiliz bak, bu hep böyleymiş. biri demiş ki akşam oldu hüzünlendim ben yine, öbürü demiş ki yarelerim sızlar. oluyor demek ki, olmayacak iş değil.

ah be küçük hanım, biz ne demeye olduk böyle..ama ne güzel değil mi kanunun sesi. mazinin kalbimizde bir yara olduğunu söylemekte halbuki. öyle mi dersin?

şikayet ettiğimden değil, bakma sen bana. insan alışıyor yalnız yürümeye, dolmuşa yalnız binip, dolmuştan yalnız inmeye.

geç kalacağım deyince kabalcı'ya girdim bugün. yerçekimli karanfil'e baktım bulamadım, bach gördüm alamadım. menuhin'le gould halbuki, ama pek tuzluydu işin doğrusu. bir de içim elvermedi. brahms sever misiniz? bayılırız. lakin içimiz elvermiyor, buna ne dersiniz?

çaresizlik ne fena şey. insan delirecek gibi oluyor. şey gibi neredeyse, sevip de söyleyememek gibi, onda bile bir umut var halbuki. bunda o da yok, söylesen de kâr etmiyor. ne acı.

ha bire turgut uyar okuyorum iyi mi... başucu kitabı derler ya, onu geçtik biz. düpedüz beraber uyuyoruz adamla. gözümü yummadan bir iki şiirini okuyorum rastgele. iyi geliyor da denemez ya...başka türlü bir şey.

başladı gene dalıp gitmelerim. senin gibi, bir saksıya ekseler beni de, ne çıkar sanki. ne olursa olsun hiç de gönül koymam, açarım rengarenk. bildiğin gibi değil menekşem, bir ağlamak ki gitmiyor. doğuştan sevdalı olur mu insan? ah bu sevdalı başım...

bizi çalışmak kurtaracak değil mi, öyle demediler miydi? peki kurtarılacak vaziyete geldiğimizde nasıl çalışacağımızı da söylediler miydi? yoksa kafayı koyup uyudum mu o derste de?

gene erken kalkmaya başlasam, tarabya, yeniköy, bebek, sarıyer...yürüdükçe yürüsem gene. niçin? ama niçin?.. her şey için bir anlam bulmalıyım yeniden, bir renge boyamalıyım her anlamı. bir tat, bir koku vermeliyim. gülümsemek gerek sonra, eski bir alışkanlık olarak gülümsemek. neye peki, neden?

hayat kimse için kolay değil menekşe hanım, hele bizim için zor bile sayılmaz. insan dediğin arsız bir şey işte. sevgi arsızı en çok.

dün sana şarkı söyledim usulca, duymuş olacaksın ki iyi gelmemiş pek? biraz daha mı solmuş yaprakların? ne yapayım, acıklı şeyler geliyor hep dilimin ucuna. yemek yapacağım vakit mutfağa gelirsin benimle, o zaman şenleniyorum biraz. seni de şenlendiririm. ayşecan şenlendirici. tamam solma solma, sustum.

hatta ne dersin, yazmayı bırakıp iyice bir susmalı mı? kendi kendime konuşmayı oldum olası severdim ama... kime ne zararım var öyle değil mi? biraz ironik oldu bu, geri alıyorum.
insanoğlu ne bencil. insan değil ama insanoğlu, kendi ettiğini görmez de...

sabahları neden uyanıyorum biliyor musun? "ayşec" diyorum "kalk. bütün gün uyuma isteği depresyon semptomudur, kalk çabuk". yarın öbür gün hele bir eşşek gibi çalışmaya döneyim, bak kalıyor mu eser!

o eski halimden eser yok şimdi..saçlarım tarumar gözlerimde nem, ateşe benzerdim, biraz kül biraz duman, işte öyle bir şey...

ama yarın yeni bir gün öyle değil mi? bir de inanabilsem buna..

23 Mayıs 2010 Pazar

Mor Menekşe, Minnacık Kadın ve Devin Güzel Elleri

Dedim ben yapmazdım diye, yapmam yapamam.

Kaderimi paylaşacaktı halbuki, acımasızdım, kararlıydım. Kaç gündür su vermiyordum kalbim büyüklüğündeki menekşeye. Yapraklarının bir bir kurumasını izliyordum. Can çekişerek ölmesini. Karşısına geçmiş izliyordum, kılımı kıpırdatmadım. Sağ yanımdaki sıklamen içinse çok geçti zaten.

Fakat dayanamadım işte. Dedim yapamam diye, yapamadım. Aldım konuştum onunla. “Bak” dedim “su vereceğim şimdi sana. Biliyorum hala ordasın, vazgeçmedin. Tanıyorum seni, biliyorum. Benim kadar bir şeysin küçük hanım. Mini minnacık bir kadınsın sen de. Vazgeçmezsin kolay kolay. Dev gibi adamlar vazgeçebilir ama biz geçmeyiz, değil mi? Haydi aç çiçeklerini, bana bak. Yaşayacağız, başka şansımız yok. Bana söz ver, tutunacaksın. Sen de bırakmayacaksın beni, söz ver. Sen bana söz verirsen, hayatı veririm ben de sana. Bırakmayacağım seni, gel bakalım..”

Mutfağa götürdüm, canını acıtmadan temizledim kuru yapraklarını. İçme suyu verdim, bir çırpıda içti. Birlikte diğerlerini suladık sonra. Sıklamen iyice pes etmişti ama kuru yapraklarını temizleyince minik yeşil bir yaprak çıkardı kafasını. Gitmemiş, saklanıyormuş sadece. Nasıl sevindim.

Menekşe hanımı da aldım masama koydum. Birlikte yazacağız bu tezi, öyle anlaştık. Onu öldürmeye kalktığımı bildiği halde affetti beni. Affetmek de denmez, anladı, bildi ki sevmek, yaşamak, severek yaşamak kolay iş değil, mücadele ister. O seni öldürse de seveceksin. Böyle bir şey bu. Biz öyle öğrendik. Biz öyle sevdik, değil mi Menekşe hanım? İçimiz kan ağlasa da açacağız çiçeklerimizi, değil mi? Bir seri katil kadar iyi bakamadığım zamanlar olacak sana, ama asla sevgisiz kalmayacaksın söz veriyorum.

Söz verme derdi halbuki, söz verirsen yapmazsın sen. Yanlış. Tutmayacağımı bildiğim için söz vermedim hiç, şimdiyse biliyorum. Sevgiden bol bir şeyim olmadı bugüne kadar, neden esirgeyeyim onu da? Hele de böyle küçük bir hanımdan?

Yok, yapamayacağım. Yapamam demiştim. Ben öyle kolay bırakamam, pes edemem. Değil mi ki tek hayat bu, biraz daha savaşmak ister. Tabi ne yapıyorsak aşkla sevdayla. Mesela Menekşe kalkıp kastetseydi canıma, betim benzim solsa, bir deri bir kemik kalsaydım da ah etmezdim. Etmezdim işte.

Gel bakalım küçük hanım, kaldık mı baş başa…

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Minik Mor Menekşe

Çalışamıyorum, delireceğim. Kendimi dövesim geliyor.
"Kusura bakmayın ben çiçek bakmaktan anneannem kadar anlamıyorum, aslında hiç anlamıyorum" diye bin bir özürle ama konuşarak su verdiğim çiçeklerin hepsini kuruttum bu bir kaç günde. İçim gibi onlar da ölsün istedim. Öldürdüm. Sadece menekşeye üzüldüm biraz. Aptal kalbim büyüklüğünde bir şey zaten. Ölsün.
Uçak görünce hislenir mi insan, hisleniyorum arkadaş.
Yağmura hislenmiyorum artık, o yağabilir istediği kadar. En büyük yalanı o söylemiş de ruhum duymamış zaten. Yağsın şimdi istediği kadar. Ben gene yürürüm çıplak ayak. Yazın ayakkabı mı giyilirmiş zaten! En fazla halhal. Yağsın istediği kadar. Islanmıyorum artık.
Oysa uçaklar öyle mi? Düpedüz içleniyorum. Martı, vapur, elma derken... uçak lan.
Dün bir spor mağazasına girdik. Basket malzemeleri vardı, kocaman ayakkabılar, forma, top filan derken ben gene hüzünlen sen. Bu sefer de basketbola iyi mi?
Vişne çıksın da bir vişne likörü yapayım. Öğrenmek, bilmek lazım böyle şeyleri. Ne zaman çıkar ki o nane? Hiç de sevmem. Ama ne diyordu üstat, "kötü bir şarabı güzelmiş gibi içebilmek". Doğrudur içerim. Güzelleşebilir çünkü o şarap. Yahut vişne likörünü sevebilirim. Olabilir. Hele bir yapayım da...
Kadıköy mesela, Kadıköy de çok acıklı. Evden çıkmamak en iyisi herhalde. Haydarpaşa filan. Çok fena, çok. Evde oturup da çalışsam içim yanmaz. Gitmiyor elim. Aklım desen o da gelmiyor. Tren? O da. O hele hiç gelmiyor.
"Rahat ol" dedi. Olayım. En fazla bu kadar rahat olabiliyorum. Yazarken. Halbuki böyle abuk subuk şeyler değil, tezimi yazmam gerek. O değil de ömür geçiyor be. Ne yazık. Tabi nasıl geçtiğine bağlı olarak. Şu haliyle çok yazık.
Bu ara gündüz düşlerim bir garip. Ölüm üstüne, yok oluş üstüne hep. Bir yere gittiğim yok da densiz hayal gücüm işte. Otobüsle yüksek bir viyadükten geçerken mesela, adamın bir anda direksiyonu kırdığını ve aşağı uçtuğumuzu hayal ediyorum. O son bir kaç saniye, git gide yaklaşan yer, bağırış çağırış. Ya da kimsenin sesi çıkmaz belki de. Çıksa da ne faydası var. Sus işte, öleceğiz hepimiz.
Ya da deprem. Apartmanın çöktüğünü hayal ediyorum. Gözümde canlandırıyorum diyelim. Öyle bir arzum yok da... Ölüm de değil de o son bir kaç saniyeyi düşünüyorum hep nedense. O dehşetli çaresizliği duyuyorum içimde. Anlatamam. İstemediğimden değil de beceremem anlatmasını, zor.
Piyango bileti aldım dün. Ona da hüzünlendim. Çıkarsa dedim, Goa. Sırt çantasıyla. Öyle incik boncuk peşinde de değilim. Ne biçim de yürürüm. Yürü yürüyebildiğin kadar. Yemyeşil bir huzur, sessizlik. Alabildiğine sessizlik hocam, çok acayip. Çok güzel olmalı...bir bileklik alırım yalnız, bileğimdekine arkadaş. Onu da çıkarmam hiç. Bileklik şart. Mühim mevzu. Takarım ben.
Yeteri kadar rahat olabiliyor muyum? Çok rahatım, öyle böyle değil. Ne güzel bir sabahtı ama...dünya benimmiş gibi hissettim gerçekten. Benim menim değil halbuki. Kimsenin değil, şüphesiz. Olsun, hissetmekti önemli olan. Oğuz Abi'nin dediği geldi aklıma: "Boşver be kızım, gül de neye gülersen gül". Onun gibi biraz. Hisset de ne hissedersen hisset. Hissizlik fena şey, allah muhafaza. Acı da olsa, nefret de olsa duymak lazım bazı şeyler. Diğer türlü fena, öldün demektir. Zavallı küçük menekşe gibi. Bir ona üzüldüm gerçekten. Yaprakları sarkıtmış bana bakıyor. Bir sürahi suyu boca etsem şimdi yerden kaldırır mı ki güzel yüzünü? Kaldırmaz, öldü. Ölümü ve ayrılığı kabullenmemek gibi bir sorunum var korkarım ki. Kafam mı almıyor, yüreğim mi kabul etmiyor bilmem artık. Ben olsam çünkü binerim ilk trene, yaparım. Menekşe olsam mesela, inadına açarım mosmor. Hiçbir şey olmasa inat.
Sen olsan ne yapardın diyor mesela. Der, diyebilir. Müstehziliğinden değil belki de samimiyetle merak etmiştir cevabını. Ben böyle yapmam onu biliyorum. Atlarım ilk trene. Uçak? Ah uçaklar acıklı mevzu. Deli müezzin yeteri kadar içlendiriyor zaten. Bir yağmurumuz eksikti. O da geldi, kadro tamam. Koy Müzeyyen'i de. Müezzinle kapışırlar alimallah.
Yağmurun sesine bak.. Bekledin miydi ne kapı çalar ne telefon zaten. Bekle ki çalsın. Anca yağmurun sesi. O yağmur ki hayat verebilir minik menekşeye ama hayır, kaderimi paylaşacak. Kader diyor ya herifçioğlu, o hesap. Al sana kader. Her Aşkın Sonu Hicran Partisi.


20 Mayıs 2010 Perşembe

Ne İstiyorum Biliyor musun?

Oturduğum yerde şu an şimdi gözlerimi kapatıyor ve dünyanın en olmayacak şeyini istiyorum. Hem de öyle çok istiyorum ki bu kadar olur, kendim bile şaşıyorum. Gülhane Parkı’nda el ele yürümek istiyorum. Nereden geldi aklıma bilmiyorum. Biliyorsam da umurumda değil. Hava öyle yumuşacık ki gel diyor ben tutarım elinden, ama ben istemiyorum. Park canlanıyor gözümde. Yüksek yüksek ağaçların yapraklarıyla ettiği gölge oyununu görüyorum. Serin ama üşümüyorum. Bir açıp bir kapadığı için niye tuhaf olsun hava, ben bunu anlamıyorum. Bir ağlayıp bir gülmek, bir gidip bir dönmek neden tuhaf olsun. Derya içre olup deryayı bilmeyen balık neden tuhaf olsun, balık o. Her şeyi biliyor neticede.

Bu güneşli, gölgeli, yeşilli berrak havayı doldursun istiyorum şen kahkahaları. Ancak o zaman görüyorum kuşları ki uçuyorlar.

Bir el bir ele bu kadar mı özlemle uzanır. Tuzsuz bir yemek yerken sofranın diğer ucundaki tuzluğa uzanır gibi, sonra tuzu fazla kaçırıp bu sefer de suya uzanır gibi. Günlerce uyumadıktan sonra yastığa uzanır gibi. Yıllarca süren yağmurdan sonra bir sabah güneşe uyanır gibi.

Ne istiyorum biliyor musun? Bisiklete binmek istiyorum. Ada’da olması şart değil, ama olsa ne güzel olur. Zar zor çıktığım yokuşun tepesinden aşağı kendimi bırakırken, yönümü şaşırıp düşmek pahasına da olsa bir an için kafamı arkaya çevirip orada olduğunu, arkamdan geldiğini görmek istiyorum.

Bir bankta yan yana oturmak, çok acıkıp simit almak, yanına hiç gitmese de şarabı elmayla içmek, en beğendiğim mezenin son parçasından feragat ettiğimi düşünmeden feragat etmek, gece vakti bomboş bir sokakta karşılıklı kaldırımlara oturmak istiyorum. Davudi sesinden Turgut Uyar dinlemek, ya da mırıldandığı musikideki kadın olduğumu hayal etmek istiyorum. Yemek yapmasını hayranlıkla izlemek ama salatama müdahale etmeye kalkarsa eline eline vurmak istiyorum. Vuramam, öyle güzel ellere vurulmaz ki. Çok güzeller, evet. Yüzümden bile büyük ve çok güzel.

Şimdi ne istiyorum biliyor musun? Moda sahilindeki dondurmacıdan koca birer dondurma alalım da az aşağıdaki çocuk parkına gidelim istiyorum. Peçete ve suyu da unutmayalım ama, ellerimiz yapış yapış olacak ve susayacağız çünkü. Ayaklarım çıplak, elimde dondurmayla salıncakta sallanırken seyretsin beni ve ne kadar aptal olduğumu düşünmektense, sadece mutluluktan havalara uçtuğumu görsün istiyorum.

Ne istiyorum biliyor musun dostum? Peşin peşin güven talep edilmek değil, güven uyandırılmak istiyorum. Ben şimdi yeniden inanmak için bir sebep istiyorum ki inandırabileyim. Çok bir şey değil, zannetmiyorum çok bir şey olduğunu. Ben şimdi nefes almak ve gülmek istiyorum. Yürümek, yüzmek, düşünmek ve sevmek istiyorum. Balkonu bir güzel yıkayıp masa sandalye atmak ve masayı da küçük küçük mezeler ve büyük büyük rakılarla donatıp Zeki Müren, Müzeyyen Senar ve Safiye Ayla’yı katmak istiyorum görebildiğim bir avuç ışıklı denize. Ben şimdi Nuran gibi karış karış gezmek de istiyorum eski İstanbul’u.

Sıkıldım içlenmekten, anlamı yok. Usandım beklemekten, vakit yok. Bu kadar acı, bu kadar dert…yok, vallahi gerek yok.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

ayşec. ajandası

Hani suya şeker katarsın, yahut tuz.
Katar katar katarsın,
O çözünür çözünür çözünür.
Sonra bir an gelir doyar,
Bırakır çözünmeyi,
Çöker.
İşte öyle oldu...

Halbuki "göğe yükseliş" diyor ece ajandası 13 mayıs için.
Bense "doymuş çözelti" diyorum, tarihe böyle geçsin...

Beter Böcek

Sensizlik senden bile betermiş diyerek, hayatımda gördüğüm en büyük papatya öbeğiyle gelmişti yanıma. Şimdi ne çok isterdim haklı olmasını. Papatyadan geçtim, en beter benim. Beter böcek hanginiz? Benim! Hayır benim! Yok yok benim!

Olur olmadık şeylere sinkaflı küfürler savuruyorum. Yahut tam tersi. Akşam mutfakta kesme tahtası –keşke tahta olsa, beyaz plastik-, soğan, bıçak, ben takılıyoruz. Güzelce soydum yıkadım soğanı, koydum tahtaya, ikiye böleceğim. Bir soğana baktım, bir de otuz santim ötemdeki ufka baktım. Omuzlarım çökerken derin bir nefes verdim. Oğlunu kesecek İbrahim bu kadar içlenmemiştir.

İçinde maktul soğanın da olduğu poşet dolu ellerimle taksi durdurmayı başarmıştım bir saat önce. Zar zor attım kendimi içine. Yolu az biraz tarif ederek geldim. Ben parayı uzatırken döndü, “abla bir yanlışım mı oldu” dedi. Bu “abla”dan başka bir yanlışı olmamıştı halbuki. “Anlamadım” dedim. “Ne bileyim sen öyle şey edince…” Ne ettiğimi o deyince anladım. Adama dikiz aynasından küskün bakıyor, küskün ediyordum edeceğim topu topu iki lafı. Kırgın gibi, incik gibi, boncuk gibi bakıyordum. Sesim titrek, dokunsalar-ağlayacak-kadın sesiydi. Pek uzun bir geçmişimiz yoktu halbuki taksiciyle, en fazla on dakika. Mustafa Hakkında Her Şey aklımın kenarından geçmişti sadece, hepsi o. “Kusura bakmayın” deyip zar zor indim. Dudaklarımı küskünce büzdüğümü de fark etmiş miydi acaba?

Aynı hayatın içinde bazı şeylere “bu kadar zor olmamalı”, bazı şeylere de “bu kadar kolay olmamalı” diye basıyoruz küfrü. İkinci kategoriyle meşgulüm bu ara, malum. “Ama olmamalı” diyorum içimden şımarık kız çocukları gibi, “olmamalı işte”. Zaten çok fazla acı var, bir de neden biz derdimize dert katıyoruz. Fevri bir kararla trene atlayıp, “ben geldim” diyerek yahut da tek bir kelime bile etmeden sevdiğimiz insanın kapısına dayanmaktan bizi alıkoyan ne. Anlamak işime gelmiyor diyorum ama yo, sahiden anlamıyorum. Böyle daha mı kolay her şey, daha mı güzel hayat böyle? Öyle de ben mi görmüyorum.

Anne tarafının kusursuz bir örneği olmaya hak kazanıyorum böylece.. Bir olay üstünden ister yetmiş, ister on yıl geçsin döner döner söyleniriz. Ama duvarlara, ama ailenin diğer kadınlarına.. ama o mevzunun dilimizden kurtulma şansı olamaz. Soy ağacının dalları bulutlara yaklaştıkça söylenme biçimimiz de değişiyor elbette. Dün salonun duvarları, bugün bu blog zımbırtısı. İkisinin de kulağı var, birinin biraz daha fazla.

18 Mayıs 2010 Salı

Sil baştan

Sahiden de öyle yaşlı dostum, her zamanki gibi hakkınız var. Her ‘tamam, oldum artık’ deyiş yeni bir çuvallamayı önceliyor. Doğrusunu yapmak uğruna verdiğim yanlış kararların sonuçlarıyla bir kere daha birlikte seyahat ediyoruz Ankara-İstanbul yolunda. Otogarda ağlayan kadın oldum bir kere daha. Bir ağlamak ki varacağım otogarda bitip tükenmeyeceği malum. Sil baştan başlamak fikrinin uyandırdığı dehşeti ise tarif bile edemem. Tek başıma, yeniden ve sil baştan öğrenmeliyim nefes almayı. Yıllarımı inandığım hayale inanarak geçirdiğim ve hayalperestliğim yüzümde tokat olup patladığı halde hayal kurmalıyım yeniden. Ne acı ki kimsenin hatası da olmuyor bu işlerde. Beklenen ayrı değişiyor, bekleyen ayrı. Siz istediğiniz kadar inanın bir gün aynı noktada buluşacaklarına onlar en uzağa düşüyorlar. Bilemedim üstadım, anlayamadım. Bu süre zarfında büyüdüğümü zannediyordum ya, asıl şimdi boy attım. Risk diyorduk ya, aynı aptallıkta değil belki ama ben gene alıp gene çuvallamayı düşünüyorum. Güneşin yarın sabah da doğacak olması kadar uzak gelse de şimdi bu fikir, bakarsınız bir sabah yüzümü göğe döndüğümde tatlı bir dehşetle fark ederim kuşların uçtuğunu. Siz bensiz de zaten sizdiniz demiştiniz ya, doğru değil. Sevgili yaşlı dostum, Turgut Uyar okuyor, Bach dinliyorum sesinizi duymak için. Terk etmedi o davudi sesiniz beni. Siz isteseniz dahi etmeyecek, bilmelisiniz bunu. Kuşların uçtuğunu gördüm diyorum size. Siz bana inanmasanız da ben kuşlara inandım, inanacağım. İnanmak zorundayım.

16 Mayıs 2010 Pazar

Siyah beyaz

Zaman düşer ellerimden yere, oradan tahta boşa..

Bitmez mi hiç, hepsi biter. Şenlikler, aşk... Geriye kalan bir sürü ağrı, bir ton sersemlik..bir o kadar da fotoğraf. Çekildiği an eskiyen, gerçekliğini yitiren kareler. O ne sensin, ne de benim. O yazık ki sadece bir fotoğraf. Bizi geçmişe inandırmak, her şeyi uydurmadığımızı kanıtlamak için var. Yoksa delirir insan, üzülür ağlar. Ya da kalkıp bir kahve koyar. Ama onun bile anısı, anlamı varsa kahve de sana koyar, o ayrı. Her içtiğin kahve zehirdir artık. Öldürmeyecek kadar da acımasız.

Şiirlerle şarkılar, rakıyı ve şarabı da alarak ve kaybolan hislere katılmak için bizi terk edip gittiler. Geriye bir şehir ve bir yağmur kaldı. Yağmura da artık şemsiye açtığımıza göre en son şehir kalacak yanıma. Sonra ben gideceğim. Olmadığım bir yerden olmadığım başka bir yere.

Tam bir cenaze havası. Ölenle ölünen cenazelerden bir hava çalıyor. Ölüm denmez belki, ayıp. Biz ona kayıp diyelim. Hislerin ve yılların. Ama son tahlilde kaybeden sadece aşk oluyor. Biz boş gözlerle de olsa kalıyoruz. Bavul da kalıyor. Tereza'nın bavulu. Aşti'deki isimsiz, anlamsız ve değersiz herhangi bir bavul olarak kalıyor.

Hayatın devam etmediği günlerden biri bu.
Hayatın fotoğraflarda kaldığı ölüm gibi bir gün.

Zaman düştü ellerimden yere...


8 Mayıs 2010 Cumartesi

Bu bir mücadele.

Hem devinim, hem de gündelik hayat devrimleri biraz. Hepsi pek o kadar şanlı olmayabilir ama her mücadelenin payına biraz saygı düşmeli. Hele ki insanın kendiyle mücadelesi. Daha iç bir mihrak olabilir mi? Peki ya daha basit bir savaş?

Bu anlı şanlı bir mücadele, mutlu olmanın mücadelesi: Hayata tutunmanın, içten gülümsemenin, pes etmemenin, koy vermemenin. Gelip giden hallerimiz bundan, bir gülüp bir ağlamamız bundan. Tutarlı bir mutsuzluk göze çarpsa da yüzeye çıkan kararsızlığı göz ardı edemeyiz artık, etmemeliyiz.

Geçmiş, tam bir kelime oyunu. Geçmeyen ne varsa ona işaret ediyor. Gösterenlerle gösterilenler arasında zıtlık arama huyumuzun ettiği bir oyun da olabilir pekala. Ama yok, geçmiş diyorsa bil ki geçmemiştir. Gücümü kanıtlayayım derken güçsüzlüğünü vurgulayan ulus-devletler yahut onların birey düzeyindeki mümessilleri maçolar gibi. Bir şeyin varlığı ne kadar vurgulanıyorsa o kadar mümkündür yokluğundan söz etmek. “Aşkım” hitabının arz ettiği durum da buna dahil. Ne yani bir şey varsa var diyemeyecek miyiz? Bizatihi varoluşun gücü sana bu kadar zayıf aksediyorsa, de tabi.

Burada bir mücadele var diyorum, her gün verilen bir savaş. Geçmiş denilen yetmezmiş gibi, her gün alınan kötü haberlere karşın/onlarla beraber hayata devam etmenin savaşı. Hayatının ve dahi İstanbul’un baharında bile somurtup homurdanmaktan kendini alamayanlardan bahsediyorum. Hiçbir zaman bundan daha genç olmayacaklarını, zamanın geri alınamadığını, hayatın bir varmış bir yokmuş olduğunu fark ettikleri an kapıldıkları telaştan bahsediyorum. Öleceksin ulan, var mı ötesi?

Kararmış yürekleri, taze bahar güneşinin altında pırıl pırıl parlayanlara dengeli insanlar dengesiz, ruh doktorları hasta der. Her şeyin bir yeri ve zamanı olduğu gibi geçmişle hesaplaşmanın da, insanın kendine duyduğu öfke ve nefretin sönümlenmesinin de bir sonu vardır, olmalıdır. O öyledir, şu şöyledir, bu böyledir… Yok değilse hastasın. Neyse ki her şeyin ilacı var. Eminim, parayla satılsa “zaman” yazarlardı reçetelere. Heyhat, havayı suyu bile şişelediler ama zaman hala bedava.

Halbuki deliyiz hepimiz. Her an her şeyi yapabiliriz. Bu rasyonalite aşkı neden sanıyorsunuz? “Akıl var, mantık var”, “Burada sigara içmenin cezası 69 liradır” boyutlarında ve “Çalışmak özgürleştirir” fontuyla oraya buraya asılabilir pekala. Misal, o sigara yazısını belli boyutlarda asmamanın da cezası var. Son derece rasyonel. Düşünmenin ve söylemenin de cezası var. Küfretmenin bile.

Fizikle, kimyayla beşer arasında kurduğum yegane ilişkidir bu denge mevzuu. Tabiatı gereği dengesiz, tutarsız, sarsak olanın mütemadiyen bir dengeye ulaşma çabasıdır bu. O da matah bir şeymiş gibi. Olsun, gene de çabamız bu yönde. Ne değilsek o olma istikametinde uygun adım ilerliyoruz. Uygunsuz ilerlesek?

Geçen gün Beyoğlu’nda yürürken gene bunu düşündüm: Sanki caddenin girişinde bir buyurun-dilediğiniz-kadar-deli-olabilirsiniz vizesi dağıtılıyor insanlara. Öyle gece vaktinden filan da bahsetmiyorum, yani herkesin kafalar normal daha. Var ama, bir şey var. Tam parmağımı koyamıyorum üstüne, “bak mesela” diyemiyorum şimdi ama var. Makul bir açıklaması da olduğu gibi: İnsanlar rahatlıyorlar Beyoğlu’nda, herkesin vize sahibi olduğunu bildikleri için onlar da rahat. Beyoğlu’nun rol kesmeyi bırakmaya teşvik eden ılık bir aşinalığı var. “Sen beni biliyorsun, ben seni biliyorum, bırak bari bana yapma” der gibi. Biz de hep beraber memnuniyetle bırakıyoruz.

Diyorum ya, bu böyle bir şey. İçimizdeki bu bahara bile direnen musibete de direnen bir şeyler var. Ama diyor, geçmiş diyor, çok yakıyor canımı; kendime öfkem, hıncım bitmek bilmiyor ve her gün bir ölüm, her gün bir hastalık haberi gelirken biliyorum şımarıklık bu yaptığım ama diyor, canım acıyor. Doğrudur da, acıyordur, neden yalan söylesin. Fakat sonra diyor ki daha kaç bahar göreceksin a şuursuz, çıkar pabuçlarını uzan şu çimlere de bırak güneş ısıtsın kıştan çıkmış bedenini; bundan basit, bundan büyük keyif mi var diyor. Gel gör ki biri olmadan diğeri de var olamıyor, o zaman ilkinden kurtulmak için verilen bu hummalı çaba neden?

İster bastır, ister kırp, istersen de buruşturup at içine ama hayat senden benden daha inat. Haklı da. Biz gideceğiz o kalacak. Sonra o da gidecek ama ona daha var.

Mücadele diyorum, mücadelemiz, sürecek.

6 Mayıs 2010 Perşembe

Günaydın...ne güzel bir gün değil mi?*

Bok gibi uyandım. Sen istediğin kadar telkin et yarın güzel bir gün olacak diye, uyku usulca alaşağı ediyor gardını. Titiz bir prodüksiyon ekibinin eseri olan rüyalar pusuya düşürüyor, gafil avlanıyorsun. Ondan sonra ister ağlayarak uyan ister somurtarak, ölümcül yaralar almış gövdeye zırh kuşanmak kadar anlamsız yeniden gardını almak. “Bugün güzel bir gün olacak”. Hayır, olmayacak. Sen de biliyorsun olmayacağını. Güzel olması için de hiçbir sebep yok zaten. Hava bunca güzel ve ufacık bir şey bile kafiyken yüzünü güldürmeye…her şey aynı kalacak. Bugün de her gün gibi bir gün olacak.

Uyumaya suç bulacaksın. Bulma. Bulma çünkü aynı şeyleri kafanda evirip çevirmekten yorulduğunda gene onun kollarına bırakacaksın kendini. Seni çok üzeceğini bildiğin halde teslim olmaktan kendini alamadığın bir aşık gibi. Ne kadar korksan da yani, gene ona varacaksın. Olmaktan korktuğun yerde olacaksın. Eninde sonunda uyuyacaksın.

Her sabah kendimi yataktan kazıyıp da arkama baktığımda –evet bu hataya hep düşenlerdenim, çok tembihlendim ama hiç öğrenemedim- aynı şiirin dizeleri üşüşüyor aklıma: “Bilerek mi yanına almadın giderken başının yastıkta bıraktığı çukuru, güveniyordum oysa ben sevgimize vapur iskelesi ya da tren istasyonundaki saatin doğruluğu kadar…”. Devamı da var ama olmaz olası aklım bu kadarını yeterli görüyor belli ki. Başımın yastıkta bıraktığı çukuru gördüğümde hep aynı şiir. Mutfakta, yemek yaparken mesela ya da bulaşık yıkarken hep aynı şarkı: Ben bal arısı gibiydim… Söylemeye başladığım anı fark etmiyorum bile. Sonra nasılsa, neden bilmiyorum ama “ah gözlerine göz değmiş belli” diye devam ediyor. Keyfim yerindeyse –arada oluyor- caz gırtlağım varmış taklidiyle “dream a little dream of me”.

Çok var böyle. Nasıl, neden yer ettikleri muamma. Sabahın dokuzunda mesela, Tarabya sahilinde ilk adımlarımı atarken Teoman’ın sesiyle “anlıyorsun değil mi?” (ritmi uygun, ne yapayım!). Kendi içlerinde ritüel bile sayılabilirler. İç rahatlatıcı bir sabitlik hissi, güven veren bir şey var. Hava kapalıysa mesela, yağmurluysa “hava kurşun gibi ağır” diye geçiririm içimden. Bağıracağımdan filan değil, iç geçirmek serbest olduğundan. Ya da Postacı Halil, Fırıncı bilmem kim, Peri Çıkmazı ya da Pelesenk gibi sokak isimleri gördüğüm vakit geçen o altyazı: “Sevdiğim çiçek adları gibi, sevdiğim sokak adları gibi, bütün sevdiklerimin adları gibi adınız geliyor aklıma”. Çiçek adı gelmiyor, ama Levent’in sokak isimleri onu da telafi ediyor: Karanfil, sümbül, menekşe, sıklamen…

Sıkıcı bir liste yapmak değildi niyetim. Yeni kurulmuş ülke gibi tanındılar ya şimdi, hevesle arz-endam eyleyecekler. Bok gibi uyandım halbuki. Acıklı bir savaş filmi izleyip de yatmış kadar bombok kalktım. İçimde, bu halime direnen bir şeyler var. Dışarıdaki güzel, güneşli hava, apartmanın balkonuna gözlerini dikmiş avazı çıktığı kadar bağırıyor sanki, hadi in de oynayalım diye. İçerideki çocuğun patır patır ayak seslerini duyuyoruz ama çocuğun kendisi görünmüyor ortada. Çocuk da kızsa, al sana üçüncü sınıf Japon korku filmi.

Hava kurşun gibi ağır değil şimdi. Bilakis, insanı mahveden o güzel havalardan çalıyor.

Yapılacak, yazılacak, başarılacak ne varsa olduğu gibi bırakmak, otomobil uçar gider iken bütün camlarını açıp sahiden de uçar gibi… en yakın ve en sessiz sahilde bulmak istiyorum kendimi, sonra güneşin altında sere serpe. Yanaklarımın yandığını hissettiğim halde bu konuda hiçbir şey yapmamak istiyorum. Salt, yanaklarıma bağlı kaçak hat içimi de ısıttı diye genişçe gülümsemek istiyorum. Öyle kimse görecek de mutlu olduğumu bilecek diye değil, kimseler görmeyeceği halde içimden geldiği için. Gülümsemek... yani toprak, güneş ve ben... bahtiyar olduğumdan.


*İstihza, sevdiğimiz bir sanattır.

4 Mayıs 2010 Salı

Tereza'nın bavulu

"...Daha iki gün önce, onu Prag’a çağırırsa kendisine tüm yaşamını sunacağından korkmuştu Tomas. Bavulunun garda olduğunu söyleyince, o bavulun içinde kızın bütün yaşamının olduğunu anladı. Kız ona yaşamını sunacağı an gelinceye kadar garda bırakmıştı bavulu yalnızca..."


Durduk yere Tereza’nın bavulu düştü aklıma ve yaşamını içine tıkıştırıp teklifsizce adamın kapısına dayanması. Çok şeyin söylenmesi gerekip, hiçbir şeyin söylenmediği anlar gibi. Suskunluğun daha çok şey söylediği anlar gibi. Sözlerin kaldıramadığı yükü gözlerin kaldırabileceğine dair hem çaresiz hem de iyimser bir inanç. Hava durumundan, yeni alınan ayakkabıdan ya da geçen gün yapılan yemekten bahsederken gayet iyi iş gören kelimeler, ince birer dal gibi orta yerlerinden çıt diye kırılıverecektir. Ya da eski bir sehpa gibi eklem yerinden. Üstünde ne denli işçilik olduğu da değiştirmez sonucu, hatta daha çıtkırıldımdır süslü sanatlı sözler. Önemli anlarda iş görürler görmesine, ama daha önemli anlara damgasını vuran, bol esli kısa cümleler olur. Genellediğimi dehşetle fark ettiğim halde geri adım atmayacağım. Bu böyledir.

Anlar önemlidir. Şöyle bir düşününce, onlar kalıyor yanımıza. Günler, aylar, yıllar hatta anılar bile değil ama anlar. Kişisel tarihin en küçük yapı taşları. Çakıl taşları. Uzun bir kumsala yayılmış bir sürü çakıl taşı. Çıplak ayak yürürken gözün takıldıkça eğilir alırsın bir tane, bir tane daha... Halbuki deniz suyuyla ışıldadığı zaman güzeldir o, eline alınca kuruyuverir gider bütün ışıltısı. Bazısı, ama çok azı, kuruyunca da güzeldir. İşte onları cebine atarsın. Onlar saklamaya değer. İnsanın cebinde sakladığı şey değerlidir.

Tereza’nın bavulu ağırlığınca bakmak, hayatımı toplayıp sana geldim diyerek. Demeden ama diyerek. Muhteşem bir an olmalı bir insanın diğer bir insana, sana geldim demesi. İşte geldim. Ağırlık eden her şeyi geride bırakarak ve sadece beni ben yapanları yanıma alarak geldim yanına. Fakat…neden öylece duruyorsun kapıda, beni içeri almayacak mısın? Almaz. Almayabilir. Almayacaktır. Tereza’nın, boynuna atılıp sarılmak ve bir daha hiç bırakmamak isteyişi tarihin akışını değiştirmeyecektir. Değiştirmez. Değişmez.

“Değişmek, olgunlaşmak…yalan bunlar” dedi. Ciddiyetle söylense asla ciddiye almayacağım bu sözleri alaycı bir tavırla gülerek söylediği için ciddiye aldım. Öyle miydi gerçekten, yalan olabilir miydi? İnsanın, hayatını boşa geçirmediğine kendini inandırmak için uydurduğu bir teselli, sıradan bir savunma mekanizması olabilir mi? Varoluşçu düşündüğünde, ölmek korkusuyla baş etmek için olabilir pekala. Ama nereden bilebiliriz ki? Bunun yargısına varmak hakkı insanın sadece kendisinde değil midir? Başka kim, nereden bilebilir? Belki de o gerçekten biliyordu.

2 Mayıs 2010 Pazar

bol limonlu bir mayıs yazısı

Bu 1 Mayıs’tan geriye çantamdaki limon kaldı. Diğer yarısı da annemin çantasında olduğundan, akşam yemeği için de bol limonlu bir salata.

Yine anlamadığım bir sebepten ne mor ne de kırmızı renk vardı üstümde. Güvenliği sağlamak için stratejik noktalara konuşlandırılan keskin nişancıların bilgisi (malum, kimin kimden korunduğu meselesi), bilinç altımın derin sularında konuşlanmış bir kendini koruma mekanizmasının tuşuna basmış olmalıydı ki varla yok arası bir renge bürünmüştüm. Günün anlam ve önemine ziyadesiyle ters düşen bu renk seçimimin farkına vardığımda bu aşağılık, küçük hesabımdan midem bulandı. Biliyordum ama ilk defa dün gerçekten anladım: Renklerin sembolizmi ya sandığımızdan çok daha fazla ya da sembolizmden çok daha fazlası var bu işte.

Her 1 Mayıs sabahı aynı ikilem: Her an koşmaya-kaçmaya, atlamaya-zıplamaya uygun olarak rahat mı giyinmeli yoksa Nazım’ı mı dinlemeli? Bu sene orta yolu buldum gibi, gelecek sene ise yıllardır kafamda yankılanan sözlerini dinleyeceğim ilk aşkımın: “Yılgın ve kederli değil, ne münasebet! Böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nazım Hikmet’in kadını!” Belki biraz farklı kalmıştır aklımda, ama dedim ya aklımda yankılanıp duranı bu. Piraye’ye yazdığı şiirleri arasında en sevdiğimin son dizeleri. Kıpkırmızı giyinmiş, başı dik bir kadın canlanırdı gözümde hep. Vakur, mağrur, cesur. Yalnız Nazım’ın düşündüğünün aksine, onun kadını olduğu için filan değil, ne münasebet! Zaten vakur, mağrur ve cesur olduğu için gönlünü Nazım’a düşürmüş bir kadın (Bu erkekler kendilerini ne sanıyorlar bilmem, biz de bozuntuya vermiyoruz ya neyse).

Çav Bella’yı, 1 Mayıs’ı hep bir ağızdan söylerken çocukluğuma döndüm. Nereden bildiğimi hatta çoğu zaman bildiğimi bile unutacak kadar bildiğim, içime işlemiş bu şarkıları söylerken evimde hissettim kendimi. Doğru zamanda doğru yerde hissettim. Kolay bir his değil. Taksim hep benimdi, banaydı, benim içindi. Ama evime bunca yakın olduğundan, ama evde değilsem çoğu zaman orada olduğumdan. Bu kadar tehlikeli bir yeri bu kadar tehlikeli olduğunu bildiği halde evi gibi hissetmesi için insanın, gerçekten sevmesi gerekir herhalde. Cadde-i Kebir, Cité de Pera benim evimdi evim olmasına ama meydan, hiç bu kadar benim olmamıştı. Ben, hiç bu kadar o meydanın olmamıştım.

Göğsümdeki çanta sapı desenli kırmızılığımı da aldım, Nevizade’ye yollandık. Bir sosyolog namzedinin sahip olup olabileceği en tatlı çalışma sahası. Her köşe başında bir selam, her adımda tanıdık bir yüz. Kalabalığın dağıldığı yönde, yukarıdan aşağıya doluyordu zaten Çiçek Pasajı ve Balık Pazarı. Neşeli, akıllı fikirli kalabalık gruplar Nevizade’nin başlarını da tutmaya başlamıştı. Biz de Yorgo Amca’nın kulağına gitmesinden çekinerek de olsa, ilk defa, oturduk Kadir Amca’nın yerine. Bir 20’lik kafiydi o günü taçlandırmak için. Göğsümdeki çanta sapı desenli kırmızılığı dengeleyecek yanaklara sahip olmam içinse kafiden de fazla!

Bir an duman doldu sokağa. İnsanlar dikkat kesildiler teker teker. Duman yukarıdan geliyordu. Bir yerin üst katları yanıyordu. Bu bilgiye ilgi birkaç dakika sürdü, sonra herkes devam etti demlenmeye. Yalnız o sırada yoldan geçen genç bir adam gülerek, sokakta oturmuş demlenmekte olan birçoğunun aklındakini dillendirdi yüksek sesle: Bir 1 Mayıs da gaz yedirtmeden bırakmayacaklar!

Haa bir de hiç bu kadar kahretmemiştim boyumun kısalığına, söylemeden geçemem. 77’nin katilleri bulunmadan demokrasiden söz edilemez pankartının gerisinde onca yolu yürüdükten sonra ister istemez, anlamı kadar maddesiyle de bağ kuruyor insan. İki yandan tutuyorlar ama o kadar uzun ki meret. Ben desen bir metreden hallice bir yüksekliğe sahibim, bir kuru ve sıcak iklim bitkisi gibi. Ne olurdu az daha boylu olsaydım diye kahrederken içim elvermedi, yapışıverdim ortasına. İsterlerse gülsünler. Değil mi ki ne bağlar kurgulanıyor/kuruluyor bez parçalarıyla, ben de bununla kurdum ne olacak yani. İstemiyorum yere değsin. Solun tarihi için mikroskobik, yerçekimiyle imtihanımda büyük bir adımdı.

Demem o ki, güzel bir gündü 1 Mayıs günü.
1 Mayıs günü bu şehre bir güzellik geldi…