21 Haziran 2010 Pazartesi

Sevdalı Başım


Düştüm. Hem de öyle metaforik bir boşluğa filan değil basbayağı yere kapaklandım.

Çok keyifli bir kır düğünüyle evlenen arkadaşım imzayı attıktan sonra çalan 'senden başka'yla oynamaya başladı ve gecenin sonuna kadar da hiç durmadı. Düğün kavramı ilk defa sahiden bir yerlere oturur gibi oldu kafamda. Onca masraf, onca tantana biraz anlam kazandı nihayet. Sevdiğimiz biri sevdiği biriyle bir karar almış, bundan duyduğu mutluluğu sevdikleriyle kutlamak istiyordu. Üstüne bolca sosyolojik analiz geliştirilmiş/ daha da geliştirilebilecek 'düğün' üstüne bir analiz daha eklemektense göbek atmayı tercih ettim. Twist yaparken bacağımı geriye doğru o kadar atmasaydım eteğime takılmaz ve beni iki kere yerle yeksan etmezdi ama olsun, hiç bozuntuya vermedim. Sakar yerine sarhoş imajı vermek nedense daha bir işime geldi.

Dizimdeki afili yarayla çocukluğuma döndüm. Arkadaşımın düğününe gitmemişim de sokağa oynamaya çıkmışım gibi duruyor. Ne güzel, hiç eksik olmazdı yaram berem. Düşüp düşüp yeniden kalkar devam ederdim oynamaya. Geçen bir çocuk öyle düştü gözümün önünde, içim gitti bir şey oldu mu diye. Ben ona doğru hamle edene kadar o çoktan kalkıp yeniden koşmaya başlamıştı. Çocukken daha mı güçlüydük diye düşündüm. Metaforik yaralarımız daha mı onulmaz bir acı veriyor yoksa.

Biz -evet biz diyeceğim buna- kendini her dem aşık diye tanımlayan kadınlarız. Kalbimizin biri için atmadığı bir zaman hatırlamadığımız gibi bunu aklımıza getirmek bile istemeyiz. Şıpsevdi der, ayran gönüllü der bazı insanlar. Kulak asmayız çünkü yıllar yılı gıkımızı bile çıkarmadan platonik sevdiğimiz çocuk bugün gibi aklımızdadır. Hele lisede kavak yelleri eser başımızda. Delikanlılık çağımızdan payımıza düşen "çok delikanlı kız" olmaktır. Gene bozuntuya vermez, "eyvallah" der geçeriz. Üniversitede aşk karşılığını bulur yavaş yavaş. Serserilik de öyle. O zamanlar, üniversite aşkı gibi basit bir tanımlamayı yakıştıramayacağımızı düşündüğümüz büyük aşk, seneler geçip de hatalar, yaralar üst üste yığıldıkça sahiden de üniversite aşkı olarak kalır ve 'ne güzeldik' diye -er ya da geç- sevgiyle anımsanır. Kırıklıklarla baş etme biçimi şekillendiriyor biraz da insanı. Bu hususta biliyorum kimsenin kimseye söz söylemeye pek bir hakkı yok. Her zaman kolayına giden bu olduğu için değil, düpedüz içinden böyle geldiği içindir belki. İyice güvensizleşip yalnızlaştırabilir insan kendini, yahut üstüne gidip yeniden inanmak için bir sebep, 'bu' diyebileceği, 'benim' diyebileceği bir sevda arayışına girebilir. Bu uğurda elini uzatmaya bile cesaret edebilir, eli havada kalabilir, kalmaya da bilir.. hayat.

Öfke, yakıcı bir merhem gibi nüfuz eder yaraya. Ne antika fakat geçerliliğini nasıl da hala kaybetmemiş analojidir o zırh. Hani şu gardını indirip indirmeme meselesi. En savunmasız anında aldığın metaforik yaralar en derin acıyı bırakır derinde. Peki sonra?

Yorgo amcanın sesi çınlıyor kulaklarımda: Ne olacak? Çözümsüz gibi duran haller için söyler bu sözü. Rum aksanının kattığı vurguda ayrıca bir alay, bir 'ucunda ölüm yok a kızım' tonu seçilir. Ne olacak? Sevgimizin, aşkımızın üstünden sene geçecek, mevsim geçecek, ay geçecek.. Hayat geçecek, ömür geçecek, yaş geçecek. Ya ne olacak..

Sonunda kötü olduysam da çabam hep iyi biri olmak içindi. Yalnız bir kere kenara koydum iyiliği, kötülüğü. Mutlu olmak istedim. Kim istemez ki be kaptan? Emek ister mesela. İnat ister. Yürek demeyeceğim, yürekten bol bir şeyimiz yok zira. Fazlasından belki bu halimiz. İnsanın içinde saklı kalan bu gençlik ölümü ne iyi ne kötü, zamanla neye evrilirdinin bilinmezliği. Hayalini kurmaktansa martılara simit atmalı insan. Göz yaşları er geç kurur, yanımıza kâr bir buruk gülümseme kalır. Öyle ya ölmedik.

Ben kalbimi biliyorum.. Şiirlere şarkılara hala aptal gibi inanıyorum.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder