5 Haziran 2010 Cumartesi

Sakın gelme Godot

-Evet, Godot'yu, diye duyulur duyulmaz mırıldandı kadın. Kendine mi söylüyordu karşısındakine mi emin olamadı. Bildiğini kendinden bile sakladığı şeyi bir başkasına söylerken yakalamıştı kendisini. Elbet bunu böyle öğrenmek istemezdi kimse. Gelmeyecek olanın gelmeyeceğini yani.
Sustu, unuttu karşısındakini. Bu kendiyle meselesiydi, masum sivillerin kanı dökülmemeliydi. Dalgın, yavaş adımlarla uzaklaştı oradan. Kaçar gibi değil bu sefer, kafasındaki düşüncelerin yüküyle ağır ağır, kaçmadan yürüdü.
-Leyla’dan geçme faslındasın, dikkat et, diye alaycı bir gülümsemeyle uyardı kendini; halbuki hiç izlememişti Godot’yu. Asla gelmediğini biliyordu sadece, hep beklendiğini ama hiç gelmediğini.
-Beklemek, diye düşündü, beklenenden apayrı bir şey. Bekleyen unutuyor beklediğini, kanıksıyor, özümsüyor da öyle devam ediyor bu mesaiye. Beklenen eğer tanıdık biriyse o fena. Beklemek, zaman demek ve zaman beklemiyor kimseyi. Bu eylemsiz eylemde kimse sabit değil, gene de eylemin kendisi bu kandırmaca üstüne kurulu. Umut mu şimdi bu? Daha güneşli bir his olması gerekmiyor muydu umudun?
Yazacağı ilk eseri, güneşli Pazar sabahlarına ithaf etmeyi tasarladı kafasında. Sırf aklına daha güzel bir şey gelmediği için. Herhangi bir Pazar sabahı dokuz-on civarında yatak odasına dolan güneşti gerçek olan. Yıllar önce, gene kendisine bile belli etmeden kurduğu hayali anımsadı; burulmadı içi, burkulmadı. Bir adam ve üç dört yaşlarında bir kız çocuğu vardı hayalinde. İçinde biraz gıdıklama, bolca çocuk kahkahası ve kahvaltı olan öylesine bir hayal kurgusu –iç kemiren bir hayal kurdu.
-Ne çok şey saklıyorum kendimden, diye hayıflandı, kendime yakın bulduğum bir yabancıya hayatımı ince ince anlatabilirim ama bu, tam da bu kadına karşı bunca ketum…
İnsan eninde sonunda inanıyor kurduğu hayallere. Başkası için uzak ihtimal olan senin için tek gerçek olabiliyor. Korkunç olmalı. Vazgeçti hayıflanmaktan, iyi etmişim diye kutladı kendini. Ne bir adam, ne bir çocuk, ne de bir eseri vardı işte. Az sonra doğacak günden daha gerçek bir şey yoktu.
İçinde yükselen öfkeyi duyunca ürktü. Hep kendisine sakladığı bu duygu ilk defa bir başkasına yönelmiş tarifsizce kabarıyordu. Nefret değil, pişmanlık değil; safi öfke, safi kin. Madem ki hak hukuk meselesi değildi, olanca yoğunluğuyla duyuyordu işte. İnce bir acıma sızıyordu aradan ama bunu görmezden gelecekti. Birine değil birilerine öfkeliydi. An an tek insan oluveriyorlar, böylece toplamından fazla bir öfkeye maruz kalıyorlardı. Kimsenin haberi olmadan elbet.
Şehri izliyor, şehri dinliyor ve yavaşça vazgeçiyordu yanında birini istemekten.
-Hem, bütün gün aşk hakkında düşündüğüm filan yok, daha delirmedim o kadar diye durduk yere savundu kendini. Hayatı irdelemek İstanbul gibi biraz, her sokağın denize çıkması gibi eninde sonunda aşka çıkıyor. Yani küçük kızlar için peri masalları mukabilinden koca bir yalana.
Açık penceresinden yattığı odaya doluşuyordu şehrin -gürültü demeye dili varmadığı- uğultusu.
O ise,
şimdi ne bir adam, ne bir çocuk, ne de herhangi bir sevgi olan Godot'yla konuşuyordu usulca. Kendine bile daha söylemediği hayalleriydi belki; zira içten içe, gene sinsice kuruyordu muhakkak. Ne sözünü ne de uzattığı eli tutmayan bu Godot kimdi, neydi ki bunca tutkuyla beklenecek? Oyunu okuyabilirim elbette, ama kesin bir cevap vermediğine eminim diye geçirdi aklından. Güzel ve anlamlı şeyler, muğlaktır çoğu zaman, çelişkilidir, kendini ele vermez. Bundan kendine pay çıkarmaması beklenemezdi, öyle değil mi?
Başını yastığa koyarken bir şarkı vardı aklında, söylemesi ayıp, sözleri kayıp. Gene de mırıldandı biraz ve öyle uyudu.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder