30 Haziran 2010 Çarşamba

İki Çift Laf

Kendi adını seçebilmek gibi. Sabah yatıp akşam uyanıyorum. Günün hoşlanmadığım saatlerini reddettim, en sevdiklerimde yaşıyor, çalışıyorum. Akşam üstü, gece, sabaha karşı ve günün ilk saatlerinden sonra gerisi teferruat gibi kalıyor. Günün istediğim kısmını seçebilmek ve seçtiğim kısmını yaşayabilmek, adımın leyla olması kadar keyifli.

Uykusuz kaldığım saatlerin uyuduklarıma oranı arttıkça bambaşka bir kafa da hasıl oluyor. Kafein, nikotin ve uykusuzluğun eş zamanlı artmasıyla ulaşılan o yeri herkes bilir bilmesine de ben ziyaret etmeyeli epey olmuş. Nasıl bir konsantrasyon, nasıl bir hasat-ı deha.

Yalnız uyumaya yakın, eski tüplü televizyonlarda olduğu gibi gidip geldiği oluyor görüntünün. Bir akşam Sultanahmet Köftecisi'nde iştahla köfte yerken görüyorum kendimi, bir Gülhane Parkı'nın yanından üşüyerek geçerken.. sonra Ada'da bisiklete binerken, gene kış ama hiç üşümüyorum. Sonra bir rum meyhanesi geliyor gözümün önüne, hiçbir şey söylemeden leziz mezeler masaya, bi' büyük baş köşeye. Tam, daha mutlu olamam derken kayboluyor görüntü.

Elimde kağıt bir torba, torbada sert bir kahveyle karşıdan karşıya geçiyorum Beşiktaş'ta. Saçım öylesine toplanmış, gözüme bir kalem çekip çıkmışım ki o bile fazla. İnsanlarla göz göze gelmemeye özen göstererek yürüyorum, kimsenin varlığına ucundan kıyısından dokunmamak niyetim. Kendi varlığımı da ipekli ince bir kumaş gibi fark ettirmeden usulca çekip alıyorum insanların arasından. Tüplü televizyon inatçı, ben ondan da inatçıyım. Git başımdan diyorum elimle iterek, ada vapuru tanıdığım yok benim.

Tek başıma yürürken neredeyse kızgın bakıyorum, farkındayım. Halbuki gülümseyerek merhaba dese biri, ya da hiçbir şey demeden sadece tebessüm etse bile bir çırpıda anlatıvereceğim ne var ne yoksa. Ne var sahi? Bir şey de yok ki. İyi niyetle gülümserim ben de.

Bir an durduk yere bir cümle saplanır insanın aklına, bir kelime, bir şarkı, bir koku ne bileyim işte. Yetmiyorum, saplandı yürürken. Sesim güzel değil, kulağım bile yok, türk sanat müziği makamlarından da çakmıyorum. Bir tek nihavent, o ayrı. Nihavent bir şarkı duyunca, aşina olduğum biri bana küçük adımla seslenmiş gibi sevinçle irkiliyorum.

Çocukken Piraye olmaktı hayalim. Bunu kimseye söylemedim çünkü şimdi anımsıyorum o günü, kafamı kitaptan düşünceli gözlerle kaldırıp "işte böyle sevilmeli insan" deyişimi. Şimdi bir hayalim yok. Gıcır gıcır bir dizüstü gördüm geçen rüyamda. Uyanınca yazık dedim, bu kadar mı hayalsiz hülyasız kaldın be leyla? Ah leyla. Saçların bahtından daha siyah olacaktı hani, ikisi de eski rengine döndü.

Kitap okumuyorum ne zamandır. Hele şiir, hiç. Turgut Uyar'la bakışıyoruz sadece. Hazır karşımdayken az kaldı konuşmaya başlayacağım onunla da. Hadi bana biraz daha yalan söyle diyeceğim. Sen, siz çok güzel söylüyorsunuz. Adı ha aşk olmuş ha şiir, sen söyle ben dinlerim. Büyük adamların küçük korkaklıklarından bahset bana, küçük kadınların büyük cesaretlerinden ve bahçesinde ebruli, hanımeli açan evlerden bahset. Korkma, ben de korkuyorum. O yüzden açmayacağım kapağını. Tanpınar'a da söyle... ya da bir şey söyleme, üzülmesin yaşlı başlı adam.

Elimde kahveyle eve yürürken Zuhal'le konuşuyorduk. Bir hüzün şarkısından bahsediyordu, çok acıklı bir hikayesi var. Tekrar tekrar anlattırdım eve girene kadar, o da bıkmadı anlattı. Dertlerin en gücündeyken balkona çıktığımız vakit de İstanbul'un denize vuran ışıklarını seyrediyoruz, o gene acıklı bir şarkı mırıldanıyor. Gözlerim dolar gibi olunca üşümeyi bahane edip içeri kaçarak çalışma masamın başına oturuyorum. O sessizce devam ediyor seyretmeye. Zarif omuzlarında ince bir şalla uzaklara bakarak yediği en güzel simidi düşünüyor olmalı. İstanbul'un kağıt helva bile yiyen kadınları, yedikleri en güzel simidin martılarla ve aşkla sevdayla paylaştıkları simit olduğunu unutmazlar. Yıllar geçse de üstünden, sevgiyle gülümseyerek bakarlar katran karası geceye.
Gamlı hazanı bir kere dinleyen, taze bahar değildir artık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder