22 Nisan 2020 Çarşamba

Uzak

Bir bir sayarak başladığım günleri saymayı bırakalı çok oldu. Şimdi yıla tamamlanmak üzerelerken neden bilmem geceleri yattığımda kaburgam ağrımaya başladı kırıldığı yerden. Nasıl da kolay ikiye ayrılmıştı çıt diye. Çok canım yanıyordu. "Başını göğsümün bu yanına koy artık, o yan kırık." Tuzum tuzum

Dünyada kendinden başka hiçbir şeyi etkilemeden bayır aşağı sessiz sedasız yuvarlanmaktaki küçücük, alelade bir çakıl taşı gibi hissediyorum kendimi. Çok hafif bir duygusu var. 

Balkonumdaki içi boş kuş yuvası gibi hissettiğim de oluyor. Anlam yüklenmesinden çekinilerek alınmış, sanki hissetmiş gibi hiçbir kuşun yuva belleyecek kadar güvenli bulmadığı bir yuva, tahtadan bir dört duvar daha çok.

Ama en çok bir tekne. Bulutların arasından izleyebiliyorum rotasını. Karıncanın su içtiği suda gitti son hızla kayalıklara çarptı önce. Kayalıkların tek bir kayası bile bu çarpışmayı duymadı. Belki gıdıklanmışlardır biraz. Parçalarına ayrılan ben oldum yalnız. O kayalık kıyıda biraz kalıp parçaları sevdim ayrıldıkları yerlerden. Hem küçük teknenin kaburgaları benim küçük kaburgalarımdan sağlamdı. Gözlerimden yıldızlar daha gitmemişken fırtınalı bir yaz denizine itildim arkamdan. Yıldızlar gözlerimde hâlâ ışıl ışıldı. 

Yalnız gecede gittim, gittim, gittim. Ufukta seneler sürecek özlemden başka hiçbir şey yoktu. Gittim, gittim... Sakin bir liman olduğunu bilen sakin bir limana vardım. Varmadım, vurdum; paramparça. Parçalarım tuzum tuzum diyordu hâlâ. Kulak asmadık. Biraz tutkal bana, biraz tutkal ona. Onarmaya çalıştık onarılamaz olanı. 

Şimdi... açık denizlere sürükleniyormuşum gibi bir his. Dümende değilim, yolu da bilmiyorum zaten. Tek bildiğim uzağa sürüklendiğim. Tüm kıyılardan açığa. Tek başıma. Çok parçalı. 

Bir ay yalnızlık uyuşturucu gibi geldi. Bittiği vakit nasıl bırakacağımı bilmiyorum. Neden böyle olduğundan da emin değilim. Yarım kalan her şey tamamlanmaya yazgılıysa yasımı dolduruyorum zahir. Kim bilir? 

İşin ağırı, bir insanın değil, bir hayatın yası bu saatten sonra. Gençken olacağı yerde çok geç aldanmışlığın, sevdalanmışlığın, boş kuş yuvalarının yası. Yuvarlanan ufacık bir çakıl taşı kadar hafifim yoksa. Buruk da olsa tuhaf bir huzur. Kırılgan değil direngen bir dinginlik. Sessizlik, hep sessizlik. 

Telefonda konuşmaya çalışırken diyaframım yırtılacak sanıyorum. Ağzımı her açışımda nefesimi tutup dibe dalıyorum sanki. Konuşmayı unutuyorum. Hiçbir zaman sevemedim zaten. Annem de sanıyor ki bir şeye kızdım diye yükseliyor sesim. Ondan değil güzel annem, nefesim yetmiyor, ondan. Diyecek bir şey de aklıma gelmiyor ya, neyse. Yaklaşık bir yıldır, hayatta söyleyebileceğim, söylememin anlamlı olabileceği her şeyi söyleyip bitirmişim gibi hissediyorum. Tabi bunlar hep his, sadece hisler.