Elimde, yarın rakı mezesine dönüşecek olan patlıcan ve deniz börülcesi dolu torbalarla taksi bekliyordum. Onlara dereotu ve taze nane eşlik ediyor, mutfağın demirbaşı sarımsak da bizi evde bekliyordu. Ihlamur'da hep beraber taksi bekliyorduk ki amca karşı şeritte durdu. Nispeten hafif torbaya mukayyet olmaktan sorumlu elimle döner misiniz işareti yaptım (Hesap lütfen'in bir başka versiyonu. Parmağımda oynatırım'ın ters yapılanı, elin ayası aşağı bakıyor).
Akmakta olan trafiği birazcık sabote ederek de olsa gitmeyi arzuladığım istikametin şeritine geçmeyi ve önümde durmayı başardı. Her zamanki küçücük-kadın-bunca-torbayı-nasıl-taşır auramı da alıp arabaya bindikten sonra minnetle karışık ufak bir teşekkür geveledim ağzımda.
Gitmek istediğim yeri söyledikten sonra olacak, başladı. "Ben çok iyiyimdir, biliyor musun? Uzak yakın hiç ayırt etmem. Hizmet veriyorsun sonuçta, zorundasın alacaksın. Sen şimdi burada da insen [10 metre gitmiş gitmemiştik] selametle derim. Hiç hayır diyemem. Çok kaybettim bu yüzden, batarsın sen diyorlar. Hayır diyemem hiç. Bizim hanım diyor iyi ki kız olmamışsın, rezil ederdin beni".
Kız olsa tam olarak neye hayır diyemeyeceğini de hanımını rezil edeceğini düşündüm (!). Sonra içimdeki antropolog kılıklı sosyolog uzattı kafasını. Kısa bir hmm'ladıktan sonra, şivesine istinaden, Kürt olduğuna kanaat getirdi. Biz bize şehir bulmaca oynuyorduk ki "Urfa" diye bir ses geldi, "ben Urfa'lıyım". Anlatmakta olduğu olaya arka plan olsun diye söylemişti bunu. Amcaoğluna dört dairelik parayı nasıl kaptırıp geri alamadığını gülümseyerek anlattı. Muhakkak ki bu konuyu hiç de gülümseyerek anlatmadığı zamanlar da olmuştu.
Buna karşılık, uzun zaman gülümseyerek anlatamadığım bir olayı gülümseyerek anlattım ben de. İskelede yağmurun altında, kendim kadar iki bavulla nasıl kalakaldığımı, taksicilerin kısa mesafe diye nasıl beni almadıklarını söyledim. Ticari kaygıları elbette anlıyorum ama bu biraz da insanlık, diyerek orta yere koyuverdim ana fikri. Elbette eksik anlatmıştım: Beş liraya çıkarırız dediklerini [o zamanın parasıyla üç tutuyordu], bunun üstüne kafamın atıp efelendiğimi [çok da umurlarındaydı], o dik yokuşu sıçana dönerek de olsa nasıl hırsla çıktığımı ama "eşşek ölüsü gibi ağır" deyiminin de hakikaten ne anlama geldiğini öğrendiğimi es geçtim. Hikayenin bu kısmı benden beklediği cinsiyet rolüme uygun değildi ve on dakikalık ilişkimizin ritmini tekstin dışına çıkarak bozmak istemedim. Ha çıksam, "delikanlı kız" diyecekti belki de. Liseden beri duymadığım bu iltifatı (!) duymaktan kalbim kan ağlayarak feragat ettim.
Neden sonra radyoda türkü çalmakta olduğunu fark ettim. Fark edip de rahatsız olmadığımı anlamış gibi sesini açıverdi. Abbasağa'ya geldiğimizde İbrahim Tatlıses başladı. Ne olur trafik olmasın diye geçirdim içimden. Sonra ilk defa batmadığını hayretle fark ettim. Bunu da anlamış gibi biraz daha açtı sesi. Gene batmadı. Aksine keyiflendim. Amca da Urfalı ya, acaba ondan mı diye geçirdim içimden, olabilir. Çok yerinde, biraz da bu yüzden bir huzurlu geldi türkü. Ses tonunda, o her zamanki itici kabadayılığı değil de sevdiği kadına "ne olur benim olsan" diye samimiyetle yakaran bir adam vardı. Artvin'de çalışırken dinlediğim Karadeniz türkülerini anımsadım; orada biraz daha kalsam, İstanbul'da doğup büyümüş olduğumdan şüphe edecek hale geldiğimi de.
"Sana kurban olsun" diyerek birinden bahsediyor, bir şey anlatıyordu gene. "Bayandır sonuçta, iki de çocuk. Aile yani, aileyi bırakamam yolda, aldım". Bir kadın ve iki çocuğun aile etmesi fikri gülümsetti ister istemez. Bir kadınla bir erkek de bir aile eder miydi acaba, soramadım. Ya iki kadın ya da iki erkek? İki kadın bir erkek ederdi, ediyordu ona şüphe yok. Dili etmez, öyle şey olmaz dese de [sorsam öyle derdi modern taksici özne] dörde kadar yolu vardı işte. Biriyle bile uğraşabiliyorlarmış gibi!.. Hürmüz'e öyle mi ya, hafta yedi koca yedi. Sosyo-matematik (!)
Sonra sükunetle devam ettik yola. İnerken de "kendine iyi bak canım" dedi. Ben de "olur canım" dedim içimden, "öptüm".
komik :) işte taksicinin duygusalı böyle olur; inerken öpülür, kısa mesafe götürmesi ise onun hayata karşı duruşu olur, yanlızlığının paylaşımıdır kısa mesafe, kaç kişide kısa mesafeye götürebilme inceliği vardır ki?
YanıtlaSilo kadar da kısa değil aslında mesafe, yokuşu da sayarsak baya zulüm hatta :)
YanıtlaSildüşününce, rastgele bir insanın hayatına kısacık bir süre için de olsa dahil olmak çok acayip. durduk yere kesişen iki hayat. hmm, mustafa hakkında her şey gibi oldu bu da, neyse :)
taksicilerin kısa mesafe götürmeme tutkuları sanki genetik bir kod, ama bazıları züğürt ağa gibi bizim türk usulü don kişotlarımız,mesela birisi bana o naif don kişot tarafını açsa, tıpkı senin kısa mesafe götüren taksicin gibi,ne yapacagımı bilemem bende bir an don kişotlaşırım,işte don kişotlar gündelik hayatın dışına çıkıp o yaşamın yaratıcı ruhunu yakalamak isteyen çocuklar gibi geliyor bana ve o kesişmeler bizim için belki bazı durumlarda anlam ifade etmese veya sıkıcı gelse bile bence kendimizin yapacağı don kişotluklar için bir selam çakmadır..
YanıtlaSilöfff çok uzun ve don kişotla dolu bir yazı oldu, neyse sen anladın ne demek istediğimi, biliyorum :)
bunda anlaşılmayacak bir şey yok ki :)
YanıtlaSilaklıma şey geldi niyeyse... geç saatlerde eve bırakınca apartman kapısından girene kadar bekler, öyle giderler bazen. eskiden, ataerkillik işte deyip geçerdim. artık daha az rastladığımdan mıdır nedir incelik gibi gelmeye başladı. kapıyı açınca içeri girmeden arkamı dönüp el sallayasım geliyor :)
bense beklerim kapının kapanışını; kimisi belki bir görev gibi görür, kimisi de o el sallayışı bekler, benim neden beklediğimin cevabı gecenin karanlığında kalır, havanın soğukluğu, göğün berraklığıyla yerleşir ruhuma, sonra kaldırımları adımlarım,laflayacak bir taksici bulamam belki o sırada, eve varınca düşünmeden, yorgunluktan uyurum..
YanıtlaSil