6 Mayıs 2010 Perşembe

Günaydın...ne güzel bir gün değil mi?*

Bok gibi uyandım. Sen istediğin kadar telkin et yarın güzel bir gün olacak diye, uyku usulca alaşağı ediyor gardını. Titiz bir prodüksiyon ekibinin eseri olan rüyalar pusuya düşürüyor, gafil avlanıyorsun. Ondan sonra ister ağlayarak uyan ister somurtarak, ölümcül yaralar almış gövdeye zırh kuşanmak kadar anlamsız yeniden gardını almak. “Bugün güzel bir gün olacak”. Hayır, olmayacak. Sen de biliyorsun olmayacağını. Güzel olması için de hiçbir sebep yok zaten. Hava bunca güzel ve ufacık bir şey bile kafiyken yüzünü güldürmeye…her şey aynı kalacak. Bugün de her gün gibi bir gün olacak.

Uyumaya suç bulacaksın. Bulma. Bulma çünkü aynı şeyleri kafanda evirip çevirmekten yorulduğunda gene onun kollarına bırakacaksın kendini. Seni çok üzeceğini bildiğin halde teslim olmaktan kendini alamadığın bir aşık gibi. Ne kadar korksan da yani, gene ona varacaksın. Olmaktan korktuğun yerde olacaksın. Eninde sonunda uyuyacaksın.

Her sabah kendimi yataktan kazıyıp da arkama baktığımda –evet bu hataya hep düşenlerdenim, çok tembihlendim ama hiç öğrenemedim- aynı şiirin dizeleri üşüşüyor aklıma: “Bilerek mi yanına almadın giderken başının yastıkta bıraktığı çukuru, güveniyordum oysa ben sevgimize vapur iskelesi ya da tren istasyonundaki saatin doğruluğu kadar…”. Devamı da var ama olmaz olası aklım bu kadarını yeterli görüyor belli ki. Başımın yastıkta bıraktığı çukuru gördüğümde hep aynı şiir. Mutfakta, yemek yaparken mesela ya da bulaşık yıkarken hep aynı şarkı: Ben bal arısı gibiydim… Söylemeye başladığım anı fark etmiyorum bile. Sonra nasılsa, neden bilmiyorum ama “ah gözlerine göz değmiş belli” diye devam ediyor. Keyfim yerindeyse –arada oluyor- caz gırtlağım varmış taklidiyle “dream a little dream of me”.

Çok var böyle. Nasıl, neden yer ettikleri muamma. Sabahın dokuzunda mesela, Tarabya sahilinde ilk adımlarımı atarken Teoman’ın sesiyle “anlıyorsun değil mi?” (ritmi uygun, ne yapayım!). Kendi içlerinde ritüel bile sayılabilirler. İç rahatlatıcı bir sabitlik hissi, güven veren bir şey var. Hava kapalıysa mesela, yağmurluysa “hava kurşun gibi ağır” diye geçiririm içimden. Bağıracağımdan filan değil, iç geçirmek serbest olduğundan. Ya da Postacı Halil, Fırıncı bilmem kim, Peri Çıkmazı ya da Pelesenk gibi sokak isimleri gördüğüm vakit geçen o altyazı: “Sevdiğim çiçek adları gibi, sevdiğim sokak adları gibi, bütün sevdiklerimin adları gibi adınız geliyor aklıma”. Çiçek adı gelmiyor, ama Levent’in sokak isimleri onu da telafi ediyor: Karanfil, sümbül, menekşe, sıklamen…

Sıkıcı bir liste yapmak değildi niyetim. Yeni kurulmuş ülke gibi tanındılar ya şimdi, hevesle arz-endam eyleyecekler. Bok gibi uyandım halbuki. Acıklı bir savaş filmi izleyip de yatmış kadar bombok kalktım. İçimde, bu halime direnen bir şeyler var. Dışarıdaki güzel, güneşli hava, apartmanın balkonuna gözlerini dikmiş avazı çıktığı kadar bağırıyor sanki, hadi in de oynayalım diye. İçerideki çocuğun patır patır ayak seslerini duyuyoruz ama çocuğun kendisi görünmüyor ortada. Çocuk da kızsa, al sana üçüncü sınıf Japon korku filmi.

Hava kurşun gibi ağır değil şimdi. Bilakis, insanı mahveden o güzel havalardan çalıyor.

Yapılacak, yazılacak, başarılacak ne varsa olduğu gibi bırakmak, otomobil uçar gider iken bütün camlarını açıp sahiden de uçar gibi… en yakın ve en sessiz sahilde bulmak istiyorum kendimi, sonra güneşin altında sere serpe. Yanaklarımın yandığını hissettiğim halde bu konuda hiçbir şey yapmamak istiyorum. Salt, yanaklarıma bağlı kaçak hat içimi de ısıttı diye genişçe gülümsemek istiyorum. Öyle kimse görecek de mutlu olduğumu bilecek diye değil, kimseler görmeyeceği halde içimden geldiği için. Gülümsemek... yani toprak, güneş ve ben... bahtiyar olduğumdan.


*İstihza, sevdiğimiz bir sanattır.

1 yorum: