30 Haziran 2010 Çarşamba

İki Çift Laf

Kendi adını seçebilmek gibi. Sabah yatıp akşam uyanıyorum. Günün hoşlanmadığım saatlerini reddettim, en sevdiklerimde yaşıyor, çalışıyorum. Akşam üstü, gece, sabaha karşı ve günün ilk saatlerinden sonra gerisi teferruat gibi kalıyor. Günün istediğim kısmını seçebilmek ve seçtiğim kısmını yaşayabilmek, adımın leyla olması kadar keyifli.

Uykusuz kaldığım saatlerin uyuduklarıma oranı arttıkça bambaşka bir kafa da hasıl oluyor. Kafein, nikotin ve uykusuzluğun eş zamanlı artmasıyla ulaşılan o yeri herkes bilir bilmesine de ben ziyaret etmeyeli epey olmuş. Nasıl bir konsantrasyon, nasıl bir hasat-ı deha.

Yalnız uyumaya yakın, eski tüplü televizyonlarda olduğu gibi gidip geldiği oluyor görüntünün. Bir akşam Sultanahmet Köftecisi'nde iştahla köfte yerken görüyorum kendimi, bir Gülhane Parkı'nın yanından üşüyerek geçerken.. sonra Ada'da bisiklete binerken, gene kış ama hiç üşümüyorum. Sonra bir rum meyhanesi geliyor gözümün önüne, hiçbir şey söylemeden leziz mezeler masaya, bi' büyük baş köşeye. Tam, daha mutlu olamam derken kayboluyor görüntü.

Elimde kağıt bir torba, torbada sert bir kahveyle karşıdan karşıya geçiyorum Beşiktaş'ta. Saçım öylesine toplanmış, gözüme bir kalem çekip çıkmışım ki o bile fazla. İnsanlarla göz göze gelmemeye özen göstererek yürüyorum, kimsenin varlığına ucundan kıyısından dokunmamak niyetim. Kendi varlığımı da ipekli ince bir kumaş gibi fark ettirmeden usulca çekip alıyorum insanların arasından. Tüplü televizyon inatçı, ben ondan da inatçıyım. Git başımdan diyorum elimle iterek, ada vapuru tanıdığım yok benim.

Tek başıma yürürken neredeyse kızgın bakıyorum, farkındayım. Halbuki gülümseyerek merhaba dese biri, ya da hiçbir şey demeden sadece tebessüm etse bile bir çırpıda anlatıvereceğim ne var ne yoksa. Ne var sahi? Bir şey de yok ki. İyi niyetle gülümserim ben de.

Bir an durduk yere bir cümle saplanır insanın aklına, bir kelime, bir şarkı, bir koku ne bileyim işte. Yetmiyorum, saplandı yürürken. Sesim güzel değil, kulağım bile yok, türk sanat müziği makamlarından da çakmıyorum. Bir tek nihavent, o ayrı. Nihavent bir şarkı duyunca, aşina olduğum biri bana küçük adımla seslenmiş gibi sevinçle irkiliyorum.

Çocukken Piraye olmaktı hayalim. Bunu kimseye söylemedim çünkü şimdi anımsıyorum o günü, kafamı kitaptan düşünceli gözlerle kaldırıp "işte böyle sevilmeli insan" deyişimi. Şimdi bir hayalim yok. Gıcır gıcır bir dizüstü gördüm geçen rüyamda. Uyanınca yazık dedim, bu kadar mı hayalsiz hülyasız kaldın be leyla? Ah leyla. Saçların bahtından daha siyah olacaktı hani, ikisi de eski rengine döndü.

Kitap okumuyorum ne zamandır. Hele şiir, hiç. Turgut Uyar'la bakışıyoruz sadece. Hazır karşımdayken az kaldı konuşmaya başlayacağım onunla da. Hadi bana biraz daha yalan söyle diyeceğim. Sen, siz çok güzel söylüyorsunuz. Adı ha aşk olmuş ha şiir, sen söyle ben dinlerim. Büyük adamların küçük korkaklıklarından bahset bana, küçük kadınların büyük cesaretlerinden ve bahçesinde ebruli, hanımeli açan evlerden bahset. Korkma, ben de korkuyorum. O yüzden açmayacağım kapağını. Tanpınar'a da söyle... ya da bir şey söyleme, üzülmesin yaşlı başlı adam.

Elimde kahveyle eve yürürken Zuhal'le konuşuyorduk. Bir hüzün şarkısından bahsediyordu, çok acıklı bir hikayesi var. Tekrar tekrar anlattırdım eve girene kadar, o da bıkmadı anlattı. Dertlerin en gücündeyken balkona çıktığımız vakit de İstanbul'un denize vuran ışıklarını seyrediyoruz, o gene acıklı bir şarkı mırıldanıyor. Gözlerim dolar gibi olunca üşümeyi bahane edip içeri kaçarak çalışma masamın başına oturuyorum. O sessizce devam ediyor seyretmeye. Zarif omuzlarında ince bir şalla uzaklara bakarak yediği en güzel simidi düşünüyor olmalı. İstanbul'un kağıt helva bile yiyen kadınları, yedikleri en güzel simidin martılarla ve aşkla sevdayla paylaştıkları simit olduğunu unutmazlar. Yıllar geçse de üstünden, sevgiyle gülümseyerek bakarlar katran karası geceye.
Gamlı hazanı bir kere dinleyen, taze bahar değildir artık.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Much ado about nothing #2

27 Haziran Pazar gününü pas geçtim.
Bir arkadaşımın durumunun sinirlerimi yıpratacak kadar canımı sıkmış olmasını ve zaten iyiden iyiye hasta olmamı gerekçe göstererek yatay pozisyonumu hiç bozmadan ve gözlerimi nadiren açarak bu Pazar'ı pas geçtim. Bugün Pazar diyerek, yani artık ritüel haline gelmiş şiirsel bir atıfla gülümseyerek uyandığım sabahların aksine bugün bir gün bile değil, olmayacak dedim ve olmadı. Onun yerine görüş günü misali rüyalarımdan birinde sürdürdüm varlığımı.
Öksürürken karnımda duyduğum bu acı... yoksa.. olabilir mi? Karnımda kas mı var?! Daha neler.
Nazsız niyazsız bir hastalık geçiriyorum. Belki alışmam lazım. Muhakkak alışmam lazım. Bugün -akşam 9'da gözlerimi açmamla başlayan günden bahsediyorum elbette- yemek yapma konusunda da pes ettim. Takatsizliğim ağır bastı, pizza söyledim. Evdeki her şeyi tüketmişim resmen, çıkıp alışveriş yapmalıyım ama öyle halim yok ki beni sanal market paklayacak sanırım. Halbuki Migros'ta uzun uzun turlamayı severim, severdim, hala seviyor olmalıyım bilmem. Dünyadaki en önemli şey evde neskafe olmaması şu anda. Lens solüsyonumun bitmiş olması bile bu kadar üzmüyor. Paket paket türk kahvesi yedekleyen anneannemi daha iyi anlıyorum şimdi, iki paket söyleyeceğim.
Bu benim hayatım evet. Evden çıkmıyor, tezimi yazıyorum. Evi temizlemem, çamaşır yıkamam filan gerek ama vakit kaybı hepsi, göze alamıyorum. Pisliğe kısa bir süre daha tahammül edebilirim ama kahve durumu aciliyet arz ediyor. Şu noktada duble türk kahvesinden başka şansım yok. Sevdiğim son adama elimle türk kahvesi yapma fırsatım bile olmadı, durduk yere bu geldi aklıma. Üzülecek yer aradığımdan değil de... belki de arıyorum. En azından bulmak konusunda yetenekliyim.
Martılar başladı gene. Tamam, İstanbul'dayım anladım artık.
Yalan, her seferinde yeniden anlıyorum.
Şu fotoğrafı buldum demin. Ne çok aramıştım... Deli deli baktığım, zevzek surat yaptığım fotoğraf. Bak gene yaptım, gene iç burkan bir detay buldum. Her şeyin bir zamanlama meselesinden kaynaklandığına inanabilirdi insan, o kadar basit olmadığını bilmeseydi. O kadar basit değil, değil mi? Hangisi daha az acı verir? Emin olamıyorum.
Gene kilo alıyorum. Güzel olmak için bir motivasyon bulamıyorum kendime. Bir haftadır doğru düzgün bakmadım aynaya, saçımı da taramadan toplayıveriyorum. Depresyonla tez yazma semptomları nasıl da benzerlik gösteriyor. İkincisinin ilkini bastırmasını umuyordum, az çok başardı sanırım.
Havanın aydınlığı ne sinir bozucu, bu haliyle öyle güzel ki. Bu hali dediğim, saat 05:02. Dün bu saatlerde miydi -belki biraz daha geç- kafamı uzattım balkondan. Gördüğüm manzara muhteşemdi ama nasıl anlatılır ki bu? Ne gece ne gündüzdü, daha ziyade çekiştiriyorlardı birbirlerini. Denizin üstünden yükselmiş tabak gibi ve sapsarı bir ayla göz göze geldik. Açık unutulmuş bir gece lambası, sönmeyi unutmuş bir sokak lambası gibi parlıyordu. Buradan küçük gibi görünen ama muhtemelen koca koca martılardan oluşan bir karartı sürüsü geçti önünden. Gerçek üstü güzellikte bir sahneydi, mahvettim şimdi anlatmaya çalışırken. Donsun kalsın istenilen anlardan biri işte.
Neydi o bir ara sabahın 8'inde kalkıp sahilde yürümelerim, peh! O değilim ki ben buyum. Bu saatlerim, bu sessizlik, bu loşluğum. Şu saniyeyi günün başka hiç bir saatine değişmem. Ama duyuyorum işte can sıkıcı bir günün daha başladığının ilk habercisi araba seslerini. Hava aydınlanıp beni sinir edene kadar biraz daha yazacağım tezimi. Sonra gene, öksürüklerle sarsılarak uyanmak zorunda kalacağım bir görüş günü daha.
Günlük gibi oldu değil mi? Kimse blogunu günlük olarak kullanamazsın demedi. Öyle bir alan olmalı zaten, bir kere de düşünmemeliyim. Yazmalıyım sadece. Yazıyorum. Ama değerli ama değersiz, çoğu zaman önemsiz de olsa yazıyorum. Burası benim küçük oyun alanım. Tezi yazarken hep buraya kaçıveresim geliyor ama tutuyorum kendimi, en azından tutmaya çalışıyorum. En doğrusunu yapayım derken sakındığım gözü çıkarmakla meşhur olduğumdan ünümü de muhafaza ediyorum bu yolla. Bir halta benzemiyor zaten tez diye yazdığım. Artık tek istediğim bitmesi.

25 Haziran 2010 Cuma

Mutlu Aşk Yoktur



Hiçbir şey ebedi kalmaz elinde insanın
Ne gücü ne zayıflığı ne de yüreği
Açıverse masumca kollarını yana bir haç olur gölgesi
Bağlanayım derken mutluluğuna parçalar onu
Yaşamı olağandışı ve acılı bir bölünmedir
Mutlu aşk yoktur

Ellerinden silahları alınmış bu askerler gibidir hayatı
Hani kuşandırılır ya yazgılarınız başka olacak diye sabahları
Kalksalar da çok erken değişmez ki hiç yazgıları
Yine yılgın kalırlar boşlukta kalırlar akşamları
Ömrüm deyin ve tutun gözyaşlarınızı
Mutlu aşk yoktur

Uğruna yırtındığım sevgilim güzel yüzlüm benim
Yaralı bir kuş gibi içimdesin benim
Onlarsa bilmeden seyrederler geçişimizi
Can vermeye hazırdırlar iri gözlerin uğruna
Yineleyerek ardımdan ördüğüm sözcükleri
Mutlu aşk yoktur

Artık çok geç yaşamayı öğrenmek için
Azıcık bir türkü için ne kadar mutsuzluk gerekiyorsa
Bir ürperti uğruna nasıl pişmanlık duyulacaksa
Ve bir gitar havası için ne kadar hıçkırık gerekiyorsa
Ağlasın geceleri birleşen kalplerimiz
Mutlu aşk yoktur

Aşk yoktur ki gömülmesin içine acıların
Aşk yoktur ki uğruna yaralanılmasın
Aşk yoktur ki uğruna yıpranılmasın
Ve senin aşkından üstün değil vatan aşkı
Bir aşk yoktur ki gözyaşı olmadan yaşamasın
Mutlu aşk yoktur
Yine ikimizin aşkı vardır



Aragon

La Diane Française Lyon, Ocak 1943

Çeviren: Bahadır Gülmez





23 Haziran 2010 Çarşamba

Bostan Korkuluğu

Demli gamlı nihavent makamında yazılar yazmayı bırakmaya çalışıyorum. Aslında yazmayı bırakmaya çalışıyorum ama böyle teskin edici bir etkisi varken çok zor. Ketumun tam aksiyim, içimde tutmamam yönünde katı bir kaide varmış gibi yazıyorum. Yazarlar rafine yazarlar, bense tam manasıyla can havliyle yazıyorum. “Sade kulaklarım olsa gene iyi, ben bir eşeğim” diye karanlık, kör bir kuyuya avazım çıktığı kadar bağırır gibi basıyor tuşlara parmaklarım.

Ama artık yoruldum. Mütemadiyen geçmişle hesaplaşmaktan, kendimi itham etmekten, hırpalamaktan yorgun düştüm. Benden bu kadar. Bırakıyorum. Ben de kalbimi biliyorum, öyleyse bunca çırpınış niye?

Herkes mutsuz, herkes yalnız, herkesin canı öyle veya böyle yanmış. Kendi hayatının protagonisti herkes. Doğru davranalım derken bir sürü hataya düşüyoruz. Öyle ki bazen dürüstlüğün kendisi bile hata oluyor. Daha büyük üzüntülere mani olmalıyım derken yarattığın kadarı bile alt üst ediyor herkesin hayatını. Gene kendini beceriksiz, sarsak ve kayıp hissediyorsun. Bu defa garip bir biçimde içim rahat. Doğru bildiğimi yapmak için vermesi zor bir karar aldım, sonunda gene kaybettim ama hata demeye varmıyor dilim. Büyümek bitmiyor. Sevmek de bitmiyordur eminim. Zaman ilaç olmasa da zamanla dibe çöküyor acılar, demleniyorsun.

Gök gürültüsünden korktuğumu söylemiş miydim hiç? Vakit olmadı. Günlerdir durmadı şimşek, gök gürültüsü, yağmur. Gökyüzü üstümüze çöküverecekmiş gibi. Yağmur yağmıyor, yukarıdan kovayla döküyorlar sanki. Bir boşandı mı göz gözü görmüyor. İlk defa yağmur görür gibiyim çünkü ilk defa o eski anlamını yüklemeden izliyorum yağışını. Yağmur yüklü bulutlar, anlam yüklü yağmurları bozkırda bırakıp geldiler. Aşk yüklü kelimelerin kelime olarak kaldıkları yerde.

Kadın vokaller şarkılarında avaz avaz bağırdıkları zaman biz bağırıyormuşuz gibi rahatlarız ya hani, bu yağmurlar da öyle rahatlattı içimi. Yağan yağmur değil benim sanki. Kopan fırtına değil benim, esen rüzgar değil ben. Çok sevdiği bir insanı kaybettiğini, onu artık rüyalarından başka yerde görmesinin mümkün olmadığını en nihayet kabullenmiş insanların sükunetiyle yürüyor, konuşuyor ve yazıyorum. Çırpınmayı bıraktım. Bir yandan benden bekleneni yapmaya gayret ederken, hayatın geçişini izliyorum sakince. İçimden, ‘ne yaptıysam aşkla sevdayla yaptım’ diye geçirirken buruk bir gülümseme belirip kayboluveriyor yüzümde.

Nuran’ı ve Mümtaz’ı düşünüyorum. Tek istediğim huzur. Bu inanmak ve güvenmek istekleri ise yeni, onları tanımıyorum. Olmazsa olmazı olmasalar bari huzurun.

Güneş açtı ama yine bozacak, biliyorum. Gün, gece gibi karanlık oluveriyor. Geceler gündüz gibi aydınlanıveriyor ardı ardına çakan şimşeklerle.

Ben şimdi güneşe güvensem mesela, ama çok güvensem. Öyle ki çiçekli bir elbise ve sandaletlerle çıksam sokağa, sonra bir anda bulutların ardına gizlense güneş, gök gürlemeye başlasa yeniden ve yağmur boşansa var gücüyle, sırılsıklam olsam, çok hasta olsam sonra da. Kızabilir miyim güneşe? İnanmam artık sana diyebilir miyim? Diyemem ki ben. Diyemem. Gene inanır, gene ıslanır, gene hasta olurum. Arkadaşım badem ağacı gibi. Gençlik isyanla, inatla, sevdayla malul ise dua edelim de hafıza-i beşer hakikaten nisyanla malul olsun. Ben gene mağlup olmaya razıyım.

22 Haziran 2010 Salı

Islak Islak

Tezin şu bölümüyle ilgili meclis tutanaklarını okuyorum hala. İçim kıyıldı biraz. Halbuki bir kamera verseler elime, bulutların rengini çeksem şimdi. Havanın kokusundan, denizin tuzundan dem vursam. Önce bu bitecek, biliyorum. Sonra ne halt edersem öyle edeceğim.
Hasta uyandım bugün. Ankara’nın karı koymazken İstanbul’un yaz yağmurundan şifayı kapmışım iyi mi. Ihlamur, nane, limon, tarçın.. elime ne geldiyse bir güzel kaynattım. Irmak çok uzakta, yerini tutmaz ama biraz da bal kattım onun sevgisi yerine. Kim çekecek gene ben çekiyorum hasta nazımı. Kendi kendimi azarlayıp paylıyorum ama sonra, sızlanacağına otur oku şunları da diye. Çoklu kişilikten muzdarip masal kahramanları gibiyim, bir külkedisi bir üvey anne.
Boğazım kötü, hava serin. Bütün gün kapalı, yağmurluydu. Güneş açıp da gözüme girdiği vakit bir homurdanıyorum, bir sinkaflı küfür basıyorum ki geri kaçıyor bulutların ardına.
Bütün gün pıtır pıtır bir ses. Ya yağmur ya kuşlar. Barbaros’a bakan çalışma masamda beni hiç yalnız bırakmayan kumrulara serçeler eklendi bu yağmurla. Sığını-sığınıveriyorlar balkona. Kumrular ayrı, onlarla ilişkimiz eskiye dayanıyor. Her hafta düzenli buğday alıp onları beslediğim, onlarla konuştuğum seneden tanıyorlar beni. Ben test çözerken penceremi hiç boş bırakmazlardı. Komşular şikayet ediyor diye buğday işinden vazgeçeli çok oldu, Ankara’ya gittim döndüm ama gene de bırakmadılar işte. O pırıl pırıl, kömür gibi gözlerini dikip öyle bir bakıyorlar ki.. erken benzemeye başladım anneanneme. Neyse ki hoşuma gidiyor ailenin kadınları arasında nesilden nesile aktarılan böyle huylar. Elini saçına götürüşünde, burnunu sevimli cadı gibi oynatışında ya da ayakkabıyı giyişinde bir başka kadının yaşadığını bilmek çok güzel. Ben de böyle yaşayacak mıyım acaba? Bundan yüz- yüz elli yıl sonra da kısa boylu, geniş kalçalı, kumral bir kadın aynı vurguyla konuşup, gözleri çizgi haline gelene kadar gülecek mi?
Yazmaya başlarken aklımda yoktu hiç bunlar. Aslında fark etmemişim bile yazdığımı. Tutanak okuyordum en son. Bütün gün evden çıkmayıp kimseyle görüşmediğim için de bu kadar sık yazıyor olabilirim. İletişim kuruyormuşum hissi veriyor yazmak. Evden çıktığım oluyor tabi de, sokakta hayat var. Yaz da geldi. Evden burnumu çıkarmadan çalışmak en iyisi. Tezi bir an önce bitirip taze bir yön vermek istiyorum hayatıma. Köprülü kartpostallar atabileceğim bir Avrupa kentine gider miyim gitmez miyim bilmiyorum. O eski kaçmak dürtüsünden eser yok şimdi, nerede mutlu olacaksam oraya gitmek, orada yaşamak istiyorum. Kalmak mutlu edecekse kalmak. Yalnız bir an önce o karar aşamasına gelmek niyetim. Hem, bizi çalışmak kurtaracak öyle ya.
Gene indirdi yağmur. Ankara’da da yağıyormuş, öyle duydum. Orada ayrı güzel yağar ama burası da öyle güzel kokuyor ki şimdi. Tam film izlemelik derlerdi değil mi böyle günler için. Selvi Boylum gelmiş sinemaya hala gitmedim. Bugün şu korkunç tutanakları bitirirsem gideyim yarın öbür gün. Bunu ıskalayamam. Bunu da ıskalayamam.

La Finestra di Fronte


Karşı Pencere'deki iletişim biçimini andırıyor da ondan.
Eski taşların arasına sıkıştırıp saklamaktansa orta yere yazıyoruz (Bencilce sık yazıyorum tabi ben. Can havliyle dışarı atıyorum kelimelerimi, yoksa geceleri uykuma dolanıyorlar.)
Garip bir huzur vermeye başladı bu bana, en azından huysuzluğumu azaltıyor.
Kaybını kabullenmiş insanın sükunetiyle de doluyorum yavaş yavaş.

Yalnız her hikayenin kötüsü olmaktan biraz sıkılmaya başladım. Tam bir kendini gerçekleyen kehanet misali. Halbuki esaslı romanlarda iyisi kötüsü olmazdı karakterlerin, gelişim süreçleri olurdu. Gene de bana öyle geliyor ki beni alsalar, alıp da bisküvi gibi süte batırıp çıkarsalar, batırıp batırıp da çıkarsalar ak bir kaşık olmanın yakınından bile geçemem. Ben ben oldukça gözümden bile sakındığım gözü çıkarmadan durmayı beceremem gibi geliyor. Cehennemin dibine giden şu meşhur yol var ya, işte onu ben döşüyorum. Arkama dönüp iyi niyetlerle döşediğim yolda geri yürüyeyim diyorum, onu bile nasıl becerememişsem takılıp düşüyorum. Dizlerim, elim, kolum yara bere içinde hep.

Geçen gün festivalde bir yaz yağmuru indirdi ki bu kadar olur. Çıplak ayak mevsimini de açtık böylece. Gecesinde Beyoğlu'nda yakalandık aynı yağmura. Boğazımdaki bu sıkıntıyla arasında bir bağlantı olabilir. Oldum olası şemsiye sevmem de kullanmam da ne yapayım. Ne kadar az zımbırtı o kadar güzel hayat. Ayakkabı, şemsiye, saat, çanta.. Hepsi yük, hepsi fazla. Yalnız fark etmeden iyi gelmiş yağmurda yürümek. Mazgallardan akıp giden suda benden de bir şeyler varmış belli ki. İçinden bir şeyler kopup gitmesi fena bir şey olmak zorunda değilmiş demek ki.

Ama işte, her ölüm erken ölüm be abi. Aşkın acısızı, ayrılığın güzeli olmuyor.

Kadın haklı, herkes kendi küçük trajedisini yazıyor. Adam da haklı, yalnız olmadığımızı bilmek için okuyoruz sonra onları. Anladım yalnız olmadığımı. Şanslı bile hissediyorum şimdi. Bu kadar canımın yanması, bunca güzel ismi hak etmiş olmam, böylesi bir özlemin diğer yarısı olabilmek için çok ama çok güzel yaşamış olmalıyım.

Bak, ay yükseliyor boğazın üstünden. Şimdi bunun için mutlu olmaz mı insan, sorarım.




21 Haziran 2010 Pazartesi

Sevdalı Başım


Düştüm. Hem de öyle metaforik bir boşluğa filan değil basbayağı yere kapaklandım.

Çok keyifli bir kır düğünüyle evlenen arkadaşım imzayı attıktan sonra çalan 'senden başka'yla oynamaya başladı ve gecenin sonuna kadar da hiç durmadı. Düğün kavramı ilk defa sahiden bir yerlere oturur gibi oldu kafamda. Onca masraf, onca tantana biraz anlam kazandı nihayet. Sevdiğimiz biri sevdiği biriyle bir karar almış, bundan duyduğu mutluluğu sevdikleriyle kutlamak istiyordu. Üstüne bolca sosyolojik analiz geliştirilmiş/ daha da geliştirilebilecek 'düğün' üstüne bir analiz daha eklemektense göbek atmayı tercih ettim. Twist yaparken bacağımı geriye doğru o kadar atmasaydım eteğime takılmaz ve beni iki kere yerle yeksan etmezdi ama olsun, hiç bozuntuya vermedim. Sakar yerine sarhoş imajı vermek nedense daha bir işime geldi.

Dizimdeki afili yarayla çocukluğuma döndüm. Arkadaşımın düğününe gitmemişim de sokağa oynamaya çıkmışım gibi duruyor. Ne güzel, hiç eksik olmazdı yaram berem. Düşüp düşüp yeniden kalkar devam ederdim oynamaya. Geçen bir çocuk öyle düştü gözümün önünde, içim gitti bir şey oldu mu diye. Ben ona doğru hamle edene kadar o çoktan kalkıp yeniden koşmaya başlamıştı. Çocukken daha mı güçlüydük diye düşündüm. Metaforik yaralarımız daha mı onulmaz bir acı veriyor yoksa.

Biz -evet biz diyeceğim buna- kendini her dem aşık diye tanımlayan kadınlarız. Kalbimizin biri için atmadığı bir zaman hatırlamadığımız gibi bunu aklımıza getirmek bile istemeyiz. Şıpsevdi der, ayran gönüllü der bazı insanlar. Kulak asmayız çünkü yıllar yılı gıkımızı bile çıkarmadan platonik sevdiğimiz çocuk bugün gibi aklımızdadır. Hele lisede kavak yelleri eser başımızda. Delikanlılık çağımızdan payımıza düşen "çok delikanlı kız" olmaktır. Gene bozuntuya vermez, "eyvallah" der geçeriz. Üniversitede aşk karşılığını bulur yavaş yavaş. Serserilik de öyle. O zamanlar, üniversite aşkı gibi basit bir tanımlamayı yakıştıramayacağımızı düşündüğümüz büyük aşk, seneler geçip de hatalar, yaralar üst üste yığıldıkça sahiden de üniversite aşkı olarak kalır ve 'ne güzeldik' diye -er ya da geç- sevgiyle anımsanır. Kırıklıklarla baş etme biçimi şekillendiriyor biraz da insanı. Bu hususta biliyorum kimsenin kimseye söz söylemeye pek bir hakkı yok. Her zaman kolayına giden bu olduğu için değil, düpedüz içinden böyle geldiği içindir belki. İyice güvensizleşip yalnızlaştırabilir insan kendini, yahut üstüne gidip yeniden inanmak için bir sebep, 'bu' diyebileceği, 'benim' diyebileceği bir sevda arayışına girebilir. Bu uğurda elini uzatmaya bile cesaret edebilir, eli havada kalabilir, kalmaya da bilir.. hayat.

Öfke, yakıcı bir merhem gibi nüfuz eder yaraya. Ne antika fakat geçerliliğini nasıl da hala kaybetmemiş analojidir o zırh. Hani şu gardını indirip indirmeme meselesi. En savunmasız anında aldığın metaforik yaralar en derin acıyı bırakır derinde. Peki sonra?

Yorgo amcanın sesi çınlıyor kulaklarımda: Ne olacak? Çözümsüz gibi duran haller için söyler bu sözü. Rum aksanının kattığı vurguda ayrıca bir alay, bir 'ucunda ölüm yok a kızım' tonu seçilir. Ne olacak? Sevgimizin, aşkımızın üstünden sene geçecek, mevsim geçecek, ay geçecek.. Hayat geçecek, ömür geçecek, yaş geçecek. Ya ne olacak..

Sonunda kötü olduysam da çabam hep iyi biri olmak içindi. Yalnız bir kere kenara koydum iyiliği, kötülüğü. Mutlu olmak istedim. Kim istemez ki be kaptan? Emek ister mesela. İnat ister. Yürek demeyeceğim, yürekten bol bir şeyimiz yok zira. Fazlasından belki bu halimiz. İnsanın içinde saklı kalan bu gençlik ölümü ne iyi ne kötü, zamanla neye evrilirdinin bilinmezliği. Hayalini kurmaktansa martılara simit atmalı insan. Göz yaşları er geç kurur, yanımıza kâr bir buruk gülümseme kalır. Öyle ya ölmedik.

Ben kalbimi biliyorum.. Şiirlere şarkılara hala aptal gibi inanıyorum.






19 Haziran 2010 Cumartesi

Gönül

Bir şehir hatları vapurunun adında rastladım bugün eski bir tanıdığa. Bir şarkı geldi aklıma, mırıldanmadım. Biter diye cevap verdim sadece. İşte böyle kalır bir vapur adında. Kalır ama başka türlü bir şey kalır. Ders çıkarılması tekrarlanmayacağını garanti etmeyen bir sürü hata, onları izleyen bir dizi pişmanlık, hüzün, keder vesaire vesaire. Geçen yılların, geçtikleriyle kalır.

Her beyaz sayfa bir mektuba dönüşüyor elimde. Sadece bir kişinin anlayacağı bir kaç kelime serpiştiriyorum oraya buraya. İşin güzeli, herkes anlıyor. Gecenin gündüzden farkını bilen herkes.

Sözlerim demli gamlı nihavent makamı. Fakat yazmazsam daha beter olurum biliyorum, bencilce yazıyorum o yüzden. Utanmadan, sıkılmadan yazıyorum. Her zaman yaptığım gibi bir kaç avare sözcük bırakıyorum boşluğa.. başlarının çaresine baksınlar.

Bir insanın kendiyle hesaplaşmasını okumak nasıl bir his? Aklından neler geçtiğini, nasıl geçtiklerini görmek? Biliyorum yalnız değilim.

Kabataş İskelesi'nde buluşacağın arkadaşını beklerken deniz kenarında yürümek, uzaklara dalan manalı bakışlarla son bulmayabilir mi? O da yürüdü burada, beraber de yürüyebilirdik ama yürümedik diye iç geçirebilir insan. Fakat şurası muhakkak ki İstanbul'u sevmezse gönül aşkı ne anlar. Beni sevmezsen onu sev bari dediğim bile olmuştur zamanında. Kadın kadını kıskanırsa da İstanbul'u kıskanmak hangimizin haddine. Bizler, onun öz kızları değil miyiz?

Dramam fazla geliyor ne zamandır, kremalı yazılar peşindeyim ama çıkmayınca çıkmıyor be abi. Bir kağıt helva, bir martı, hatta bir domates yetiyor kameranın sesini duymaya. Yakınıyorlar haklı olarak. Halimden memnunum halbuki ben. Nefes alıp verdiğim için madalya bekliyorum. Aslına bakarsak -yani acının da kıyası olmaz ya gene de- pek öyle büyük acılar çektim denemez. Bu kadar güvensiz olacak kadar bıçaklanmadım da sırtımdan. Trajik bir hikayem yok gerçekten. Gene de düşünmekte ve hissetmekte serbest insan. Bir yandan da yaşıyor işte.

Bir arkadaşım evleniyor yarın. İlk defa, beraber kantinden tost aldığım birinin düğününe iştirak edeceğim. Utanmasam onun kadar heyecanlıyım diyeceğim, yanına bile yaklaşamam elbette. Katil babetlerim ayağımı vururken -biraz da acıdan soyutlanmak için belki- bunu düşündüm bugün: İnsanlar evleniyor. Hayatlar kuruluyor beraber ve bu öyle çok uzağımda filan değil, yanı başımda, tanıdığım insanları da içine alarak vuku buluyor.

Gelinin tek yalnız arkadaşı sensin diyen kötü kalpli düğün teyzesi! Ona yalnız değil, bekar denir ve bekarla yalnız aynı şey değildir. Yalnız, hava kararmadan evvel yüksek sesle dile getirmediğimiz bir haldir ve senin ağzına -kusura bakma ama- hiç yakışmıyor. Gelinin bekar arkadaşı kimliğimle epey düşündüm bugün Beşiktaş çarşısında saten, sade, küçük yani düğünden düğüne kullanacağım bir çanta ararken. Evlenme fikrinin geyiklerimize ne zaman sinsice nüfuz etmeye başladığını anımsadım. Neredeyse birden bire olmuştu. Hala yadırgıyor, buna rağmen git gide artan bir ciddiyetle üstüne düşünüp, hakkında konuşuyorduk. Ve bir gün.. kendimizi kuyumcuda buluverdik.

Pek kullanmadığım bir soru kalıbını çıkardım bugün tozlu çatı arasından. Orasına burasına biraz üfleyince gün gibi parlayıverdi: Bu işin özü ne allasen? Salça. Yemin ederim doğru yanıt salça.
Daha doğrusu ya da başka bir deyişle, hayal kurabilmek beraber. Tabi ki hareket etmek, plan yapmak, onları gerçekleştirmek beraber.. bunlar da önemli ama bunlar bir koordinasyon meselesinden öteye geçmiyor. Halbuki bir hayali beraber kurabilmek? Yani kurup da kendine saklamak değil, cesaretle paylaşmak onu. Yani o derece güvenmek..

Ne zaman, ne sebeple bilmiyorum yasaklamışım kendime hayal a.ş.'yi. Hem kapısına dayanmış, hem kapıdan kovmuşum kendimi. Tam güvenmiş, hayallere dalmışım ki bir şehir hatları vapuru gibi boğazın karanlık sularına dalmış. Aradan uzun yıllar geçmiş ya da bir, bilemedin iki gün belki.. son bir can havliyle -inanmak, güvenmek, sevmek için- kaptana uzattığım elim havada kalmış. Boğazın karanlık sularıyla baş başa kaldık mı sana. E salça meselesi son tahlilde. Turşu meselesinin tahtına oynamasa da mühim mevzu şimdi.

Doğruya doğru, kimde güven uyandırmışım bugüne kadar. Tutmayacağımı bildiğimden söz bile vermemişim. Pabucun sağlamı sayılmazmışım.. pabucumun kenarı! İnsanlar insanları hayal kırıklığına uğratır.. sen hiç hata yapmadın mı vre diye sormazlar mı adama, sorarlar. Ben sormam. Bir vapurdan yadigar kaldı haddinden fazlaca susmak. Zaten.. zorlamamak lazım, susup geri çekilmek, unutulmayı beklemek lazım -unutturulmayı. Roman kahramanı kadınlar üstelemezler. Roman kahramanı adamlarının huzurlarını bozmaktan imtina eder, edeplice ve asilce uzak dururlar. Onlara aferin, Ayşe'ye sıfır puan.

Yazmayı bırakmalı, bilekliği de çıkarmalıyım artık. Elim varmalı.

Nasıl ki bir vapur yalnızca bir vapurdur bundan sonra, ilk aşkım olan şairin adında kalmalı son aşkım da. Bir gün içimden gelerek ümitli iki satır yazarım belki. Şimdilik tek istediğim -şu işi bitirdikten sonra yani- kimseyi tanımadığım ve kimsenin beni tanımadığı gibi sokaklarının da bana bir şey söylemediği bir Avrupa kentine taşınmak. Ne hüzün, ne menekşe, ne deniz.. ne rakı, ne salça, ne de tereddüt.. Hayalini bile kuramadığım bir hayat boylu boyunca uzanıyor önümde. Sevdadandır diyor annem.. aldırma gönül, demedim mi sana gönül diyor.

17 Haziran 2010 Perşembe

Sabahın tam üçündeyim


Çatılardan ansızın düşen harfleri usturupluca toplayıp bir mektup yap gönder İstanbul'a..çünkü her ankaralının en az bir istanbullu aşkı vardır. Deniz mi kokar, menekşe mi, hüzün mü.. lakin şüphesiz ki saçmadır sevdiği zaman, her kadın gibi.

Kalbimin yerini bir serçenin işgal ettiği son sefer Tavukçu'da sarmaşıklı bir Altınbaşak rakıya tekabül ediyor. Sahi nasıldır benle rakı içmesi, güzel midir? Bir denge bozan, bir karanfil kokusu buram buram. Alamam gözlerimi, adam güzel. İçim titrer. Diyemem.

Gece olur, Ahmed gülcemalini de alıp yalpalayarak uzaklaşır. Cemal de arif adamdır. Çok sürmez, masa kalmaz. Onlar da kalkar.

Kış ortasında ılık bir rüzgar eser, elin değer eline. Sonra bir daha, sonra usulca tutuverirsin. Hiç bırakma der elim eline. Sen diyemezsin. Tek şahidin bir bank ve bir sokak lambası. İki de bisiklet, ama o başka, o bir ada hikayesi.

Ankara'da aşık olmak zor diyen kadın da, kalırsa bir derin sızı kalır diyen adam da halt etmiş usta. Her gün biraz daha, biraz daha öfkeleniyorum sızlayan şarkıya. Şu göğsüm yırtılıp baksan kaç koca adamı salya sümük ağlatır. Halbuki ezelden beri susuyor.

Bir takım şopenli gecelerde, harfler düşer martıların kanadından. Avuçlarıma sığdığınca toplar.. sonra dayanamaz denize atarım.

Uzak bir şehre ışıklarını görüyormuş gibi gülümseyerek bakarım. Ne şehir bunun farkındadır ne de martı farkında. Sarahaten söylesem, artık ne fayda.

Çatılardan ansızın düşen harfleri usturupluca toplayıp bir mektup yap gönder İstanbul'a.. çünkü her kadın saçmadır sevdiği zaman. Hiç olmadığım kadar saçmayım.


(bkz. http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=19412573 )

13 Haziran 2010 Pazar

Cadde-i Kebir'de Sabah

Böyle bir şey olmalı.. hayat böyle bir şey olmalı işte: Sevdiklerinle dolu koca bir ev.
Çok kalabalık, bir o kadar da eksiğiz. Kim eksik diye etrafa bakınırken çalan kapı ziliyle biraz daha tamamlanıyoruz. Ayrı bir ülke yahut ayrı bir şehirde, yani bundan başka bir iklimde ikamet eden arkadaşlarımızla dolu anılarımız var. Uzak mesafeler için kulak çınlatma en güzel iletişim aracı.

Bir Ferzan Özpetek filmi kadar şeniz. Humustaki pastırmanın kokusu, börülce ve patlıcandaki sarımsağın kokusuna karışmış, ona biraz da tütün ve bolca anason eşlik ediyor. Ardına kadar açık pencereden, perdeyi de havalandırarak, ara ara ferah bir rüzgar esiyor. Önündeki koltukta her kim oturuyorsa her esişte gözlerini yumup bir oh çekiyor.
Rakılar, buz kesmesinden ümit kesilmiş su dolu buzlukların üstünde sere serpe.
En güzel saki, insanın sevdiği imiş. İnsan her kimi çok seviyorsa rakı onun elinden daha tatlı imiş. Beni benden iyi bilen arkadaşım kadehimi doldururken bir kez daha anladım.

Ayrılsak da beraberiz dedim içimden. Eski sevgili de buna dahil. Arkadaş desen değil, sevgili desen hiç değil. Apayrı bir ilişki biçimi bu. Salonda bir sürü sevgili var, biz eski. Gene de didişiyoruz. Kavga etmenin keyfine sayesinde vakıf olduğumu unutamam. İçindeyken yıpratıyor, yaralıyor elbette insanı. Şimdi uzaktan sevgiyle anıyorum günlerimizi. Odanın bir ucundaki sandalyenin tepesinde, omuzları çökmüş, oturuyor. Bir yandan konuşuyor, bir yandan gözü televizyonda. Beckham'ı ekrana getirmedikleri bir ara ona baktım ben de. Tanıştığımız günü anımsadım, ona neredeyse her baktığımda çaresiz geliyor aklıma. Tanışmamızla beni tavlaması bir olmuştu. Aşk filan, bunlar güzel şeyler tabi ama onun tarafından tavlanmak tam bir keyifti.

Bara girerken, işte gene yapıyoruz dedim. Farklı olduğu kadar açıklaması da zor bir ilişki biçimi. Halbuki birlikte eğlenen iki insan bana son derece açık geliyor. Önümüzde dans eden üç kızdan biri elimden tutup beni aralarına katana kadar açıklama yapmam gereken kimse de yoktu zaten. En az benim kadar teklifsiz bu kızın ismi hayatta en sevdiğim isimdi. Sigara içmeye çıkarken bu sefer ben tuttum elini, ben de geliyorum diye. Hayal'in önünde ayak üstü, bir çırpıda anlatıverdi iki yıldır ilk defa gece eğlenmeye çıktığını, biten yedi senelik ilişkisini yeni yeni atlattığını. Bu bana yapılır mı diye feveran ederken bir Western sahnesi geçiyordu aklımdan: "Bunun hak etmekle bir ilgisi yok" repliğini sahiplenen eski bir dostuma ben sormak istedim bu defa: Peki bu bana yapılır mı? Arap gecelerinin en siyahı kadar siyah gözleri ve bahtından kara saçlarıyla güzel, alımlı bir kızdı. O da az cadı değildi, belli. Cadı cadıyı çeker, bu iş böyle.

Ayak üstü bir yabancıya hayatını, derdini anlatmak kadar çok az şey rahatlatır insanı gibi geliyor bana. Alkol aklını bağlayıp dilini çözüyor insanın. Liseden mezun olduktan bir kaç yıl sonra okulu ziyarete gittiğimde, çok sevdiğim bir hocamla kütüphanenin merdivenlerinde oturmuş sigara içerken hocamın, "sarhoşsa doğruyu söylemiştir" dediğini hatırlıyorum, "sarhoş adam yalan söylemez". Haklı, asla yapmayacağın bir şeyi yaptırtamaz ya da aklından hiç geçmemiş bir şeyi söyletemez sana içki. "Seni seviyorum" ya da "seni sevmiyorum" deme cesaretini verir sadece. Bu durumda ise yarasını gösterme, bak çok kanadı ama yavaş yavaş geçiyor diyerek hiç zorunluluğu olmadığı halde umut verme. Bir başkasının rahatlıkla ve haklı olarak sarhoş muhabbeti diye kulak asmayıp kaçacağı sözlerini can kulağıyla dinledim. "Kafam güzel" diye başlamıştı söze, bunun bendeki anlam karşılığı şuydu: Bir güzellik geldi ama sarhoş değilim, ne dediğimi hala biliyorum. Biliyordu da.

Eski sevgiliye iyilik ettiğim düşüncesiyle, onu gene bir kızla baş başa bırakarak evime doğru yola koyulduğumda sabah olduğunu fark etmemiştim. Böyle güzel akşamlarda saate bakmak çok yersiz oluyor zira. Bu gece bitmesin'i temenniden çok işleme konması kuvvetle muhtemel bir dilek gibi düşündüğümden olabilir. Sabah uyandığında o günü beğenmediysen "bugünü pas geçiyorum" diyebilirsin yahut o gece bitmesin istiyorsan sen istemedikçe bitmez. Bir aşamada elbette refah seviyesiyle yakın ilişkisi olmakla birlikte, esasen insanın kafasında çekilen bir restten başka bir şey değil. Saate bakmama hakkımı kullanmış, gene de bakmayı aklıma getirmeyerek yürüyordum İstiklal'de. Caddenin biraz boş olduğunu fark edince kafamı kaldırıp gökyüzüne baktım, hava aydınlanmıştı. Bu sabahı da gördük, diye geçirdim içimden. Hayata karşı bu minnet duygusu yeni hasıl oldu. Artık yaştan mı yoksa sağlığın laf olsun diye şerefine kadeh kaldırılan bir nane olmadığını idrak eder olduğumdan mı bilmiyorum.

Böyle bir şey olmalı.. hayat yani. Gene yalnız da yürüyor olsan, bu belli belirsiz gülümseme eksik olmamalı yüzünden. Yarın çok güzel olacak filan diye değil, olmayacak çünkü. Nazım'ın vaat ettiği güzel günlerin gelmeyeceğine uyanalı epey bir oluyor. Günlerin ne getireceği meçhul. Ne demişti eski sevgili? Her şey çok farklı olabilirdi. Ah ama elbette, her şey çok farklı olsaydı her şey çok farklı olurdu. Ama değil.
Bu.

Bu cadde, bu çöpçüler, bu sabah, ben... Bu.

10 Haziran 2010 Perşembe

Duygusal Taksici

"Ben çok duygusalımdır" dediği an yandık diye geçirdim içimden. Ya kazıklayacak ya da iltifatın gözünü çıkaracak. İkincisini hemen eledim çünkü kendinden bahsetmeyi yeğleyeceği gün gibi açıktı. Nitekim dalgınlığımın da katkısıyla yolu biraz uzattı, sonra da "uzattık biraz değil mi" diyerek keh keh güldü. Ben de güldüm.

Elimde, yarın rakı mezesine dönüşecek olan patlıcan ve deniz börülcesi dolu torbalarla taksi bekliyordum. Onlara dereotu ve taze nane eşlik ediyor, mutfağın demirbaşı sarımsak da bizi evde bekliyordu. Ihlamur'da hep beraber taksi bekliyorduk ki amca karşı şeritte durdu. Nispeten hafif torbaya mukayyet olmaktan sorumlu elimle döner misiniz işareti yaptım (Hesap lütfen'in bir başka versiyonu. Parmağımda oynatırım'ın ters yapılanı, elin ayası aşağı bakıyor).

Akmakta olan trafiği birazcık sabote ederek de olsa gitmeyi arzuladığım istikametin şeritine geçmeyi ve önümde durmayı başardı. Her zamanki küçücük-kadın-bunca-torbayı-nasıl-taşır auramı da alıp arabaya bindikten sonra minnetle karışık ufak bir teşekkür geveledim ağzımda.

Gitmek istediğim yeri söyledikten sonra olacak, başladı. "Ben çok iyiyimdir, biliyor musun? Uzak yakın hiç ayırt etmem. Hizmet veriyorsun sonuçta, zorundasın alacaksın. Sen şimdi burada da insen [10 metre gitmiş gitmemiştik] selametle derim. Hiç hayır diyemem. Çok kaybettim bu yüzden, batarsın sen diyorlar. Hayır diyemem hiç. Bizim hanım diyor iyi ki kız olmamışsın, rezil ederdin beni".

Kız olsa tam olarak neye hayır diyemeyeceğini de hanımını rezil edeceğini düşündüm (!). Sonra içimdeki antropolog kılıklı sosyolog uzattı kafasını. Kısa bir hmm'ladıktan sonra, şivesine istinaden, Kürt olduğuna kanaat getirdi. Biz bize şehir bulmaca oynuyorduk ki "Urfa" diye bir ses geldi, "ben Urfa'lıyım". Anlatmakta olduğu olaya arka plan olsun diye söylemişti bunu. Amcaoğluna dört dairelik parayı nasıl kaptırıp geri alamadığını gülümseyerek anlattı. Muhakkak ki bu konuyu hiç de gülümseyerek anlatmadığı zamanlar da olmuştu.

Buna karşılık, uzun zaman gülümseyerek anlatamadığım bir olayı gülümseyerek anlattım ben de. İskelede yağmurun altında, kendim kadar iki bavulla nasıl kalakaldığımı, taksicilerin kısa mesafe diye nasıl beni almadıklarını söyledim. Ticari kaygıları elbette anlıyorum ama bu biraz da insanlık, diyerek orta yere koyuverdim ana fikri. Elbette eksik anlatmıştım: Beş liraya çıkarırız dediklerini [o zamanın parasıyla üç tutuyordu], bunun üstüne kafamın atıp efelendiğimi [çok da umurlarındaydı], o dik yokuşu sıçana dönerek de olsa nasıl hırsla çıktığımı ama "eşşek ölüsü gibi ağır" deyiminin de hakikaten ne anlama geldiğini öğrendiğimi es geçtim. Hikayenin bu kısmı benden beklediği cinsiyet rolüme uygun değildi ve on dakikalık ilişkimizin ritmini tekstin dışına çıkarak bozmak istemedim. Ha çıksam, "delikanlı kız" diyecekti belki de. Liseden beri duymadığım bu iltifatı (!) duymaktan kalbim kan ağlayarak feragat ettim.

Neden sonra radyoda türkü çalmakta olduğunu fark ettim. Fark edip de rahatsız olmadığımı anlamış gibi sesini açıverdi. Abbasağa'ya geldiğimizde İbrahim Tatlıses başladı. Ne olur trafik olmasın diye geçirdim içimden. Sonra ilk defa batmadığını hayretle fark ettim. Bunu da anlamış gibi biraz daha açtı sesi. Gene batmadı. Aksine keyiflendim. Amca da Urfalı ya, acaba ondan mı diye geçirdim içimden, olabilir. Çok yerinde, biraz da bu yüzden bir huzurlu geldi türkü. Ses tonunda, o her zamanki itici kabadayılığı değil de sevdiği kadına "ne olur benim olsan" diye samimiyetle yakaran bir adam vardı. Artvin'de çalışırken dinlediğim Karadeniz türkülerini anımsadım; orada biraz daha kalsam, İstanbul'da doğup büyümüş olduğumdan şüphe edecek hale geldiğimi de.

"Sana kurban olsun" diyerek birinden bahsediyor, bir şey anlatıyordu gene. "Bayandır sonuçta, iki de çocuk. Aile yani, aileyi bırakamam yolda, aldım". Bir kadın ve iki çocuğun aile etmesi fikri gülümsetti ister istemez. Bir kadınla bir erkek de bir aile eder miydi acaba, soramadım. Ya iki kadın ya da iki erkek? İki kadın bir erkek ederdi, ediyordu ona şüphe yok. Dili etmez, öyle şey olmaz dese de [sorsam öyle derdi modern taksici özne] dörde kadar yolu vardı işte. Biriyle bile uğraşabiliyorlarmış gibi!.. Hürmüz'e öyle mi ya, hafta yedi koca yedi. Sosyo-matematik (!)

Sonra sükunetle devam ettik yola. İnerken de "kendine iyi bak canım" dedi. Ben de "olur canım" dedim içimden, "öptüm".

9 Haziran 2010 Çarşamba

İstanbul Sevgilim

Tam da şu an, kabiliyetli bir yazar olmak isterdim. Sırf bunu, şu anı anlatabileyim diye. Halbuki ne ben ne de sözlerim kafiyiz bu iş için. Kabil değil, kalkamayız altından. Gene de... ne çıkar.

Haziran'ın ortalarına yaklaşırken, bir sabaha karşı İstanbul. Koyu bir sis altında, sessiz ve ıpıslak.

İnsanın içini ürperten cinsten değil, tatlı bir serinlik var.

Tek tük duyulan araba sesleri, gecenin sessizliğinde biraz huzur bulan kulakları tırmalıyor. Yapacak bir şey yok, gün başladı başlıyor.

Neyse ki martı sesleri meydanı boş bırakmıyor. Her bir çığlıkları aynı şeyi söylüyor: İstanbul'dasın.

Şehri uyurken seviyorum. Sevgisini gösteremeyen babalar ya da sevmeye doyamayan sevgililer gibi.

Şehri yün yorgan gibi kaplayan yoğun sis renk değiştiriyor her geçen dakika. Az önce pembeydi, şimdi mora çalıyor. Her halükarda katran karası demek zor, insanın içini açan bir derinliği var. Huşuyla içine çekiyor ama boğmadan, nefessiz koymadan. Sarıp sarmalıyor bu gece.

İstanbul'un görebildiğim kadarı bu gece dehşetli güzel. Tam bu vakitte hiçbir sanata gereksinimi yok. Her edebi sanat akar gider üstünden. Öyle ıslak, öyle büyüleyici.

Kokusu, rengi, sesi... İstanbul'dayım.
İnsanlık trajedilerini ve şahsi hayat dalgalanmalarını dışarıda bırakmayan ama onları da içine alıp, onların da ötesine geçen bir bilinç var bunda. Durduk yere mutlu eden cinsten de değil, ölümlülüğünü teklifsizce fark ettiren de.

Küçük kuşlar ve çiseleyen yağmurun sesi de katıldı aramıza. Masamın üstündeki küllükten yükselen, söndürülmüş sigara kokusu bile bir parçası bu anın. Hepsi, her şey.

Bu anda ne düşmek dalgalara, ne tez, ne sevda...
Mutlu da denmez ya.. olduğum yerde ve olduğum anda olmakla alakalı -uyuyup uyandığımda geçeceğini adım gibi bildiğim- bir huzur kapladı içimi diyelim.

Sis, rengini aydınlık ferah bir maviye çalarken uykuya bırakıyorum kendimi. İstanbul'da.

5 Haziran 2010 Cumartesi

Sakın gelme Godot

-Evet, Godot'yu, diye duyulur duyulmaz mırıldandı kadın. Kendine mi söylüyordu karşısındakine mi emin olamadı. Bildiğini kendinden bile sakladığı şeyi bir başkasına söylerken yakalamıştı kendisini. Elbet bunu böyle öğrenmek istemezdi kimse. Gelmeyecek olanın gelmeyeceğini yani.
Sustu, unuttu karşısındakini. Bu kendiyle meselesiydi, masum sivillerin kanı dökülmemeliydi. Dalgın, yavaş adımlarla uzaklaştı oradan. Kaçar gibi değil bu sefer, kafasındaki düşüncelerin yüküyle ağır ağır, kaçmadan yürüdü.
-Leyla’dan geçme faslındasın, dikkat et, diye alaycı bir gülümsemeyle uyardı kendini; halbuki hiç izlememişti Godot’yu. Asla gelmediğini biliyordu sadece, hep beklendiğini ama hiç gelmediğini.
-Beklemek, diye düşündü, beklenenden apayrı bir şey. Bekleyen unutuyor beklediğini, kanıksıyor, özümsüyor da öyle devam ediyor bu mesaiye. Beklenen eğer tanıdık biriyse o fena. Beklemek, zaman demek ve zaman beklemiyor kimseyi. Bu eylemsiz eylemde kimse sabit değil, gene de eylemin kendisi bu kandırmaca üstüne kurulu. Umut mu şimdi bu? Daha güneşli bir his olması gerekmiyor muydu umudun?
Yazacağı ilk eseri, güneşli Pazar sabahlarına ithaf etmeyi tasarladı kafasında. Sırf aklına daha güzel bir şey gelmediği için. Herhangi bir Pazar sabahı dokuz-on civarında yatak odasına dolan güneşti gerçek olan. Yıllar önce, gene kendisine bile belli etmeden kurduğu hayali anımsadı; burulmadı içi, burkulmadı. Bir adam ve üç dört yaşlarında bir kız çocuğu vardı hayalinde. İçinde biraz gıdıklama, bolca çocuk kahkahası ve kahvaltı olan öylesine bir hayal kurgusu –iç kemiren bir hayal kurdu.
-Ne çok şey saklıyorum kendimden, diye hayıflandı, kendime yakın bulduğum bir yabancıya hayatımı ince ince anlatabilirim ama bu, tam da bu kadına karşı bunca ketum…
İnsan eninde sonunda inanıyor kurduğu hayallere. Başkası için uzak ihtimal olan senin için tek gerçek olabiliyor. Korkunç olmalı. Vazgeçti hayıflanmaktan, iyi etmişim diye kutladı kendini. Ne bir adam, ne bir çocuk, ne de bir eseri vardı işte. Az sonra doğacak günden daha gerçek bir şey yoktu.
İçinde yükselen öfkeyi duyunca ürktü. Hep kendisine sakladığı bu duygu ilk defa bir başkasına yönelmiş tarifsizce kabarıyordu. Nefret değil, pişmanlık değil; safi öfke, safi kin. Madem ki hak hukuk meselesi değildi, olanca yoğunluğuyla duyuyordu işte. İnce bir acıma sızıyordu aradan ama bunu görmezden gelecekti. Birine değil birilerine öfkeliydi. An an tek insan oluveriyorlar, böylece toplamından fazla bir öfkeye maruz kalıyorlardı. Kimsenin haberi olmadan elbet.
Şehri izliyor, şehri dinliyor ve yavaşça vazgeçiyordu yanında birini istemekten.
-Hem, bütün gün aşk hakkında düşündüğüm filan yok, daha delirmedim o kadar diye durduk yere savundu kendini. Hayatı irdelemek İstanbul gibi biraz, her sokağın denize çıkması gibi eninde sonunda aşka çıkıyor. Yani küçük kızlar için peri masalları mukabilinden koca bir yalana.
Açık penceresinden yattığı odaya doluşuyordu şehrin -gürültü demeye dili varmadığı- uğultusu.
O ise,
şimdi ne bir adam, ne bir çocuk, ne de herhangi bir sevgi olan Godot'yla konuşuyordu usulca. Kendine bile daha söylemediği hayalleriydi belki; zira içten içe, gene sinsice kuruyordu muhakkak. Ne sözünü ne de uzattığı eli tutmayan bu Godot kimdi, neydi ki bunca tutkuyla beklenecek? Oyunu okuyabilirim elbette, ama kesin bir cevap vermediğine eminim diye geçirdi aklından. Güzel ve anlamlı şeyler, muğlaktır çoğu zaman, çelişkilidir, kendini ele vermez. Bundan kendine pay çıkarmaması beklenemezdi, öyle değil mi?
Başını yastığa koyarken bir şarkı vardı aklında, söylemesi ayıp, sözleri kayıp. Gene de mırıldandı biraz ve öyle uyudu.




3 Haziran 2010 Perşembe

"Her kadın saçmadır sevdiği zaman..."


*Nazım, Piraye'nin yazdığı mektupları şiirleştirmek istemekte, Piraye buna pek yanaşmamaktadır. 1942-1943 yıllarında Nazım gene de bu işi yapacaktır (s.173).

[Nazım hem bu şiirlerde hem de Memleketimden İnsan Manzaraları'nda Piraye yerine Ayşe ismini kullanır..]


AYŞE'NİN MEKTUPLARI

44.

Evimin içinde ayağının sesini duymak istiyorum,
istiyorum ki kapımı çalasın
sana kendi elimle açayım kapımı.
Fakat kunduralarını taşlıkta çıkar kuzum çamurluysalar,
terliklerin seni bekliyor zaten.

Sana kendi elimle yemek pişirmek istiyorum,
kendi elimle kurmak soframızı.
Yalnız,
bulaşığı yine eskisi gibi beraber yıkarız.

Seninle aynı kitapları okumak istiyorum,
(elbet yine anlatırsın bana anlamadığım yer olursa).
Kendi elimle yıkamak istiyorum çamaşırlarını
ve söküklerini dikmek.
Ve istiyorum ki kendi elimle alayım tozunu yazı masanın,
(darmadağınıklığını bozmaya kıyamadan).
Fakat artık
sen de minderin üstünde unutmazsın yanar piponu
ve külünü dökmezsin döşemeye.

Çalıştığın yerde seninle yan yana çalışmak istiyorum,
dövüştüğün yerde yine yan yana dövüşmek,
(ekonomik istiklal için
ve ev işleri esirliğinden filan kurtulmak için değil)
burnunun dibinden ayrılmamak için.
Ve nihayet
en dehşetli hakkımı
seninle aynı yastıkta uyumak istiyorum
ve çocuk doğurmak sana
en az daha iki tane...



Nazım Hikmet

(Nazım ile Piraye, derleyen Memet Fuat, Adam Yayınları, Eylül 1998, sayfa 211-212)

2 Haziran 2010 Çarşamba

Mavi kuş her daim sarhoş

"Ne kadarını anlatmalıyım?"
Aklımın içinde volta atıp durdu bu soru.
"Konuşuyorum ama ne kadarını söylemeliyim?"
Bavulu ne kadar açmalı, içindekileri ne kadar yaymalıyım etrafa..ya da gerek var mı buna?
"Sus" dedim kendime, "sus anlatma artık, çok uzattın yeter. Gücün varsa kalk hatta masadan".
Yoktu.
Anlatmamaya gücüm yoktu, varsa da bulamadım.
Hele sevilmemeye. Elbette alışıyor insan, neyse ki alışıyor.
Turgut demiş, ben diyemedim:
"Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız".
Yalnızlık bir denge işi zira.
Demeye çalıştım, sesim çıkmadı.
Yazıyorum yazmasına ama okunduğunu bilince yazmak zormuş.
Bakalım kahramanımız bu sefer de firar edebilecek mi? Pabucumun kahramanı...

Midem bombok sahiden. Böyle olacağını biliyordum elbet. Dilimi çözeceğini de bildiğim gibi. Susmak istiyordum halbuki, anlatmamak istiyordum. Gene de içtim, çözüleceğimi bile bile içtim. Geçmişle yüklü bavul, evet. Bu yaşta kimse kimseye küçük el çantasıyla gidemez zaten. Bir yük olacak ister istemez. Bu beni şöyle aptal yerine koydu, o beni böyle istemedi vesaire. Yara bere olarak ifade edilen bir sürü hayal kırıklığı.
Kimi daha barışık oluyor yaşadıklarıyla, hissettikleriyle, "derisinin altına kazınanlarla". Zamanın geçtiğinin ve geri gelmeyeceğinin bilinciyle yaşıyor.
Kimi de biraz içince benim gibi dön dolaş aynı şeyleri anlatıyor. Bizim bu tarafta zaman daha durağan bir nane. Seçtiğin bir zaman diliminde ikamet edebiliyorsun ya da her gününü aynı hesaplaşmalarla, pişmanlıkla, hınçla, öfkeyle, nefretle renklendirebiliyorsun. Bugünü yaşamak dışında her şey ihtimal dahilinde.
"Ne kadarını anlatmalıyım?"
"Bilekliğe böyle bakmamalıyım...yakalandım. Şimdi ne kadarını anlatmalıyım? Merak ediyor mu ki? Sıkılmış, uykusu gelmiş olmalı. Dilim de zor dönüyor. O sıkılmadıysa bile ben sıkıldım aynı şeyleri anlatmaktan. Ne anlamı var? Ne gereği var? Kendimden uzaklaştırmaya mı çalışıyorum, bırakmadım mı böyle çocukça oyunları? Gene kaçacak mıyım, buna gücüm var mı? Yoruldum. Belki o kaçar. Kaçmalı. Ne can sıkıcıyım. İnsanın kendinden kaçamaması ne acı."
Birbirini kovalayan bir sürü düşünce...biraz korku, biraz huzur, bastırmaya başlayan uyku ve açlık.

Kimseyi düşünme, kendini düşün artık diyorlar.
Arkana bakma artık, hayata dön, yaşamına devam et diyorlar.
Diyorlar, diyorlar, diyorlar...Haklılar.
Mutlu olmayı istemeliyim yeniden. Yıllar sonra bir kere istedim ve onu da yüzüme gözüme bulaştırdım diye...pes edesim var evet. Doğrusu, var.
Ya da mesela "hadi" deseler, pılımı pırtımı topladığım gibi yarın taşınırım Paris'e. Kimsenin beni tanımadığı, travmalarımla ilgilenmediklerini söyleyebilecekleri bir yere taşınmak istiyorum. Yeteri kadar uzak, yeteri kadar yakın ama tanınmadığım, bilinmediğim, gerekirse sevilmediğim.
Ne kadar büyüsem de bu kaçma dürtüsü bırakmıyor peşimi. Halbuki eninde sonunda geri dönüyorum işte. Bazen sadece bakalım peşimden gelecek mi diye kaçıyorum. Bu sebeple atlayıvermemiş miydim denize Ortaköy'den? Biraz deliliğin zararı yok, olmamalı.

Özgür ruh, kaçak...radyasyondan kaçar gibi koşarak kaçılmıyormuş değil mi bağlanmaktan? Durup durup Issız Adam geliyor aklıma. Hani şu yemem ben bunları konuşması yapan kıza, adamın, "belli ki yemişsin zamanında" dediği sahne. Kahve fırlatacak durumda değilim. Yedim. Çok akıllı, pek kaçaktım. Ne oldu? Aşk saçmalığını yedim işte. Kendime duyduğum öfke ve nefretin biraz dinmesini umarken aptallığım yüzünden öfkeliyim şimdi kendime. Hepsi o aptal filmler, şiirler, şarkılar yüzünden. Hele şiirler, hele o şiir.."iki rayı gibiyiz bir tren yolunun, yakın olması neyi değiştirir son istasyonun". Hangi tren, hangi ray, hangi istasyon?

Tanıdığım zeki bir adam, bana inanmadığını söyledi. Ben ağladım.
Kendime inanmak, aşka inanmak istediğim yegane andı.
İstediğim halde bağıramadım avazım çıktığı kadar, peki ben nasıl inanacağım diye.
Tanıdığım bu adam çok zeki ve çok güzel bir adamdı. O yüzden inanmadı bana, belki haklıydı. Madem göz göre göre aldanmakla alakalı bu sevmek işi; onca şiir, şarkı, film madem...o zaman sadece iyi zamanlarında değil boktan zamanlarında da biraz daha emek sarf edilse bu işe diyorum. Herkes hassas, herkes zor, herkes yalnız. Kolay mı bir insanın elini tutmak, gözünün içine içine bakmak? Vazgeçmek de biraz zor olmalı.
O kadının kolları, bilekleri kalın olabilir. Alnı geniş hatta elleri çirkin olabilir. O kadın firara aşina, başına buyruk, fevri ve zaman zaman kırıcı da olabilir... ama arkasını dönmesi ağladığı görülmesin diyedir belki. Ne yaptıysa, ne yapıyorsa aşkla sevdayla ve aşk için ve sevda için yapmıştır, yapıyordur belki.
Ne kolay seni tanıdım, seni sevdim demek. Vazgeçebilmek de bir o kadar.

Sahi, kuşlar hala uçuyor mu be?